colchicine hydroxychloroquine lopinavir ritonavir generique plaquenil lopinavir ritonavir seretide inhaler seretide rotacaps seretide serevent serocryptin seromycin serophene seropram seroquel servambutol servanolol servicillin serviclofen servispor servitet silagra sildalis sildenafil silvitra simcora simvasine simvast sinemet cr sinemet sinequan singulair sirdalud skinoren smap sortis spersanicol spiroctan sporanox starlix stocrin strattera stromectol suhagra force suhagra sumycin super avana
     

0
Start Giriş Üye Ol üyeler ((( RAVDATe@m))) Arama
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193
Forum Anasayfa » Arama Sonuçları

30 Sonuç - Yeni Arama
Sayfa (2): (1) 2 Devam >
Ekleyen Mesaj
Konu: Erkeklerin Ağzından Yemek Tarifleri
tahabiri su an offline tahabiri  
39 Mesaj -
kardeş evde yemeği sen yapıyorsun galiba veya kendini tanıtıyorsun elimden her iş gelir bulaşık çamaşır yemek bilimum ev işleri tebrik ederim iyi bir kazak erkek adayısınkahkaha kahkaha kahkaha Güle Güle
Ekleme Tarihi: 05.08.2006 - 09:58
tahabiri üyenin diğer mesajları tahabiri`in Profili tahabiri Özel Mesaj Kapalı Sayfanın başına dön
Konu: Bursa'nın Büyük Evliyası Muhammed Üftade Hz.
tahabiri su an offline tahabiri  
39 Mesaj -
MücahidBursa kardeş ALLAH (cc) razı olsun nice gönül sultanlarımız var bizlere asırlar önceden seslenen gönül sultanlarımız tüm gönül sultanlarımıza ALLAH gani gani rahmet eylesin amin..
Ekleme Tarihi: 05.08.2006 - 09:51
tahabiri üyenin diğer mesajları tahabiri`in Profili tahabiri Özel Mesaj Kapalı Sayfanın başına dön
Konu: kılıçarslan
tahabiri su an offline tahabiri  
kılıçarslan
39 Mesaj -
Kılıçarslan Anadolu Selçuklu Sultanlığı nın kurucularından olup; Haçlı ordularına karşı Anadolu yu ve hatta bütün İslam alemini müdafaa eden bir Türk hükümdarıdır. Vatan topraklarının nasıl müdafaa edilmesi lazım geldiğini, bu uğurda yaptığı kanlı mücadelelerle bütün insanlığa ispat etmişti.

Kılıçarslan olmamış olsaydı, belki bugün Anadolu da bir Türk hakimiyeti yerine bir Latin devleti mevcut bulunacaktı.Anadolu kıtası; 26 Ağustos 1071 yılında Alpaslan ın Bizanslılarla yaptığı Malazgirt Meydan Savaşı ile fethedilmişti. Bu fetih üzerine Horasan ellerinde bulunan birçok Oğuz Türkmen oymakları, Anadolu nun çeşitli yerlerine yerleşmişlerdi.

Anadolu nun kuzey bölgesinde Oğuzların Bozok kabileleri, güney bölgesinde de Üçok kabileleri yurt tutmuştu. Büyük kütleler ise Orta Anadolu yu doldurmuştu. Bunların çoğu Kınık kabileleri idi. İlk etapta Anadolu ya bir milyon Türkmen gelmişti. Bunların bir kısmı hayvan sürülerine sahip olduklarından Yörük kaldılar. Bir kısmı da toprağa yerleşerek çiftçi oldular. Ancak, Anadolu nun Marmara kıyıları henüz Bizanslıların elinde bulunuyordu. Marmara havzasının fetihlerine Kutulmuş oğlu Süleyman ile kardeşi Mansur gönderilmişti.

Bu iki kardeş, Anadolu nun fetih olunmamış kısımlarını Türk topraklarına katarak Anadolu Selçuklu Sultanlığı devletini kurdular. Fakat bu iki kardeş birbiriyle uğraşmaya başladılar. Bunun üzerine büyük Selçuklu Hakanı Melikşah, Mansur un üzerine Porsuk Bey ve kuvvetlerini gönderdi. 1077 tarihinde Mansur mağlup edilerek öldürüldü. Melik Şah, Anadolu nun idaresini Sultan unvanıyla Kutulmuş oğlu Süleyman a bıraktı. İşte, bu şekilde Anadolu Selçuklu Sultanlığını kuran Aslan ın torunu Kutulmuş oğlu Süleyman oldu. Anadolu da bu devlet 1077 yılında kuruldu. Anadolu Selçuklularından on yedi hükümdar gelmişti.
Kutulmuşoğlu, Konya şehrini merkez yaparak Bizanslılarla savaşlara girişti. İznik şehrini fethettikten sonra burayı merkez yaptı. Bir müddet sonra Antakya yı da fethetti. O zaman Melikşah ın kardeşi Tutuş ile harbe girişerek yenildi. Bu olay onu olumsuz olarak çok etkiledi ve sonunda intihar etti.

Kutulmuşoğlu Süleyman ın ölümü ile Anadolu da karışıklıklar baş gösterdi. Beyler her tarafta bağımsızlıklarını ilan ettiler. Süleyman ın oğlu Kılıçarslan, Büyük Selçuklu İmparatoru tarafından hapse atılmıştı.

Anadolu nun karışıklığını ancak Kılıçarslan düzene koyabilirdi. Dört yıl sonra Kılıçarslan, Melikşah tarafından Konya ya gönderildi. Kılıçarslan babası zamanından kalan büyük kumandanları başına topladı. İznik şehrini tekrar zaptederek burayı kendisine merkez yaptı. Bundan sonra bağımsızlık hevesinde bulunan bütün beyleri ortadan kaldırdı. Bu suretle babasının elde ettiği bütün toprakları tekrar ele geçirdi. Bir donanma yaparak Çanakkale Boğazı önlerindeki adaları birer birer fethetti.

Kılıçarslan çok yiğit, aynı zamanda pek cesur bir hükümdardı. Anadolu nun birliğini kurmaya muvaffak oldu. Bu sebeple şöhret ve namı her tarafa yayıldı. Kılıçarslan ın en büyük amacı Bizanslıların elinden İstanbul u almaktı. Bu amacına ulaşmak için Marmara kıyılarında bir tersane kurup çok sayıda harp gemileri yaptırdı. Türklerin bu hazırlığını gören Bizanslılar telaşa düştüler.
O zamanlar Bizans tahtında Yedinci Mihal Dükas bulunuyordu. Türklerin kara ve deniz kuvvetleriyle başa çıkamayacağını anlayınca, Roma da oturan Papa Yedinci Greguvar a elçiler gönderdi. Papaya, batı devletlerinin yardımına muhtaç olduğunu bildirdi. Eğer bu yardım gelmezse, İstanbul Türklerin eline geçecek ve Doğu Roma İmparatorluğu tarihe karışacaktı. Papa, Ortodoksların Katolik kilisesine müracaatını kendi menfaatine uygun buldu. İleride bu iki kilisenin birleşeceğini düşündü. Bu sebeple Batı Avrupa devletlerinden 40,000 kişilik bir ordu toplanılarak İstanbul a gönderilmesi için çok çalıştı. Fakat muvaffak olamadı.

Bizans ı korku sardığı sıralarda, Kılıçarslan durmadan donanma yaptırıyor; bir an öne İstanbul u Türk topraklarına katmayı arzu ediyordu. O devirde Avrupa da dinî taassup çok şiddetli idi. Papazların halk üzerinde büyük tesirleri vardı. Bütün papazlar, Hazret-i İsa nın doğduğu mukaddes Kudüs şehrini İslamların elinden kurtarmak için halkı haçlı seferine teşvik ediyorlardı. Bilhassa Fransa da kurulmuş olan Kloni tarikatının halk üzerinde etkisi büyüktü.
1095 tarihinde Fransa nın Klermon şehrinde Papa İkinci Urban, ruhanî bir meclis topladı. Bu meclise on dört başpiskopos, iki yüz elli piskopos, dört yüzden fazla papaz katıldı. Ayrıca birçok da şövalye bulundu. Bu ruhanî meclis, Kudüs ün İslamlardan alınmasına karar verdi. Bu işe ön ayak olan Piyer Lermit adında bir papazdı. Buna Yoksul Gotye adında bir şövalye de katıldı. Bunların teşvikiyle Avrupa da büyük bir haçlı ordusu hazırlandı. Bu sel Anadolu ya akmak üzere idi. Bu seli Kılıçarslan nasıl durdurabilecekti?
Haçlı ordusunun sayısı altı yüz bin kişi idi. Haçlı ordusu muhtelif Hıristiyan milletlerinden kurulmuş olup, içinde ihtiyarlar, gençler ve kadınlar da bulunuyordu. Hepsi göğüslerine birer kırmızı Haç takmışlardı. Bu haçlı ordusunun önünde eski Cermen efsanelerinde mukaddes sayılan bir Keçi ile bir de Kaz bulunuyordu. Bu insan seli Batı Avrupa dan yaya olarak Bizans a geldi. Bizans imparatoru bu kalabalıktan ürkerek bunların hepsini Anadolu yakasına geçirtti.
Kılıçarslan, Anadolu ya çıkan bu korkunç afet karşısında soğukkanlılığını muhafaza etti. Neye mal olursa olsun, bu müstevli kuvvetlere karşı Türkün öz yurdu olan Anadolu yu müdafaa etmeğe ant içti. Kılıçarslan, bu büyük kuvvetlere karşı bir gerilla harbi yapmaya karar verdi. Türk kuvvetlerini muhtelif çetelere ayırdı. Şehirlerde bulunan halkı dağlara ve yaylalara çıkarttı.
Ambarlarda ne kadar zahire varsa yaktı ve suları da zehirletti. Selçuk askerleri baskın halinde grup grup haçlıların üzerine atılarak ilk çıkan kafileyi bir anda imha etti. Fakat arkadan daha büyük kuvvetler Anadolu ya çıktılar. Kılıçarslan o büyük kuvvetleri de Eskişehir ovasında yıprattı. Bundan sonra kuvvetleriyle Çorum a çekildi. Bu durum karşısında bütün Anadolu Türkleri top yekün silaha sarıldı. Saadetini yıkanlarla kanlı mücadelelere girişti. Bu tarihte eşine az rastlanır bir vatan müdafaası idi. Askerî kıtalar her tarafta bir şimşek gibi çakıyorlar; düşmanın yurt tutmasına imkan bırakmıyorlardı. Anadolu şehir ve kasabalarında büyük bir yangın vardı.
Bu kıyametin içine girenler de şaşırıp kaldılar. Bunlar nasıl bir millet! Vatanlarını canla başla ne şekilde müdafaa ettiklerini görüp öğrendiler. Nihayet haçlılar kırıla kırıla bir geçit bularak Kudüs e gidip bir Latin Krallığı kurdular. Fakat güzel Anadolu da yerleşemediler. Çünkü buranın bekçileri yüksek vatansever ve kahraman Türklerdi. Kumandanları da Kılıçarslan gibi cesur bir yiğitti.
Türkler bu şekilde Anadolu için kan döktüler. Bu sebeple Anadolu toprakları Türkün kanıyla yoğrulmuş bir ana vatandır. Kılıçarslan ın haçlılara karşı kazandığı zaferler onun adını Türk tarihinde ebediyen yaşatmaya kafi gelmiştir. Onun hayatı büyük destandır. Tarih onun (Ebulgazi) unvanını vermişti.
Sekiz buçuk ay süren bu kanlı mücadeleden sonra Birinci Kılıçarslan Konya Sarayına yerleşti. Bir sabah sarayından çıkıp bir meydanda toplanmış binlerce esirin arasından geçerken bir ses yükseldi.
-Bizler ne olacağız?
Kılıçarslan sesin geldiği tarafa baktı. Bu sözü söyleyen genç ve güzel bir esir kızdı. Ona:
-Kimsin, ne istiyorsun? Diye sordu.
Esir kız:
- Savaşta esir düşen Efon Ejyid in kız kardeşi İzabella yım. Bir an önce vatanıma dönmek istiyorum! Dedi.
Kılıçarslan şöyle mukabele etti:
-Biz Türkler, yurdumuzda oturanlara çıkıp gidin! demeyiz, ve yurdumda din ve adetiniz üzere hür yaşayabilirsiniz. Fakat arzu ettiğiniz gün de yurdunuza dönebilirsiniz. Ben vatan hasretini takdir edenlerdenim...
Hiç beklemediği şekilde bir cevapla karşılaşan dilber Fransız kız, hem hayrette kaldı, hem de çok sevindi. Kılçarslan, yiğit olduğu kadar da yakışıklı bir Türk delikanlısı idi: bu esire Kılıçarslan ın yüzüne dikkatli bakarak:
-Sizi nerede ziyaret edip minnet ve şükranlarımı bildirebilirim? Diye sordu.
-Her saat, nerede bulunursam!
Meydana toplanmış olan bütün esirler Türk Hakanının bu yüksek kalpliliğine hayran kaldılar. Teşekkür makamında hepsi birden boyun kestiler. Kılıçarslan bütün esirlere harçlık verilmesini emretti. Eğlence yerlerine gitmelerine de izin verdi. Bir müddet sonra da bu haçlı ordusunun esirleri grup grup memleketlerine iade edildiler. Bu kanlı mücadeleden muzaffer çıkan Kılıçarslan sarayında eşi Sevindik Hatun ve çocukları Şehinşah ve Mesut adlı iki oğlu ve Aydın adındaki kızı ile mesut ve tatlı günler yaşadı.
Fakat Kılıçarslan, Suriye de yaptığı bir savaştan dönerken 1106 tarihinde Fırat Nehrine düşerek boğuldu.
Ekleme Tarihi: 05.08.2006 - 09:36
tahabiri üyenin diğer mesajları tahabiri`in Profili tahabiri Özel Mesaj Kapalı Sayfanın başına dön
Konu: Themenicon Utaniyorum Abime & Akinzen Abime HEDIYEM
tahabiri su an offline tahabiri  
39 Mesaj -
estağfurullah bacım..

ALLAH(cc) razı olsun güzelmiş indirdim dinliyorum gül Güle Güle
Ekleme Tarihi: 04.08.2006 - 17:46
tahabiri üyenin diğer mesajları tahabiri`in Profili tahabiri Özel Mesaj Kapalı Sayfanın başına dön
Konu: BİR NUR ALIP DA ELİNE......
tahabiri su an offline tahabiri  
39 Mesaj -
Zâfer hep ülkün olsun,
Şehâdet türkün olsun...
Fâni dünyaya bedel,
Cennet ödülün olsun.

amin amin amin

ALLAH(cc) razı olsun kardeş
Ekleme Tarihi: 04.08.2006 - 17:32
tahabiri üyenin diğer mesajları tahabiri`in Profili tahabiri Özel Mesaj Kapalı Sayfanın başına dön
Konu: Themenicon Utaniyorum Abime & Akinzen Abime HEDIYEM
tahabiri su an offline tahabiri  
yeşilkubbem bacıya???
39 Mesaj -
ya bacım bu kadar güzel şeyi iki kişiyemi hediye ediyorsun neyse sen iki kişiye hediye etmişin ama bende indiriyorum haberin olsunsevinçli

başlığı ravda doslarına hediye diye atsaydın daha hoş ve güzel olurdu şahıslar gelip geçiçi kurumlar kalıcısevinçli

ban ban yapmassın umarımsevinçli
Ekleme Tarihi: 04.08.2006 - 17:28
tahabiri üyenin diğer mesajları tahabiri`in Profili tahabiri Özel Mesaj Kapalı Sayfanın başına dön
Konu: Boğazlar Meselesi
tahabiri su an offline tahabiri  
Boğazlar Meselesi
39 Mesaj -

Boğazlar Meselesi
İstanbul Boğazı, Marmara Denizi ve Çanakkale Boğazından yabancı gemilerin geçişiyle ilgili olarak milletlerarası diplomaside, çeşitli zamanlarda ele alınan anlaşmazlık.
Osmanlı Devleti Karadeniz'e, Marmara Denizine ve boğazlara hakim olduğu sırada, boğazlarla ilgili bir mesele olmamıştır. Ancak Rusya, 18. yüzyılda Karadeniz'in kuzey kıyılarına hakim olunca, Osmanlı Devleti, 1774'te imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması'yla, Rus ticaret gemilerine, Boğazlardan serbest geçiş hakkı tanıdı. 1798 ve 1805 Osmanlı-Rus İttifak antlaşmalarıyla, Karadeniz, bütün yabancı devletlerin savaş gemilerine kapatıldı. Rus savaş gemilerine Boğazlardan serbest geçiş hakkı tanındı ve yabancı savaş gemilerinin Karadeniz'e zorla girmek istemeleri durumunda da Osmanlı-Rus donanmalarının birlikte karşı koymaları hükme bağlandı. Fakat bu antlaşma kısa bir müddet sonra, 1807 Osmanlı-Rus Savaşı ile yürürlükten kalktı.

Osmanlı Devleti, 5 Ocak 1809'da İngiltere ile imzaladığı Kala-i Sultaniye (Çanakkale) Antlaşması ile Boğazları yabancı savaş gemilerine kapalı tutmayı taahhüt etti. 1829 Edirne Antlaşması'yla Rusya, Boğazlardan ticaret gemilerini geçirme hakkını yeniden elde etti. Ayrıca Osmanlı Devleti, Boğazları, sulh içinde bulunduğu bütün devletlerin ticaret gemilerine açtı. Sultan İkinci Mahmud Han, 1833'te Mısır meselesinde aldığı yardım karşılığında Hünkâr İskelesi Antlaşması'nı imzalayarak, Boğazları Rusya lehine yabancı savaş gemilerine kapatmayı kabul etti. Bu antlaşma, büyük Avrupa devletlerinin, Boğazların, sulh döneminde, Osmanlı olmayan bütün savaş gemilerine kapalı tutulması kuralını benimsediği, 15 Temmuz 1841 Londra Boğazlar sözleşmesi ile iptal edildi. Buna rağmen Osmanlı Devletinin müttefiki olan İngiltere ve Fransa, Kırım Savaşı sırasında Rusya'ya saldırmak üzere donanmalarını Boğazlardan geçirdiler. Londra Boğazlar Sözleşmesi, bütün savaş gemilerinin Boğazlardan Serbest geçişine izin veren 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Boğazlar Sözleşmesine kadar yürürlükte kaldı. Birinci Dünya Savaşı sonunda, 30 ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi'nden sonra Boğazların hakimiyeti, fiilen Osmanlı Devletinin elinden çıkıp, tamamen İtilaf Devletlerinin eline geçti.

Lozan Antlaşması'yla birlikte aynı anda imzalanan, Lozan Boğazlar Sözleşmesinin sonunda, Boğazlar, askerden arındırıldı. Savaş gemilerinin geçişi, herhangi bir izne bağlı olmadan tamamen serbest bırakıldı. Sulh döneminde, yabancı ticaret gemilerine geçiş serbestliği tanındı. Bir savaş döneminde Türkiye'nin tarafsız olması halinde de, sulh dönemindeki kaideler geçerli sayıldı. Türkiye'nin taraf olduğu bir savaş halinde, tarafsız gemilerin düşmana yardım etmemek kaydıyla Boğazlardan serbestçe geçmesi hükme bağlandı.

Türkiye; Lozan Boğazlar Sözleşmesinin, Türkiye'nin hükümranlık haklarını kısıtlayan hükümler taşıması sebebiyle, Boğazlar rejiminin statüsünde ilk defa 1933 Londra Silahsızlanma Konferansında dile getirilen bir değişiklik talebinde bulundu. İtalya dışında Lozan Boğazlar sözleşmesini imzalayan devletlerin katıldığı Montreux Konferansı sonunda, Boğazları tahkim etme konusunda Türkiye'ye tam yetki veren ve Karadeniz'de kıyısı bulunmayan devletlerin savaş gemilerinin geçişini kısıtlayan Montreux Sözleşmesi 20 Temmuz 1936'da imzalandı.

Boğazlar Meselesi, 1945'te Yalta ve Potsdam konferanslarında müttefik devletler arasında tekrar ele alındı. Ancak kesin ve net bir anlaşmaya varılamadı. İkinci Dünya Savaşından sonra yeniden milletlerarası gündeme gelen Boğazlar meselesi, devletler arasında tartışıldı. Sovyetler Birliği, savaştan sonra siyasi dengelerin değiştiğini, bu sebeple Boğazlar rejiminde de yeni şartlara uygun bazı değişiklikler yapılması gerektiğini savundu. İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye'nin, Montreux Sözleşmesine uymadığını ileri sürerek, kendi emniyetinin sağlanması için Boğazların, Karadeniz'de kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerine kapatılmasını, Karadeniz'de kıyısı olan devletlerin savaş gemilerine ise her zaman açık tutulmasını talep etti. Ayrıca Boğazlardan geçiş rejiminin, yalnızca Türkiye ile Karadeniz'de kıyısı olan devletler arasında düzenlenmesi gerektiğini savundu. Diğer taraftan Sovyetler Birliği, düşmanca maksatlarla kullanılmasını engellemek için, Boğazların Türkiye ile Sovyetler Birliği tarafından ortak olarak savunulmasını istedi. Bu isteklerini, 7 Ağustos 1946 ve 24 Eylül 1946 tarihli iki notayla Türk hükümetine bildirdi. ABD ve İngiltere, Boğazlar rejimi hakkında yeni bir düzenleme yapılmasına karşı olmadıkları için, Sovyetler Birliği'nin teklifini kabul ediyorlardı. Fakat diğer batılı ülkeler, Boğazlar rejiminin Montreaux Sözleşmesinin esasları dahilinde, milletlerarası bir toplantıda görüşülmesi gerektiğini savundular. Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında ikili görüşmeler yapılmasını kabul etmediler. Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, Sovyetler Birliği'nin notalarına karşı 22 Ağustos 1946 ve 18 Ekim 1946 tarihlerinde verdiği notalarla, Boğazlar rejiminde yapılacak bir değişikliği ilke olarak kabul ediyor, ama bunun ikili görüşmeler yoluyla değil de milletlerarası bir toplantıda ele alınması gerektiğini bildiriyordu. Bu notalarda ayrıca, Boğazlar konusunda ortak savunma talebinin kesinlikle kabul edilemeyeceği açıklandı.

Bu sırada meydana gelen bazı önemli siyasî ve askerî gelişmeler, Boğazlar rejiminin yeniden değiştirilmesi konusunda milletlerarası konferans toplanması teşebbüsünü neticesiz bıraktı. Dolayısıyla Boğazlar rejiminde bir değişiklik olmadı. Böylece Montreux Sözleşmesinin hükümleri, günümüze kadar değiştirilmeden yürürlükte kaldı.


Ekleme Tarihi: 04.08.2006 - 17:19
tahabiri üyenin diğer mesajları tahabiri`in Profili tahabiri Özel Mesaj Kapalı Sayfanın başına dön
Konu: Osmanli'nin FethettİĞİ Ülkelere GÖtÜrdÜĞÜ Adalet
tahabiri su an offline tahabiri  
Osmanli'nin FethettİĞİ Ülkelere GÖtÜrdÜĞÜ Adalet
39 Mesaj -

Osmanli'nin FethettİĞİ Ülkelere GÖtÜrdÜĞÜ Adalet

Osmanlı İmparatorluğu, kurucusu olan Osman Bey'den başlamak üzere Fatih Sultan Mehmet ve diğer padişahların adil yönetimleri ile tüm insanlığa örnek olmuştur. Onların zamanlarında her dinden, her inançtan insan bir arada huzur içinde yaşamıştır.
İslam ahlakının yaşandığı toplumlarda sosyal hayatın nasıl huzur ve barış içinde sürdürüldüğünü, tarih bize pek çok örnekle göstermiştir. Bu adil yönetimlerden biri de Osmanlı Devleti'dir. Osmanlı İmparatorluğu asırlar boyunca üç büyük kıtanın büyük bir bölümüne hakim olmuştur. Bugün Balkanlar'da, Ortadoğu'da, Kuzey Afrika'da ve daha pek çok yerde Osmanlı'nın izlerini görmek mümkündür. Osmanlı ayak bastığı her yerde Türk'ün üstün karakterinin tanınmasına vesile olmuştur. La Martine'in 1854 yılında basılan Histoire de la Turquie isimli 10 ciltlik eserinden yapılan bir alıntı Osmanlı'nın günümüzdeki izlerini çok güzel yansıtmaktadır:
"İzmir'i, İstanbul'u, Suriye'yi, Lübnan'ı ziyaret edin. Oralarda manastırlara, dini mekanlara, eğitim kurumlarına girin. Dini eğitim veren yerlere bakın ve 'Osmanlı'nın, size karşı davranışında ve korumasında bir eksiklik var mıydı?' diye sorun. Hepsi size "Osmanlı'nın ve Sultan'ın tarafsızlığından" söz edecektir… Gerçek şu ki, bu dini yerlerin yönetiminde Osmanlı tam bir tarafsızlık, saygı ve barış duygusuyla hareket etmiştir..."
Osmanlı İmparatorluğu, kurucusu olan Osman Bey'den başlamak üzere Fatih Sultan Mehmet ve diğer padişahların adil yönetimleri ile tüm insanlığa örnek olmuştur. Onların zamanlarında her dinden, her inançtan insan bir arada huzur içinde yaşamıştır. Hatta herhangi bir mücadeleye dahi girmeden kendi istekleriyle Fatih Sultan Mehmet'e teslim olan toplumlar olmuştur. Bu da insanların onun adil yönetiminden ne derece hoşnut olduğunu göstermektedir.
Bütün İslam devletlerinde olduğu gibi, Osmanlı padişahları da fethettikleri bölgelerdeki gayrimüslimlere karşı son derece adaletli davranmışlardır. Kuran ahlakına göre o ülkelerin yerli insanları Allah'ın kendilerine bir emanetidir. Onları himaye etmek, hiç kimsenin onlara zulüm yapmasına müsaade etmemek adalet sahibi olan yöneticinin sorumluluğudur. Bu nedenle Avrupalı devletler ele geçirdikleri ülkelerde çok büyük soykırımlar gerçekleştirip, yerli halka zulümler yapıp, ülkenin tüm doğal zenginliklerini sömürürken, Osmanlı padişahları gittikleri ülkelere refah götürmeyi kendilerine gaye edinmişlerdir. Fethettikleri ülkelerdeki yerli halkın inançlarını değiştirmek için hiçbir zorlama yapmamış, aksine ibadetlerini huzur içerisinde yapabilmeleri için onlara imkan sağlamışlardır.
Avrupalı devletler ele geçirdikleri ülkelerde çok büyük soykırımlar gerçekleştirip, yerli halka zulümler yapıp, ülkenin tüm doğal zenginliklerini sömürürken, Osmanlı padişahları gittikleri ülkelere refah götürmeyi kendilerine gaye edinmişlerdir.


Ekleme Tarihi: 04.08.2006 - 17:12
tahabiri üyenin diğer mesajları tahabiri`in Profili tahabiri Özel Mesaj Kapalı Sayfanın başına dön
Konu: 20 SORUDA YARATILIŞ DELİLLERİ
tahabiri su an offline tahabiri  
20 SORUDA YARATILIŞ DELİLLERİ
39 Mesaj -

1 Yeryüzünden bir saniyede ne kadar su buharlaşmaktadır?
a) 16 ton b) 16 000 ton
c) 1 milyon ton d) 16 milyon ton

2 Sinek kuşunun kalbi saniyede ortalama kaç kez atar?
a) 850 defa b) 580 defa
c) 80 defa d) 5 defa

3 Bazı balıkların, kuyruklarında 2-3 volt gibi çok zayıf elektrik sinyalleri üretip yaymalarının sebebi nedir?
a) Haberleşme ve etraflarını algılama
b) Diğer canlıları korkutma
c) Avlarını öldürme
d) Tehlikeden korunma

4 Yarasalar, avlarının yerini nasıl bulurlar?
a) Karanlıkta görerek
b) Avını koklayarak
c) Kendi çıkardığı sesleri dinleyerek
d) Avına dokunarak

5 Ağustos böceklerinin çıkardığı ses, aşağıdakilerden hangisine eş değer şiddettedir?
a) İnsan sesine b) Araba klakson sesine
c) Sivrisinek sesine d) El bombası sesine

6 Kutuplarda yaşayan balıklar neden donmaz?
a) Derilerini ısıtacak proteinleri vardır.
b) Donacakları sularda dolaşmazlar.
c) Hızlı hareket ederler.
d) Bir arada dolaşarak ısınırlar.

7 Saatte 320 km’yi aşacak şekilde uçabilen, doğadaki en hızlı kuşlardan biri hangisidir?
a) Şahin b) Atmaca
c) Baykuş d) Doğan

8 Bir sinekkuşu, günde ihtiyacı olan besini alabilmek için yaklaşık kaç çiçekten nektar içmektedir?
a) 5000 b) 2000
c) 800 d) 100

9 Aylarca çok az enerji harcayarak hiç durmadan uçabilen kuş hangisidir?
a) Pelikan b) Albatros
c) Martı d) Kırlangıç

10 Bir denizaltı en fazla 400 metreye inebilirken, Nautilus adlı deniz canlısı en fazla kaç metreye inebilir?
a) 40 metreye b) 4.000 metreye
c)100 metreye d) 10.000 metreye

11 Her yıl sonbaharda düzenli olarak göç eden kral kelebekleri, ne kadar yol kat ederler?
a) 500km b) 1.000km
c) 4.000km d) 9.000km

12 Tüm hayatı boyunca suyun içinde yaşayan, avlanan ve üreyen ancak suda nefes alamayan canlı hangisidir?
a) Su örümceği b) Sirke sineği
c) Su kaplumbağası d) Kurbağa

13 İnsanların ancak matkap, çivi gibi teknik aletler kullanarak delebildikleri tahtayı, testere benzeri dişiyle kesen canlı hangisidir ?
a) Palamut Böceği b) Karınca
c) Örümcek d) Kırkayak

14 Kutup ayıları, buzlu sularda en fazla kaç kilometre yol alabilirler?
a) 100 km b) 4500 km
c) 2000 km d) 600 km

15 İnsan, 24 saatte yediklerini sindirebiliyorken, aşağıdakilerden hangisi yediklerini sindirmek için 2,5 güne ihtiyaç duyar?
a) Bukalemun b) Maymun
c) Fil d) Aslan

16 Yemek ve uyku da dahil beş yıl boyunca hiç yere inmeyen isli deniz kırlangıçları bu sürede yaklaşık kaç kez kanat çırparlar?
a) 100 milyon b) 50 milyar
c) 400 milyar d) 500 milyar

17 Kutup ayılarının, 1,5 metrelik kar tabakasının altındaki avlarını fark edebilmelerini sağlayan özellikleri nedir?
a) Keskin koku duyuları
b) Güçlü görme yetenekleri
c) İzleri takip edebilmeleri
d) Grup halinde avlanmaları

18 Sürü halinde yüzen küçük balıkların, güvenliklerini sağlayan en önemli duyuları hangisidir?
a) Uzaktaki nesneleri görebilmeleri
b) Sudaki basıncı algılayabilmeleri
c) Sudaki titreşimleri duyabilmeleri
d) Koku algılayabilmeleri

19 Crayola çekirgelerinin derilerinin çok parlak ve dikkat çeken renklerde olmasının sebebi nedir?
a) Zehirli olmaları
b) Renk değiştirebiliyor olmaları
c) Yiyenlerin ağzında kötü tat oluşturması için
d) Yemlerini kendilerine çekmek için

20 Ateş böceklerinin yaydığı ışığı, ampul ışığından ayıran özellik nedir?
a) Isı yayması
b) %100 verimle sadece ışık üretmesi
c) Üretirken elektrik kullanılması
d) Ateş böceklerinin ışığı, sadece uçarken yayabilmesi

CEVAP: 1.d, 2.a, 3.a, 4.c, 5.d, 6.a, 7.d, 8.b, 9.b, 10.b, 11.c, 12.a, 13.a, 14.c, 15.c, 16.c, 17.a, 18.b, 19.c, 20.b
[H2][h2


Ekleme Tarihi: 04.08.2006 - 15:18
tahabiri üyenin diğer mesajları tahabiri`in Profili tahabiri Özel Mesaj Kapalı Sayfanın başına dön
Konu: EBABİL KUŞLARI VE FİL VAKASI;
tahabiri su an offline tahabiri  
EBABİL KUŞLARI VE FİL VAKASI;
39 Mesaj -
EBABİL KUŞLARI VE FİL VAKASI;


Ebabil Kuşları: Kabe'yi yıkmak üzere büyük bir orduyla gelen Yemen valisi Ebrehe'nin ordusuna saldıran kuşlar.
Ebabil, Arapçada "bölükler, sürü, sürüler" anlamına gelir. Kelime, Kuran-ı Kerim'de Fil Suresi'nin üçüncü ayetinde geçmektedir. Fil Suresi'nde bu olay şöyle bildirilmektedir:
"Rabbinin fil sahiplerine neler yaptığını görmedin mi? Onların 'tasarladıkları planlarını' boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine ebabil (sürü sürü) kuşlarını gönderdi. Onlara 'pişirilip-sertleştirilmiş balçık taşları' atıyorlardı; Sonunda onları, yenik ekin yaprağı gibi kıldı." (Fil Suresi, 1-5)
Bu olay Peygamberimiz (sav)'in doğduğu yıl olmuş ve orduda bulunan fillerden dolayı Araplar arasında "Fil Vak'ası" olarak anılmıştır. Olay, tarihi kaynaklarda şöyle anlatılmaktadır:
Habeşistan Kralı Necaşi Ashame'nin, Yemen'e hükümdar tâyin ettiği Ebrehe b. Sabbah el-Eşrem, Mekke'ye giden kervan ve Kabe ziyaretçilerini çekmek ve San'a şehrini ticaret merkezi haline getirmek üzere burada bir tapınak yaptırdı. Ancak tapınağa gelen olmuyordu. Buna çok kızan Ebrehe Kabe'yi yıkacağına yemin etti. M.S. 571 yılında kalabalık bir ordu ve fillerle yola çıktı. (İbnü'l-Esir, el-Kâmil fi't Târih, Nşr: Tornberg, Beyrut 1965, I, 442).
Ebrehe ordusu Mekke'ye girerken dahâ önce o bölgede hiç görülmemiş, kırlangıca benzer kuş sürüleri bir anda ortaya çıkarak Ebrehe ordusuna saldırdılar. Gaga ve pençelerinde taşıdıkları taşları ve çamurdan balçıkları askerlerin üzerine bıraktıklarında onlar, kurumuş, paramparça olmuş ağaç yaprakları gibi dağıldılar. Askerler kuş saldırısında telef olup feci şekilde öldüler. Mekkeliler bu mucizeyi dağlardan seyrediyorlardı. Ebrehe, bu saldırıda acıklı şekilde öldü. (Kadı Beydâvî, Envârü't-Tenzil, Fil Sûresi tefsiri).
Buhâri ve Müslim'de, Peygamberimiz (sav)'in Mekke'nin fethi günü şöyle dediği nakledilmektedir: "Yüce Allah filleri Mekke'ye girmekten alıkoydu. Ama Resulünü ve müminleri oraya gönderdi. Dün olduğu gibi bugün de oranın hürmeti iâde olmuştur."

İslami Terimler Sözlüğü

HAFAZA MELEKLERİ;
İyi ve kötü her yapılanı gözetip hıfz etmek ve korumakla görevli melekler. Hafaza ve hafızin, hafız kelimesinin çoğuludur.
Oysa gerçekten üzerinizde koruyucular var. 'Şerefli-üstün' yazıcılar. Her yapmakta olduğunuzu bilirler. (İnfitar Suresi, 10-12)
"Hafızin" gözetleyici, amelleri ezberleyen, muhafaza eden ve koruyan anlamında tefsir edilmiştir. Ayette hafaza melekleri "kiramen" yani değerli, şerefli sıfatlarıyla anılmıştır.

HATEMÜ'L ENBİYA;
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'in "Peygamberlerin sonuncusu" anlamına gelen vasıflarından biri. Bu vasıf Kur'an-ı Kerim'de şu şekilde geçmektedir:
Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir; ancak o, Allah'ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusu (hatemü'n-nebiyyin)'dur. (Ahzab Suresi, 40)

Müslüman Bilim Adamları

ALİ KUŞÇU;
Türk-İslam Dünyasındaki astronomi ve matematik alimleri arasında, eserleriyle büyük bir üne sahip olan Ali Kuşçu, astronominin önde gelen bilginlerinden olarak kabul edilir. Özellikle bu iki alanda çağının sınırlarını aşacak kadar önemli eğitim ve öğretim çalışmalarında bulunmuştur.
* Fatih Külliyesi'nde bir güneş saati yapmıştır.
* İstanbul'un enlem ve boylam derecesini belirlemiştir.
* Ay'ın ilk haritasını çıkaran Ali Kuşçu'nun adı bugün Ay'ın bir bölgesine verilmiştir.
Ali Kuşçu'nun astronomi ile ilgili en büyük eserlerinden biri Risale-i fi'l Hey'e (Astronomi Risalesi)'dir. Matematik alanındaki büyük eseri Risale-i Hisap (Aritmetik Risalesi)'dir. 'Risaletü'l-Fethiye' adlı eseri ise 19. yüzyılda, İstanbul Mühendishanesi'nde (İstanbul Teknik Üniversitesi) ders kitabı olarak okutulmuştur.
Bu eserde, gök cisimlerinin yere olan uzaklığına yer vermiş; ayrıca dünya haritasını da kitabının sonuna eklemiştir. Burada yerkürenin eksenindeki eğikliği 23o30'17’ (23 derece 30 dakika, 17 saniye) olarak belirlemiştir. Bu, günümüz modern astronomi verilerine (23o27') (23 derece 27 dakika) oldukça yakın bir değerdir.

Müslüman Hükümdarlar

ALP ARSLAN;
Selçuk Türklerinin ikinci sultanı (1033-1072).
Tarihin en önemli zaferlerinden biri olan Malazgirt Zaferi ile Alp Arslan, Türk-İslam ve hatta dünya tarihinde neticeleri çok büyük olan bir dönüm noktasının kahramanı olmuştur. Onun, esir edilen imparatoru serbest bırakmasını bütün tarih kitapları hayranlıkla yazarlar.
"Cihan sultanı", "Ebü'l-Feth" (çok fetih yapan) ve "Sultan-ül-adil" lakapları ile anılan Alp Arslan, saltanatı süresince İslamiyet'in yayılmasına hizmet etmiştir. İslam ahlakına sıkı sıkı bağlı, inançlı bir hükümdar olan Alp Arslan İslamiyet'i içten yıkmaya çalışan gizli düşmanlara karşı çok hassas davranmıştır.
Alp Arslan, büyük tarihi zaferlerinin yanı sıra, medreseler kurmak, ilim adamlarına ve talebeye vakıf geliri ile maaşlar tahsis etmek, imar ve sulama tesisleri oluşturmak suretiyle de hizmetler yapmıştır. Ayrıca İmam-ı Azam' ın türbesini, Harizm Camii ve Şadyah kalesini ve daha pek çok eseri inşa ettirmiştir.
Ekleme Tarihi: 04.08.2006 - 13:42
tahabiri üyenin diğer mesajları tahabiri`in Profili tahabiri Özel Mesaj Kapalı Sayfanın başına dön
Konu: Kişilik Testi: Kediyi Ağaçtan İndirmek İçin Ne Yaparsınız?
tahabiri su an offline tahabiri  
Themenicon    kedimi boş ver açıkınça nasılsa iner
39 Mesaj -
kardeş boş ver kedi orda kalsın nasılsa açıkınça iner...


sen filistinden ıraktan lübnandan kısaçası ortadoğu ve müslümanların üzerinden siyonisleri nasıl indiririz ona kafa yor ve yoralım ortadoğuda oluk gibi müslüman kanı akıyor buna kafa yor ve yoralım bu gibi durumlarda ecdat ne yapmış nasıl davranmış bunlara bakalım tarih i okuyalım bilgilenelim ve bilgilendirelim şu yaşadığımız günlerde bu buhranlı dönemleri nasıl atlatırız ona bakalım da refaha kavuşunçada kedi muhabbeti yaparız sitenin yeni üyesiyim bakıyorum da hiç kimsenin aklına gelmiyor???

alın size bir öneri orta doğudaki şehit olan ve zülüm altında yaşayan din kardeşlerimize bir hatim açalım ruhlarına ve refaha kavuşmaları için hediye edelim inşallah...
Ekleme Tarihi: 02.08.2006 - 14:42
tahabiri üyenin diğer mesajları tahabiri`in Profili tahabiri Özel Mesaj Kapalı Sayfanın başına dön
Konu: Dil ve Tarih Faktörünün Önemi
tahabiri su an offline tahabiri  
Dil ve Tarih Faktörünün Önemi
39 Mesaj -

Dil ve Tarih Faktörünün Önemi
Atatürk'ün Türk Milliyetçiliğini geliştirmek ve sağlamlaştırmak için kullandığı iki önemli yöntem, tarih ve dil unsurlarında ortaya çıkmaktadır. Ortak bir kültürden gelen Türk Milleti bu tarihte, ülküde birliğinin farkına varmalıydı. İşte bu amaçla ilk olarak Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu kurulmuştur. Ulusal kimliği geliştirici işlevler yerine getirmek üzere kurulan bu kurumların çalışmaları, milliyetçilik ilkesini birleştirici ve bütünleştirici bir çizgiye oturtmuştur. Bu şekilde bir çatı altında birleşen devletin hızla eğitilmesi, ve yıllar boyunca oluşan açıkları kapatmak da çok kapsamlı bir çalışma gerektirmekteydi. Atatürk "Milli duygu ve dil arasındaki bağ çok güçlüdür. Dilin milli ve zengin olması milli duygunun gelişmesinde başlıca etkendir" derken, cumhuriyetin en temel ilkelerinden olan milliyetçilik ilkesinin yerleşmesinde milli tarihin ve milli dilin önemini vurguluyordu. Bu girişimle çağdaşlaşma yolunda da çok önemli bir adım atılıyordu.
Cumhuriyetçilik, Halkçılık ve Devletçilikle beslenen Atatürk milliyetçiliği, hiç kuşkusuz çağdaşlaşma yolunda atılan en önemli adımdır. Atatürk liderliğinde kazanılan İstiklal Savaşı'nın başlıca dayanağı Türk milliyetçiliğidir. Zaferden sonra yürürlüğe sokulan Türk inkılabının amacı da; Türk Milleti'ni tümü ile çağdaş yapmaktır. Atatürkçü yaklaşımda millet olma duygusunun güçlendirilmesi ile çağdaşlaşma birbirini tamamlamaktadır. Atatürk bir yandan Türk Milleti'ni çağdaş yapmak, diğer yandan tarih ve dil çalışmaları ile Türk kültürünün milli temellerini geliştirmek istemiştir.
Ona göre tarihçiliğimizdeki bu eksiklik Türk milliyetçiliğinin uyanışındaki gecikmenin sonucu idi. Dünya milletleri Osmanlı ülke ve devletinden "Türkiye", "Türk İmparatorluğu" diye bahsederken, bizde "Türk" sözü dile bile alınmıyordu. İlk defa Batılı Türkologların, Orta Asya'da başlayan Türk tarihine dikkati çeken eserler yayınlamaları, Türk tarihine karşı ilgiyi uyandırmış ve böylece Türk tarihçileri Türk Milleti'nin tarihine yer vermeye başlamışlardır.

Türkiye Cumhuriyeti yeni bir devletti. Ancak bu devleti kuran Türk Milleti, uzun ve parlak bir tarihe sahipti. Bu köklü milletin tarihi aydınlığa çıkarılmalıydı. İşte Atatürk'ü tarih konusuna eğilmeye sevkeden başlıca sebep bu idi. Atatürk'ün ön ayak olması ile 1930'da "Türk Tarihi Ana Hatları" yayınlandı. 12 Nisan 1931'de Atatürk'ün direktifi ile daha sonra "Türk Tarih Kurumu" adını alan "Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti" kuruldu ve dört ciltlik bir "Genel Tarih" yayınlanarak burada ağırlık Türk tarihine verildi.

Milli Eğitimin Önemi
Eğitim, insanın davranışlarında, fikir ve ideallerinde, hayata bakış açısında, estetik ve sanat anlayışında, ahlakında ve bunun gibi daha pek çok konudaki ilerleme sürecini göstermektedir. Atatürk, eğitim sisteminin kaliteli ve çağdaş sınırın çok daha ilerisinde olması için daima yeni fikirlerle beslenmesi gerektiği inancını taşımış, sahip olduğu kararlılık sayesinde Türk Milleti'nin ilerlemesine öncülük etmiştir. Türk Milleti'nin gerek Türkiye hudutları içerisinde, gerekse bu hudutların dışında varlığını sürdürebilmesi, iktisadi ve sosyal alandaki gelişimi, her zaman eğitim ve kültür düzeyi ile doğru orantılı olarak ilerlemiştir. Bundan dolayıdır ki, Ulu Önder yaşamı boyunca milli ve dini eğitimin geliştirilmesine büyük önem vermiştir.

Milletini daima, daha çok düşünmeye, geliştirmeye, aklın ve ilmin yolundan ayrılmamaya teşvik etmiştir. Toplumda kadın erkek ayrımı gözetmeksizin, tüm fertlerin bu değerleri kazanmasını sağlamak için, döneminde birçok okul açılmış, kaliteli eğitmenler yetiştirilmiş, yeni nesillerin gelişimi için geniş imkanlar hazırlanmıştır.

Atamızın bu konuya verdiği önemi şu sözlerinden anlamak da mümkündür:
Bu büyük gerçeği, Türk dünyasının aydınları, Türk dünyasının bilginleri, Türk dünyasının muallimleri, öğretmenleri yeni yetişenlere sizler öğretmelisiniz. Sizin işiniz de silahlı mücahitler ve harp kahramanlarının işi kadar zordur; ancak o kadar da şereflidir. Türk Milleti'ni, dünyanın her tarafında gelecek asırların belasına, kazasına, çilesine göğüs gererek; refah ve saadetine, güçlü ve şerefli günlerine eriştirecek olanlar sizlersiniz. Bu bakımdan emeğiniz, gayretiniz, sabrınız, çileniz, toplanışınız, dağılışınız, fikirleriniz, son derece değerlidir, mübarektir. Bu sebeple devam etmeli, verimli ve semereli olmalıdır.
Atamız'ın 03.08.1932 tarihinde söylemiş olduğu, milli başarımızın sırrı olacak ve büyük değer taşıyan şu öğüdünü de unutmayalım;
Asıl uğraşmaya mecbur olduğumuz şey yüksek kültürde ve yüksek fazilette dünya birinciliğini tutmaktır. (Atatürk, Mehmet Özel, Milliyet Yayınları. s.258)

Atatürk Milliyetçiliği Anlatıyor
Arkadaşlar, bir ulusun dürüst bir varlık ve saygın bir yer sahibi olması için o toplumun sadece bilgili ve fenden haberli olması yetmez. Tüm bilimlerin ve herşeyin üstünde bir özelliğe sahip olması gerekir ki, o da o ulusun belirli ve olumlu bir düzeyde bulunmasıdır. Böyle bir yaradılışta olmayan bireyler ve o bireylerden oluşan uluslar hiçbir zaman gerçek bir devlet kuramazlar. Böyle uluslar sadece birer fesat ocağı olur...
Biz ulusun fikirlerini uygulamakta çok gecikmiş ve bu konuda kayıtsızlık etmişizdir. Bunun zararlarını daha çok çalışarak gidermeliyiz. Milliyet kavramını, milliyet ülküsünü çözüm yolundaki görüşlerin dünyada uygulanabilme olanağı bulunamamıştır. Çünkü, tarih, olaylar, olup bitenler, gözlemler hep insanlar ve uluslar arasında milliyetin hep üstün geldiğini göstermiştir ve milliyet ilkesi aleyhindeki büyük boyutlarda eylemi deneyimlere karşın yine de milliyet duygusunun öldürülemediği ve bu duygunun yine de güçlü bir biçimde canlılığını koruduğu görülmektedir. Özellikle bizim ulusumuz milliyetinden habersiz görünmenin çok acı cezalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu içindeki çeşitli topluluklar hep ulusal ilkelerine sarılarak, milliyet ülküsünün gücüyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlardan yabancı bir ulus olduğumuzu sopayla aralarından kovulduğumuz zaman anladık. Gücümüzün azalması üzerine bizi horladılar ve aşağıladılar. Anladık ki kusurumuz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak önce bizim kendi benliğimize ve milliyetimize o saygıyı duygu planında, fikir planında, eylemli olarak tüm eylemlerimiz ve davranışlarımızla gösterelim ve bilelim ki ulusal benliğini bulamayan uluslar başka uluslar için birer avdır.
Ulusal varlığımıza düşman olanlarla dost olmayalım. Böylelerine karşı bir Türk ozanının dediği gibi "Türküm düşmanım sana, kalsam da bir kişi" diyelim. Düşmanlarımıza bu gerçeği ifade ettiğimiz gün; kanımıza, ülkümüze, geleceğimize yan bakan her kişiyi düşman bellediğimiz gün, ulusal benliğimize uzanacak her eli şiddetle kırdığımız gün, ulusun önüne dikilen her engeli hemen devirdiğimiz gün gerçek kurtuluşa ulaşacağız. Ve sizler gibi aydın, kararlı inançlı gençler sayesinde o kurtuluşa kavuşacağımıza inanabilirsiniz." (20.3.1923, Konya Gençleriyle Sohbet.)bilim araştırma fakfından alıntıdır


Ekleme Tarihi: 01.08.2006 - 18:15
tahabiri üyenin diğer mesajları tahabiri`in Profili tahabiri Özel Mesaj Kapalı Sayfanın başına dön
Konu: Muhammed Aleyhisselam (biyografiler)
tahabiri su an offline tahabiri  
Fevzi Çakmak
39 Mesaj -
Fevzi Çakmak

GÖREV SÜRESİ:
12 Temmuz 1922 - 3 Mart 1924 (Orgeneral)
3 Mart 1924 - 12 Ocak 1944 (Mareşal)

Mareşal ÇAKMAK;1876 yılında İstanbul'da doğdu. 1895 yılında Teğmen rütbesi ile Harp Okulu'nu bitirdikten sonra, aynı yıl girdiği Harp Akademisi'ni 1898 yılında bitirerek Kurmay oldu. Bu tarihten itibaren ordunun çeşitli kademelerinde karargah ve birlik komutanlığı görevlerinde bulundu. 1914 yılında Tümgeneralliğe yükseldi. Çeşitli birliklerde Kolordu Komutanlığı, Anafartalar Grup Komutanlığı ve Ordu Komutanlığı görevlerinde bulundu. 6 Ocak 1918 tarihinde Genelkurmay Başkanlığına atandı. 28 Temmuz 1918 tarihinde Korgeneralliğe yükseldi. 27 Mayıs 1919 tarihine kadar bu görevi yürüttü. 1 nci Ordu Müfettişliği'nden sonraki Harbiye Nazırlığı görevinden 21 Nisan 1920 tarihinde istifa ederek Anadolu'ya geçti. Milli Müdafaa Vekili ve Heyeti Vekile Reisliği görevine atandı. 3 Nisan 1921 tarihinde Orgeneral, 31 Ağustos 1922 tarihinde de Büyük Zafer'in kazanılmasındaki yüksek hizmetlerini takdiren Mareşalliğe terfi ettirildi. 12 Temmuz 1922 - 3 Mart 1924 tarihleri arasında Genelkurmay Başkanlığı Vekilliği, 3 Mart 1924 tarihinden 12 Ocak 1944 tarihine kadar Genelkurmay Başkanlığı yaptı. 12 Ocak 1944 tarihinde yaş haddinden emekli oldu.

Fransızca, İngilizce, Almanca bilir. Evli 2 çocukludur.

Arnavutluk Harekatı ve İsyanı'na, İtalya, Balkan, 1 nci Dünya ve Kurtuluş Savaşları'na katıldı.

12 Nisan 1950 tarihinde vefat etti. Eyüp Sultan'da toprağa verildi.
Ekleme Tarihi: 01.08.2006 - 10:54
tahabiri üyenin diğer mesajları tahabiri`in Profili tahabiri Özel Mesaj Kapalı Sayfanın başına dön
Konu: Muhammed Aleyhisselam (biyografiler)
tahabiri su an offline tahabiri  
Evliya Çelebi
39 Mesaj -
Evliya Çelebi

Seyyah-yazar

Asıl adı Derviş Mehmed Zillî olan Evliya Çelebi 1611 yılında İstanbul Unkapanı'nda doğdu. Babası Derviş Mehmed Zillî, sarayda kuyumcubaşıydı.Evliya Çelebi'nin ailesi Kütahya'dan gelip İstanbul'un Unkapanı yöresine yerleşmişti. İlköğrenimini özel olarak gördükten sonra bir süre medresede okudu, babasından tezhip, hat ve nakış öğrendi. Musiki ile ilgilendi. Kuran'ı ezberleyerek "hafız" oldu. Enderuna alındı, dayısı Melek Ahmed Paşa'nın aracılığıyla Sultan IV. Murad'ın hizmetine girdi.

SEYAHAT YA RESULALLAH

Evliya Çelebi Seyahatname’nin girişinde seyahate duyduğu ilgiyi anlatırken bir gece rüyasında Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed'i gördüğünü, ondan "şefaat ya Resulallah" diyerek şefaat isteyecek yerde, şaşırıp "seyahat ya Resulallah" dediğini, bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz'in ona gönlünün uyarınca gezme, uzak ülkeleri görme imkanı verdiğini yazar.

NERELERİ GEZDİ

Evliya Çelebi bu rüya üzerine 1635'te, önce İstanbul'u dolaşmaya, gördüklerini, duyduklarını yazmaya başladı. 1640’larda Bursa, İzmit ve Trabzon’u gezdi, 1645'te Kırım'a Bahadır Giray'ın yanına gitti. Yakınlık kurduğu kimi devlet büyükleriyle uzak yolculuklara çıktı, savaşlara, mektup götürüp getirme göreviyle, ulak olarak katıldı. 1645'te Yanya'nın alınmasıyla sonuçlanan savaşta, Yusuf Paşa'nın yanında görevli bulundu.1646'da Erzurum Beylerbeyi Defterdarzade Mehmed Paşa'nın muhasibi oldu. Doğu illerini, Azerbaycan'ın, Gürcistan'ın kimi bölgelerini gezdi. Bir ara Revan Hanı'na mektup götürüp getirmekle görevlendirildi, bu sebeple Gümüşhane, Tortum yörelerini dolaştı. 1648'te İstanbul'a dönerek Mustafa Paşa ile Şam'a gitti, üç yıl bölgeyi gezdi. 1651'den sonra Rumeli'yi dolaşmaya başladı, bir süre Sofya'da bulundu. 1667-1670 arasında Avusturya, Arnavutluk, Teselya, Kandiye, Gümülcine, Selanik yörelerini gezdi.

SEYAHATNAME’NİN ÖZELLİKLERİ

Evliya Çelebi 50 yılı kapsayan bir zaman dilimi içinde gezdiği yerlerde toplumların yaşama düzenini ve özelliklerini yansıtan gözlemler yapmıştır. Bu geziler yalnız gözlemlere dayalı aktarmaları, anlatıları içermez,araştırıcılar için önemli inceleme ve yorumlara da olanak sağlar. Seyahatname'nin içerdiği konular, belli bir çalışma alanını değil, insanla ilgili olan her şeyi kapsar. Üslup bakımından ele alındığında, Evliya Çelebi'nin, o dönemdeki Osmanlı toplumunda, özellikle Divan edebiyatında yaygın olan düzyazıya bağlı kalmadığı görülür. Divan edebiyatında düzyazı ayrı bir marifet ürünü sayılır, ağdalı bir biçimle ortaya konurdu. Evliya Çelebi, bir yazar olarak, bu geleneğe uymadı, daha çok günlük konuşma diline yakın, kolay söylenip yazılan bir dil benimsedi. Bu dil akıcıdır, sürükleyicidir, yer yer eğlenceli ve alaycıdır.Evliya Çelebi gezdiği yerlerde gördüklerini, duyduklarını yalnız aktarmakla kalmamış, onlara kendi yorumlarını, düşüncelerini de katarak gezi yazısına yeni bir içerik kazandırmıştır. Burada yazarın anlatım bakımından gösterdiği başarı uyguladığı yazma yönteminden kaynaklanır. Anlatım belli bir zaman süresiyle sınırlanmaz, geçmişle gelecek, şimdiki zamanla geçmiş iç içedir. Bu özellik anlatılan hikayelerden, söylencelerden dolayı yazarın zamanla istediği gibi oynaması sonucudur. Evliya Çelebi belli bir süre içinde, özdeş zamanda geçen iki olayı, yerinde görmüş gibi anlatır, böylece zaman kavramını ortadan kaldırır. Seyahatname'de, yazarın gezdiği, gördüğü yerlerle ilgili izlenimler sergilenirken, başlı başına birer araştırma konusu olabilecek bilgiler, belgeler ortaya konur. Bunlar arasında öyküler, türküler, halk şiirleri, söylenceler, masal, mani, ağız ayrılıkları, halk oyunları, giyim-kuşam, düğün, eğlence, inançlar, komşuluk bağlantıları, toplumsal davranışlar, sanat ve zanaat varlıkları önemli bir yer tutar Evliya Çelebi insanlara ilgili bilgiler yanında, yörenin evlerinden, cami, mescid, çeşme, han, saray, konak, hamam, kilise, manastır, kule, kale, sur, yol, havra gibi değişik yapılarından da söz eder. Bunların yapılış yıllarını, onarımlarını, yapanı, yaptıranı, onaranı anlatır. Yapının çevresinden, çevrenin havasından, suyundan söz eder. Böylece konuya bir canlılık getirerek çevreyle bütünlük kazandırır.Seyahatname'nin bir özelliği de değişik yöre insanlarının yaşama biçimlerine, davranışlarına, tarımla ilgili çalışmalarından, süs takılarına,çalgılarına dek ayrıntılarıyla geniş yer vermesidir. Eserin bazı bölümlerinde, gezilen bölgenin yönetiminden, eski ailelerinden, ileri gelen kişilerinden, şairlerinden, oyuncularından, çeşitli kademelerdeki görevlilerinden ayrıntılı biçimde söz edilir.Evliya Çelebi'nin eseri dil bakımından da önemlidir. Yazar, gezdiği yerlerde geçen olayları, onlarla ilgili gözlemlerini aktarırken orada kullanılan kelimelerden de örnekler verir. Bu örnekler, dil araştırmalarında, kelimelerin kullanım ve yayılma alanını belirleme bakımından yararlı olmuştur. Evliya Çelebi'nin Seyahatname'si çok ün kazanmasına rağmen, ilmi bakımdan, geniş bir inceleme ve çalışma konusu yapılmamıştır.1682'de Mısır'dan dönerken yolda ya da İstanbul'da öldüğü sanılmaktadır.

ESERİ: Seyahatname, ilk sekiz cilt: 1898-1928, son iki cilt: 1935-1938.

Evliya Çelebi Seyahatnamesi
Topkapı Sarayı Bağdat 304 Yazmasının Transkripsiyonu - Dizini
1. Kitap
Evliya Çelebi
Yapı Kredi Yayınları / Özel Dizi

"Evliya Çelebi Seyahatnamesi", 1994'te yitirdiğimiz, yeri doldurulamaz değerli Türkolog Orhan Şaik Gökyay'ın her zaman ve en çok ilgisini çeken eserlerden biri olmuştu.

Gökyay, bu dil anıtı üzerine yoğunlaşma imkanını ancak ömrünün son yıllarında bulabildi. 1988 yılında, seyahatnamenin birinci cildinin, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi Bağdat 304'te kayıtlı bulunan ve birçok araştırmacının müellif nüshası kabul ettiği yazması üzerinde çalışmaya başladı. Transkripsiyonlu Metin, Sözlük ve Dizin olarak üç cilt halinde düşündüğü eserin yazık ki sadece transkripsiyonlu metin kısmını hazırlayabildi. Sonradan, metin üzerindeki çalışmalar, onun çizdiği çerçeve içinde sürdürülüp tamamlandı.

Ayrıca, Yücel Dağlı'nın, Orhan Şaik Gökyay'ın izniyle İstanbul Üniversitesi'nde yüksek lisans tezi olarak hazırladığı "Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nin 1. Cildindeki Yer ve Şahıs İsimleri İndeksi (1994)", bu yayın dolayısıyla yeniden gözden geçirildi. Bu çalışmaya rütbeler, kurumlar, terimler, bitkiler, meydanlar, camiler... vb. önemli-önemsiz hemen her şeyin eklenmesiyle geniş bir "Dizin" oluşturuldu. Böylece, ortaya hem Evliya Çelebi'nin hem de Orhan Şaik Gökyay'ın önemlerine yaraşır bu kitap çıktı; kıvançla sunuyoruz.


Evliya Çelebi Seyahatnamesi
Topkapı Sarayı Bağdat 304 Yazmasının Transkripsiyonu - Dizini
2. Kitap
Evliya Çelebi
Yapı Kredi Yayınları / Özel Dizi

19 Ağustos 1630 gecesi, rüyasında gördüğü Hz. Peygamber'in elini öperken heyecanlanıp "Şefaat ya Resulallah" diyecek yerde "Seyahat ya Resulallah" diyerek kendi geleceğine farklı bir kapı aralayan garip bir gezgin, tam kırk yıl boyunca bütün Osmanlı coğrafyasını adım adım dolaştı. Kimi zaman han odalarında menakıb dinledi, kimi zaman da çarşıların kalabalığına karışıp değişik kültürlerin insanlarıyla tanıştı. Zengin konaklarına misafir oldu; dağ başlarında, terkedilmiş kalelerde bir ateşin etrafına toplanmış bozkırlarla dertleşti. Liman kentlerine uğradı; yıkık surları adımlarıyla ölçtü, binbir çeşit nesneyi elleriyle tarttı.

Kervanlara katılıp hayallerin ötesine yürüdü. Çağlar öncesinin kralları, sultanları sanki onun arkadaşıydılar; öykülerini anlattılar, kıssadan hisse verdiler. O, bütün bir Osmanlı geleneğinin zamanı ve mekanı aşan hafızası idi. Asıl adı bilinmiyor; ama dünya onu Evliya Çelebi olarak tanıdı.

Evliya Çelebi üzerine çok şey yazıldı ve söylendi; fakat onun bir insan ömrü adadığı Seyahatname'si, bu güne kadar tam olarak yayımlanmadı. Çünkü o, eleştirel bilinci klasik medhiyeciliğin üstünde tuttuğu için sansüre uğradı. Sonuçta bu göz kamaştırıcı kültür hazinesi, az sayıda uzmanın yararlanabildiği 10 ciltlik bir yazma külliyatı olarak kaldı.

Yapı Kredi Yayınları, Evliya Çelebi Seyehatnamesi'nin Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi'ndeki asıl yazma nüshasını yayımlamakla, geçmişimizi geleceğimizle buluşturduğuna inanıyor. Bu inancı paylaşan herkes için, artık yolculuk zamanıdır.

Seyahatname
(Gördüklerim)
Evliya Çelebi
İnkilap Kitabevi / Tarih-İnceleme-Biyografi Dizisi

Bu kitap : "Seyahatname"sinin içinden kendisinin gördüğü ya da dinlediği olayların seçilmesi ile ortaya çıktı. Seyahatname, çok yönlü bir yapıttır. Birkaç yerde kendisi de asıl maksadın dışına çıktığını, bu işte olan bitenleri ayrıntılarla yazsa başkaca bir cilt olacağını işaret eder. Bunların arasından kendisinin de arasıra "sergüzeşt-i hakiranemiz, serencam-ı fakiranemiz" yollu sözlerle, dile getirdiği olayların fazla olduğunu söyler. Evliya, tarih kitaplarında sonuçları anlatılmış kimi savaşları, ayaklanmaları içinde imiş gibi yakından izlemek ve gözlemek durumunda bulunmuştur. Çağı, on yedinci yüzyılın karmakarışık bir zamanıdır. Güvenilir, iş başarabilir kişi olarak Defterzade Mehmet Paşanın, Melek Ahmet Paşanın dairelerinde bulunmuş olayı bir insan görüş alanından çıkarıp da genel tasvirler, basmakalıp sözlerle anlatmıyor, karda, tipide, vuruşma ve çatışmalardaki bir insan kalabalığının sıkıntısını, bunalımını bir tablo halinde değil çektiklerini, gözüyle gördüklerini anlatarak okuyanı etkiliyor..

Manis İli Genel Kitaplığındaki yazma nüshadan olduğu gibi aktarılmıştır. Metinde bir değiştirme yapılmamıştır. Zamanımıza göre bilinmeyen kimi sözcükler okuyucunun dikkatini kesmemek için [...] işareti arasında kara harflerle açıklanmıştır. Olayların genel bir görüş ile anlaşılabilmesi için de her bölüm başında bazı bilgiler verilmiştir.
X

HAKKINDA YAZILANLAR

‘Evliya Çelebi Seyahatnamesi Okuma Sözlüğü’ (1)
HİLMİ YAVUZ Zaman 22.09.2004

Prof. Dr. Doğan Kuban, 1984 yılında (Mart 1984, 3/21) Ankara’da yayımlanan ‘Boyut’ Dergisi’nde (ayraç içinde belirteyim: ‘Boyut’, plastik sanatlar alanında bugüne değin ülkemizde basılmış, az sayıda nitelikli dergilerden biridir) yayımlanan ‘Geleneksel Türk Kültüründe Nesneler Dünyasına Bakış’ başlıklı yazısında, Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin, mimarlık tarihine ilişkin bir kaynak olarak kullanılmasının mümkün olmadığını söyler, ‘mesela, Süleymaniye [Camii]’nin tanımını yapan bölüm iyice incelendiği zaman, bu bilgilerle Süleymaniye’nin rökonstrüksiyonunun yapılamayacağını kabul etmek zorunda kalırsınız’ der.

Kuban, Evliya’nın, ‘heyecan dolu dil[ine] karşın, ne caminin şeması, ne büyüklüğü [...] bakımından yeterli bilgi edinip bundan Süleymaniye’nin nasıl bir yapı olduğunıu çıkarmak olanağı[nın]’ bulunmadığını; [ç]ünkü Osmanlı kültüründe, nesneler[in] değil, ilişkiler[in] önem taşı[dığını]’ belirtir ve şöyle der: ‘Bu nedenle de sosyal yaşama ilişkin gözlemleri o kadar ilginç olan Evliya’yı, güvenilir bir mimari tarihi kaynağı olarak kullanmak olanaksızdır. Kuşkusuz bu yargı, Evliya’nın yine de önemli bir tarihi kaynak olma niteliğini değiştirmez.’

Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si, Osmanlı sosyal tarihi araştırmaları bağlamında, gerçekten son derece ayrıntılı bir envanter sunar. Bu sosyal tarih envanterinin bir bölümü (hatta önemli bir bölümü!) Evliya’nın 17. yüzyıl Osmanlı coğrafyasının içinde ve dışında konuşulan dillere ve dialektlere ilişkindir. Dolayısıyla Seyahatname, Kuban’ın belirttiği gibi mimarlık tarihi açısından yararlanılabilir olmasa da, özellikle Türk Dili tarihi araştırmaları bakımından, bulunmaz bir kaynaktır.

Özellikle Türk Dili tarihi, demem boşuna değil. Neredeyse 20 yıldan beri Evliya Çelebi Seyahatnamesi üzerinde çalışan ABD’li değerli bilim adamı Prof. Dr. Robert Dankoff’un, 1989 yılında toplanan ‘Uluslararası Altaistik Konferansı’na sunduğu, ‘Turkic Languages and Turkish Dialects according to Evliya Çelebi’ başlıklı bildiride de belirttiği gibi (bu bildiri Bernt Brendemoen’in editörlüğünde, ‘Altaica Osloensia’da, Oslo’da yayımlanmıştır), ‘Seyahatname’de, Evliya Çelebi’nin gezileri sırasında saptadığı, Türkçe dışındaki (‘non Turkic&#8217göz kırpma otuz dil’den başka, Türkçe konusunda da çok zengin malzeme bulunmak- tadır.’ Dr. Dankoff, Evliya’nın genelde Türkologların Arapça metinlerde saptamakta güçlük çektikleri ‘fonetik nüansları’ da gösterdiğini bildiriyor. i k i/

Görülüyor: Seyahatname, Türkçe dışında otuz (evet, otuz!) dile ilişkin bilgileri içerdiği gibi, Türkçe’nin Anadolu’nun farklı yörelerinde ve Orta Asya coğrafyasında konuşulduğu biçimiyle de ilgilenmiştir. (Ayraç içinde belirteyim: Bu diller arasında Kıbti dili, Arapça, Macarca, Tatarca, Nogayca, Arnavutça, Yunanca, Slav dilleri, Ukraynaca, Kafkasya dilleri, Gürcüce, Kalmıkça, İtalyanca ... da bulunuyor). Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin ihtiva ettiği bu göz kamaştırıcı dil malzemesi (‘hazinesi’ demek belki daha doğru!) üzerinde yıllar süren ve gerçekten büyük emek ve entelektüel donanım isteyen çalışmasını, Dr. Dankoff, ‘An Evliya Çelebi Glossary’ başlığı ile, 1991 yılında yayımlamıştı. (‘Glossary’, Harward Üniversitesi ‘Yakın Doğu Dilleri ve Medeniyetleri’ Bölümü’nün yayını olarak basılmıştır.) Kitabın alt başlığı ise, ‘Unusual, Dialectical and Foreign Words in the Seyahatname’dir. (Dankoff’un deyişiyle: ‘Seyahatname’deki Yabancı Kelimeler, Mahalli İfadeler&#8217göz kırpma.

Prof. Dr. Robert Dankoff’un ‘Glossary’sinden, bugüne kadar ancak İngilizce bilenler yararlanmaktaydı. Şimdiyse bu eser, Prof. Dr. Semih Tezcan gibi çok değerli bir dilbilimci tarafından ‘katkılarla İngilizceden çev[rilmiş]’ bulunuyor. Dr. Tezcan, Dr. Dankoff’un ‘An Evliya Çelebi Glossary’ için Türkçe karşılık olarak uygun gördüğü ‘Evliya Çelebi Lügatı’ yerine, ‘’Evliya Çelebi Seyahatnamesi Okuma Sözlüğü" demeyi tercih etmiş.

‘Okuma Sözlüğü’nü tanıtmaya önümüzdeki hafta da devam edeceğim.
Ekleme Tarihi: 01.08.2006 - 10:48
tahabiri üyenin diğer mesajları tahabiri`in Profili tahabiri Özel Mesaj Kapalı Sayfanın başına dön
Konu: Muhammed Aleyhisselam (biyografiler)
tahabiri su an offline tahabiri  
Cahar Dudayev
39 Mesaj -
Cahar Dudayev

Çeçenistan'ı özgürlüğü kavuşturan Cahar Dudayev, 1944 yılının Şubat ayında Çeçenistan'ın Yalho köyünde doğdu. Hayata gözlerini açar açmaz Rus baskısı ile tanıştı. 23 Şubat 1944'te Sibirya'ya sürgün edilenlerin arasına katıldığında daha annesinin kucağında 15 günlük bir bebekti. Çocukluk yılları Sibirya bozkırlarında çok güç şartlar altında geçti. Orta öğrenimini burada tamamladı. 1962 yılında Tambov Askeri Pilot Yüksek Okulu'ndan, 1966 yılında da Uzak Mesafe Uçakları Pilot ve Mühendis Yetiştirme Yüksek Okulu'ndan mezun oldu. 1974 yılında Gagarin Hava Harp Akademisi'ni de bitiren Dudayev, 1. Sınıf pilot ve mühendis ünvanını kazandı. S.S.C.B. hükümeti tarafından kendisine 12 madalya verildi. Tümgeneralliğe yükseldi. Sovyet tarihinde Stratejik Hava Kuvvetleri'nde Tümen Komutanı olmayı başaran ilk Müslüman olarak adından bahsettirdi.

Çeçenistan Devlet Başkanı olmadan önce Baltık Cumhuriyetlerinde yaşanan bağımsızlık hareketlerini bastırmadığı için adı isyancı generale çıktı. 1989'da Estonya'da Stratejik Hava Kuvvetleri Filoları Komutanlığı'nda görev yaparken Baltık ülkelerinde başlayan bağımsızlık hareketlerinin kuvvet kullanılarak bastırılması için Moskova'dan emir aldı. Ancak bu emri "yurdunun bağımsızlığı için mücadele eden bir halkın üstüne bomba atmam" diyerek yerine getirmedi. Moskova bu itaatsizliği hazmedemedi ve Dudayev'e ceza olarak askeri birliği ile birlikte Grozni'ye sürgüne gönderildi. 1990 yılının Mayıs ayında görevinden istifa etti. Rusya bu "isyancı" komutanın önderlik edeceği birçok olaya gebeydi.

Kasım 1990'da toplanan Çeçen Halkının Kurultayı'na davet edildi ve sonradan "Çeçen Ulusal Kongresi" adını alan bu halk meclisinin icra kurulu başkanlığına seçildi.
19-21 Ağustos 1991'de Gorbaçov'a karşı girişilen başarısız darbe teşebbüsü sırasında darbecilerin karşısında yer aldı. Akabinde, darbecilerle işbirliği yapan Çeçen-İnguş Cumhuriyeti Hükümeti'ni düşürmek için başlatılan halk hareketinin başına geçti. Demokratik güçler, aydınlar ve tüm Çeçen halkı kendisini destekledi. 27 Ekim 1991'de yapılan seçimlerde %85 oranında aldığı oyla Çeçenistan Cumhurbaşkanlığı'na seçildi.Rusya'nın 11 Aralık 1994 tarihinde Çeçenistan'a karşı başlattığı işgal ve soykırım hareketine karşı Cahar Dudayev, "Son Çeçen canını vermeden Ruslar ülkemize hakim olamaz" diyerek, halkına "Cihad" emrini verdi.Dudayev'in önderliğindeki Çeçen halkı, iki yıla yakın bir süre devam eden şanlı bir istiklal mücadelesi verdi. Sonunda Mayıs 1996'da Çeçenistan Ruslardan temizlenerek, Kafkas tarihine yeni bir altın sayfa eklendi.Bu özgürlük lideri, 21 Nisan 1996'da bir suikast sonucu şehid edildi.
Ekleme Tarihi: 01.08.2006 - 10:44
tahabiri üyenin diğer mesajları tahabiri`in Profili tahabiri Özel Mesaj Kapalı Sayfanın başına dön
Konu: Muhammed Aleyhisselam (biyografiler)
tahabiri su an offline tahabiri  
Askar Akaev
39 Mesaj -
Askar Akaev

Askar Akaev, 10 Kasım 1944'te Kemindey Bölgesi'ndeki Kızılbayrak köyünde dünyaya geldi. Babası bir kolhoz işçisidir.
1961 yılında Fdurzemash fabrikasında metal işçisi olarak çalışmaya başladı. 1968'de Leningrad Hassas Mekanik ve Optik Enstitüsü'nden mezun oldu.

1972'den 1973'e kadar Frunze Politeknik Enstitüsü'nde, sonra da Leningrad Hassas Mekanik ve Optik Enstitüsü'nde kıdemli araştırmacı ve öğretmen olarak çalıştı.

Askar Akaev 1976'da Kırgızistan Cumhuriyetinin başşehrine dönüp Politik Enstitüsü'nde kıdemli öğretmen, doçent ve nihayet bölüm başkanı olarak çalıştı.

1986-1987 yıllarında Kırgızistan Komünist Partisi Merkez Komitesi'nin İlim ve Eğitim Müesseseleri Bölümü Başkanı'ydı. 1987'de İlimler Akademisi başkan yardımcılığına ve iki yıl sonra da başkanlığına seçildi. Aynı yıl içinde Askar Akaev S.S.C.B. halk temsilciliğine seçildi.

Askar Akaev bilimsel doktor, profesör, Kırgızistan Cumhuriyeti İlimler Akademisi akademisyeni ve aynı zamanda beynelmilel ilim dünyasında tanınmış bir fizikçidir. Bilgi İşlem Mühendisliği ve kuantum radyofiziğinin problemlerinin çözümüne uzmanlığı ile büyük katkılarda bulunmuştur. Aynı zamanda optik bilgi işlem mühendisliğini geliştirenlerdendir.

1990 yılı Ekim ayında Askar Akaev, Kırgızistan Cumhurbaşkanlığı'na seçildi. Kırgızistan Cumhurbaşkanı olarak 1991 Ağustosu'nda yapılan darbe teşebbüsüne aktif bir şekilde karşı çıktı.

Askar Akaev 12 Ekim 1991'de Kırgızistan'ın millet tarafından seçilen ilk Cumhurbaşkanı oldu.
1993 yılı Mayıs ayında Kırgızistan'ın yeni anayasası kabul edilince Askar Akaev'e olan güven derecesini tespit için bir referandum yapma ihtiyacı doğdu. 1994 Ocak ayında Kırgızistan halkı Kırgızistan Cumhurbaşkanının yetkilerini onayladı.
Askar Akaev, Kırgızistan'ı tarihin en zor döneminde yönetti. Onunla birlikte cumhuriyet bağımsızlığına kavuştu. Dünya cemiyetinin tam üyesi oldu ve onun yaptığı demokratik değişiklikler dünyada anlayışla karşılanarak kabul gördü.

X

Akayev son kez halkına seslendi
CNN Türk 7 Nisan 2005

Akayev'in konuşması parlamentoda da yayınlandı

Kırgızistan'ın devrik lideri Askar Akayev, Kırgız halkına son seslenişinde, her şeyi halkı ve ülkesi için yaptığını söyledi.
Kaydı Moskova’da yapılan ve Meclis’te de yayınlanan Akayev'in konuşması, televizyonda canlı yayınlandı.

Her zaman şiddete karşı olduğunu belirten Askar Akayev, ''özellikle dış güçlerin içimizdeki krize karışmasını istemedim. Son emrim 'ateş etmeyin' oldu. Böylece kan dökülmesini, halk ihtilalinin olmasını engelledim'' dedi.

Halkının kendisini affedeceğini umduğunu da söyleyen Akayev, tüm işleri halkının refahı ve iyiliği için yaptığını savundu.

Kırgızistan’da 24 marttaki yönetim değişikliğini anladığını ve kabul ettiğini ifade eden Akayev, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından bu yana geçen sürede Kırgızistan'ın geldiği konum hakkında bilgi verdi.

Sovyetlerin dağılmasının ardından Kırgızistan'ın zor şartlarla karşı karşıya kaldığını dile getiren Akayev, ülkenin doğal kaynakları bulunmadığını, bu nedenle her şeye yeniden başlamak zorunda kaldıklarını söyledi.

İktidarda bulunduğu süre içinde Asya ülkelerinin yanı sıra batılı ülkeler ve uluslararası kuruluşlarla işbirliği yaptıklarını belirten Akayev, özellikle son beş yılda ülkenin ekonomik açıdan ilerlediğini savundu. Kamuda şeffaflık için altyapı oluşturduklarını anlatan Akayev, sosyal ve ekonomik alanlarda atılımlar yapıldığını da ifade etti.

Akayev istifasını halka verdi

Kırgızistan Meclis Başkanı Ömürbek Tekebayev de, meclis olarak amaçlarının devrik lider Askar Akayev'i cezalandırmak değil, ülkede düzen ve istikrarı sağlamak olduğunu söyledi.

Tekebayev, devlet başkanını halkın seçtiğini ve Akayev'in de istifasını halka verdiğini ifade ederek, ''ülkede şu anda devlet başkanı yok. Biz geçici devlet başkanı seçtik, asıl devlet başkanını halk seçecek'' dedi. Tekebayev, bunun gecikmeden olabilmesi için de öncelikle Akayev'in istifasının mecliste onaylanması gerektiğini belirtti.
Ekleme Tarihi: 01.08.2006 - 10:39
tahabiri üyenin diğer mesajları tahabiri`in Profili tahabiri Özel Mesaj Kapalı Sayfanın başına dön
Konu: Muhammed Aleyhisselam (biyografiler)
tahabiri su an offline tahabiri  
Dede Korkut
39 Mesaj -
Dede Korkut

Büyük Türk destan bilgesi Dede Korkut'un kişiliği üzerinde bilgilerimiz yetersiz kalıyor. Korkut-Ata adıyla da tanınan Dede Korkut, söylentilere göre Oğuzların Bayat Boyundan Kara Hoca’nın oğludur.

Onun, IX. ve XI. yüzyıllar arasında Türkistan'da Sir-Derya nehrinin Aral Gölüne döküldüğü yerde doğduğu, Ürgeç Dede adında bir oğlu olduğu, Oğuz Türklerinden büyük saygı gördüğü, bu bölgelerde hüküm süren Türk hakanlarına akıl hocalığı ve danışmanlık ettiği destanlarından anlaşılmaktadır.

Dede Korkut'un Türkler arasında, ağızdan ağıza, dilden dile dolaşan destan niteliğindeki hikâyeleri XV. yüzyılda Akkoyunlu'lar devrinde Dede Korkut Kitabı adıyla bir kitapta toplanmış, böylelikle sözden yazıya dökülmüştür. Destan derleyicisi, Dede Korkut kitabının önsözünde Dede Korkut hakkında şu bilgileri verir ve onun ağzından şu öğütlerde bulunur:

(Bayat Boyundan Korkut Ata derler bir er ortaya çıktı. 0 kişi, Oğuz'un tam bilicisi idi. Ne derse olurdu. Gaipten türlü haber söylerdi...)

(Korkut Ata Oğuz Kavminin her müşkülünü hallederdi. Her ne iş olsa Korkut Ata'ya danışmayınca yapmazlardı. Her ne ki buyursa kabul ederlerdi. Sözünü tutup tamam ederlerdi...)

(Dede Korkut söylemiş: Lapa lapa karlar yağsa yaza kalmaz, yapağılı yeşil çimen güze kalmaz. Eski pamuk bez olmaz, eski düşman dost olmaz. Kara koç ata kıymayınca yol alınmaz, kara çelik öz kılıcı çalmayınca hasım dönmez, er malına kıymayınca adı çıkmaz. Kız anadan görmeyince öğüt almaz, oğul babadan görmeyince sofra çekmez. Oğul babanın yerine yetişenidir, iki gözünün biridir. Devletli oğul olsa ocağının korudur...)

(Dede Korkut bir daha söylemiş: Sert yürürken cins bir ata nâmert yiğit binemez, binince binmese daha iyi. Çalıp keser öz kılıcı nâmertler çalınca çalmasa daha iyi... Çala bilen yiğide, ok'la kılıçtan bir çomak daha iyi. Konuğu olmayan kara evler yıkılsa daha iyi... Atın yemediği acı otlar bitmese daha iyi. İnsanın içmediği acı sular sızmasa daha iyi...)

Dede Korkut'un kitabında on iki destan var. Bu destanlar, Türk dilinin en güzel örnekleri olduğu gibi, Türk ruhuna, Türk düşüncesine ışık tutan en açık belgelerdir.

Dede Korkut, Oğuz Türklerini, onların inanışlarını, yaşayışlarını, gelenek ve göreneklerini, yiğitliklerini, sağlam karakteri ve ahlâkını, ruh enginliğini, saf, arı-duru bir Türkçe ile dile getirir. Destanlarındaki şiirlerinde, çalınan kopuzların kıvrak ritmi, yanık havası vardır.

Bamsı Böyrek Destanı'nda Bey Böyrek’in ardından yavuklusu Banu Çiçek şöyle seslenir ;

Vay al duvağımın sahibi,
Vay alnımın başımın umudu.
Vay şah yiğidim, şahbaz yiğidim,
Doyuncaya dek yüzüne bakamadığım
Han yiğit...
Göz açıp ta gördüğüm,
Gönül ile sevdiğim,
Bir yastığa baş koyduğum
Yolunda öldüğüm, kurban olduğum
Can yiğit...

Dede Korkut destanlarının kahramanları, iyiliği ve doğruluğu öğütler. Güçsüzlerin, çaresizlerin, her zaman yanındadır. Hile-hurda bilmezler, tok sözlü, sözlerinin eridirler. Türk milletinin birlik ve beraberliğini, millî dayanışmayı, el ele tutuşmayı telkin eder.

Yüzyıllar boyu, heyecanla okunan bu eserdeki destanlar, Doğu ve Orta Anadolu'da, çeşitli varyantları ile yaşamıştır. Anadolu'nun birçok bölgelerinde, halk arasında söylenen, kuşaktan kuşağa aktarılan hikâye ve destanlarda Dede Korkut'un izleri ve büyük etkileri vardır.

Millî Destanımızın ana kaynağı olan Dede Korkut Kitabı’nın bugün elde, biri Dresden'de, öteki Vatikan'da olmak üzere, iki yazma nüshası vardır. Bu yazma eserlere dayanarak Dede Korkut Kitabı, memleketimizde birkaç kez basıldığı gibi, birçok yabancı memleketlerde çeşitli dillere de çevrilmiştir.




Türk Dünyası
DEDE KORKUT ŞÖLENİNDE
Bayburt ta Buluştu

Kimdir Korkut Ata?
Namık Kemal Zeybek

Türk Dünyası nın Korkut Ata sı İçimizde Yaşıyor
Türk Dünyası nın dört bir yanından gelen konukların katılımıyla bu yıl yedincisi gerçekleştirilen Dede Korkut Uluslararası Kültür ve Sanat Şöleni 16-22 Temmuz 2001 tarihleri arasında Bayburt ta gerçe Kimdir Korkut Ata? Türk milletine İslam dan önce gönderilmiş bir tanrı elçisi mi? Neden olmasın? Yüzlerce elçi göndermiş olan Yüce Tanrı, Korkut Ata yı da Türklere göndermiş olabilir. Korkut Ata belki de evliyadandır... Ötelere erişmiş, ötelerden öğrendiklerini Türklere iletmiştir. Nerede Türk varsa, orada Korkut Ata vardır.
Halkımız en doğrusunu bilir diyelim; Korkut Ata "Varlığın övüncü Yüce Elçi Efendimiz" zamanında yaşamış veya belki ruhaniyetinden İslam ı öğrenerek arasında yaymağa başlamış bir büyük insandır. İslam ın gerçeklerini, insanlığın erdemlerini, varlığını gizlilerini ve yiğitlerin törenlerini kopuzuyla çalmış, söylemiştir.

Tartışılmaz gerçek nedir? O nu Allah tan başka kimse bilmiyor. Ata Dede Korkut destanlarının bize söylediği gerçek o ki; Korkut Ata, Oğuz ve Kıpçakların bir arada yaşadığı dönemde yaşamıştır. Ve Bayburt çevresi O nun yaşadığı veya "yeniden yaşadığı" bir bölge olmuştur.

Bayburt çevresindeki derin kültür oluşumunu, yedi kat yer altına inen, yedi kat göklere çıkan masal dünyasını, destanları ezberden okuyan, okumamış kadınların üstün irfan kudretini bilenler için hiç de şaşırtıcı değildir. Korkut Ata sağlığında Bayburt ta yaşamasa bile yüzyıllardan beri Bayburt ta yaşıyor.

Korkut Ata, Türk Dünyasına sesleniyor. Birlik, bilim ve bilinç yolunu gösteriyor... Korkut Ata, Türk Dünyasının her yerinde bilinir. Avrupa ve Türkiye Türklüğü, Türkistan ve İdil-Ural Türklüğü, Korkut Ata ya sahip çıkar. Hepsi de haklıdır. Nerede Türk varsa, Korkut Ata oradadır. Kim sahip çıkarsa, Korkut Ata onlarındır. Kim Korkut Ata ya sahip çıkarsa, Korkut Ata da, onlara sahip çıkar.
Korkut Ata nın bir mezarı Kazakistan da, Türkistan şehrine yakın bir yerdedir. Bir mezarı da Bayburt tadır...
Yunus Emre de öyle değil midir? Şimdilik bilinen 13 mezarı var. On üç mü? Hayır. "Bin" mezarı var. Azerbaycanlı büyük şairimiz Bahtiyar Vahapzade ne diyor;

"Bir yerde ölüp bes niye bin yerde mezarı
Çünkü gazılır her gün gönüllerde mezarı
Otlarda, çiçeklerde ve güllerde doğuldu
Bir yerde ölüp bes niye bin yerde doğuldu
Efsane mi gerçek mi bu insan, ince insan
Varlı sesidir, kopmuş o Türk ün kopuzundan!"

Türk ün kopuzunun en büyük ustası Korkut Ata... Korkut Ata, kopuzu ile Türklere varolmanın gerçeklerini anlatan insan. Korkut Ata nın topuzu din yolunun inceliklerini ve barışın erdemlerini ve birliğin faziletlerini anlatmıştır. Gerektiği zaman, kopuz millet savunmasında yiğitlerin yüreklerine cesaret aşısı olmuştur.

Selam olsun sana Korkut Atamız
Selam olsun sana Bayburt kalası... kleştirildi.
"Bir yerde ölüp bes niye bin yerde mezarı
Çünkü gazılır her gün gönüllerde mezarı
Otlarda, çiçeklerde ve güllerde doğuldu
Bir yerde ölüp bes niye bin yerde doğuldu
Efsane mi gerçek mi bu insan, ince insan
Varlı sesidir, kopmuş o Türk ün kopuzundan!"
Ekleme Tarihi: 01.08.2006 - 10:36
tahabiri üyenin diğer mesajları tahabiri`in Profili tahabiri Özel Mesaj Kapalı Sayfanın başına dön
Konu: Muhammed Aleyhisselam (biyografiler)
tahabiri su an offline tahabiri  
Yavuz Sultan Selim
39 Mesaj -
Yavuz Sultan Selim

Osmanlı sultanlarının dokuzuncusu ve İslam halifelerinin yetmiş dördüncüsü.

Saltanatı: 1512-1520
Babası: II. Bayezid Han - Annesi: Aişe Hatun
Doğumu: 10 Ekim 1470 Vefatı: 22 Eylül 1520

Amasya'da doğdu. Küçük yaştan itibaren Kur'an-ı Kerim, tefsir, hadis ve fıkıh dersleri yanında yüksek fen ilimlerini de öğrendi. Çok çevik ve zeki olup ok atmak, güreş tutmak ve kılıç kullanmak hususunda maharet sahibiydi. Arabi ve Farisi'yi mükemmel bir şekilde konuşurdu. Babası II. Bayezid padişah olduktan sonra , askeri sevk ve idare ile devlet yöneticiliğini öğrenmesi için Trabzon'a vali tayin edildi.

Yavuz Sultan Selim Trabzon valisi iken, Şah İsmail'in (1502-1524) siyasi-dini faaliyetleri ile Osmanlı Devleti için çok büyük bir tehlike arzettiğini görüyor ve ona göre tedbirler düşünüyordu. Hatta zaman zaman bu devlet üzerine küçük çapta akınlar da yapıyordu. Nitekim, 24 Nisan 1512'de babasının yerine geçince de ilk seferini, Osmanlı Devleti'ni önce bölüp parçalama, sonra da yıkma emellerini güden Safeviler üzerine yaptı. İstanbul'da Eyüp ve diğer mübarek kabirleri ziyaret ederek zafer duaları yaptıktan sonra ordusuyla harekete geçen Selim Han günlerce yol aldıktan sonra nihayet 23 Ağustos 1514'de Çaldıran Ovası'nda Safevi ordusuyla karşılaştı. Yavuz ve ordusunun kudretiyle ateşli silahların üstünlüğü sayesinde Osmanlılar parlak bir zafer kazandı. İran ordusunun büyük bölümü imha edilirken bir çok Safevi kumandanı ile Şah İsmail'in zevcesi esir alındı. İran'ın baş şehri Tebriz'e giren Yavuz Sultan Selim Han, şehirdeki camileri tamir ettirdi ve halka huzur verdi.

Bu zafer ile Osmanlı hududu Fırat'tan Azerbeycan'a ve İran içlerine kadar uzadı. Yavuz Sultan Selim ikinci seferini Memlüklüler üzerine yaptı. Bu seferin asıl sebebi Memlüklülerin Osmanlı Devleti'nin kuvvetlenmesinden endişe ederek şii Şah İsmail ile ittifak içerisine girmesi idi. Şah İsmail'i bir darbede saf dışı bırakan Cihangir padişah bu defa da yıldırım sureti ile Mısır ordularını 24 Ağustos 1516'da Mercidabık ve 26 Mart 1517'de Ridaniye'de kazandığı zaferler ile perişan etti. Artık Memlük Devleti kalmamış, bütün Arap ülkeleri Osmanlı hakimiyetine girmişti. Bu durum üzerine Mekke ve Medine emiri mukaddes şehirlerin anahtarlarını "Hakimü'l Harameyn" ünvanı ile Yavuz Sultan Selim'e takdim etti. Ancak dindar padişah bu ünvanı "Hadimü'l Harameyn= Mekke ve Medine'nin hizmetçisi" şekline çevirirek aldı ve evlatlarına böyle miras bıraktı.

İki büyük seferin zaferle neticelenmesinden sonra bilhassa donanma faaliyetlerine hız veren Yavuz, devrin büyük alime Kemal-paşazade'ye niyetinin feth-i Efrenciye yani Avrupa olduğunu bildirmişti. Ancak yüce Hakan'ın Eyüp Türbesi'ni ziyaretle başladığı bu seferine yakalandığı amansız bir şirpence hastalığı mani oldu. Vefat etmeden önce musabihi Hasan Can kendisine Hakk'a teveccüh etmesini söyleyince "Bunca zamandan beri bizi kiminle biliyordun. Cenab-ı Hakk'a teveccühte bir kusur mu gördün?" buyurarak Yasin-i Şerif okunmasını istedi. Kendisi de okurken ruhunu teslim etti. Naşı kendi adı ile anılan camiin avlusundaki türbededir.

Osmanlı Devleti'nin topraklarını iki buçuk mislinden fazla genişletti. Babasından devraldığı 2,373,000 kilometrekarelik olan ülke toprakları onun zamanında 6,557,000 kilometrekareye çıktı.

Devlet işlerinde kesin niyet ve kati programla hareket eden Selim Han, herhangi bir devlet işini fiiliyata koymadan evvel muhtelif yollarla onun hakkında alim, vezir ve sair ilgililerin fikirlerinden istifade eder ve günlerce düşünür, nihayet son kararını verdikten sonra ondan dönmez ve bu kararın aleyhinde söz söyleyenleri en şiddetli şekilde cezalandırırdı. Muntazaman bir casus teşkilatı vardı. Bu sayede gerek memleket dışında ve gerek içeriden devamlı bilgi alırdı. Mühim işlerde bizzat tahkikat yapardı.

İhtişam ve debdebeye ehemmiyet vermez, sadeliği sever ve sade giyinirdi. Kendisi için fazla para sarfıyla köşk ve lüks şeyler yapılmasını istemezdi. Bir defasında oğlu Şehzade Süleyman çok süslü bir elbiseyle huzuruna girince; "Süleyman annen ne giysin?" (Başka bir rivayete göre "Anana giyecek birşey bırakmamışsın."göz kırpma diyerek sitem etmişti. Hazinenin devamlı dolu olmasına dikkat ederdi.

Sultan Selim Han evliyaya rağbet eder onların sonbetlerine katılmayı bulunmaz bir nimet sayardı. Devamlı; "Padişah-ı alem olmak bir kuru kavga imiş - Bir veliye bende olmak cümleden ala imiş." buyururdu. Yavuz Sultan Selim'in Şam'da Salihiyye'de Muhiddin-i Arabi'ye yaptırdığı camii, imaret ve türbeden ve bir de Konya'da Mevlevi tekkesine getirdiği sudan başka bir hayır yapmasına vakti ve zamanı müsait olmamıştır. Hatta başlattığı camiinin bile yalnız temellerini attırabilmiş fakat tamamlayamamıştı.
Ekleme Tarihi: 01.08.2006 - 10:32
tahabiri üyenin diğer mesajları tahabiri`in Profili tahabiri Özel Mesaj Kapalı Sayfanın başına dön
Konu: Muhammed Aleyhisselam (biyografiler)
tahabiri su an offline tahabiri  
Mevlana Celaladdin Rumi
39 Mesaj -
Mevlana Celaladdin Rumi

Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan Ülkesi'nin Belh şehrinde doğmuştur.

Babası Bahaeddin Veled

Mevlâna'nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden olup, sağlığında "Bilginlerin Sultânı" ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahâeddin Veled'tir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur. Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh'den ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü'I-Ulemâ 1212 veya 1213 yılllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'den ayrıldı. Sultânü'I-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaştılar. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır. Sultânü'I Ulemâ Nişabur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâ'be'ye hareket etti. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam'a uğradı. Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende'ye (Karaman) geldiler. Karaman'da Subaşı Emir Mûsâ'nın yaptırdıkları medreseye yerleştiler. 1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'l-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldılar.

Mevlana Hazretleri Evleniyor

Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adlı iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun'u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerrâ Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi. Bu yıllarda Anadolunun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti'nin egemenliği altında idi. Konya'da bu devletin baş şehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı Alâeddin Keykubâd idi. Alâeddin Keykubâd Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti ve Konya'ya yerleşmesini istedi.Bahaeddin Veled Sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldiler. Sultan Alâeddin kendilerini muhteşem bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni ikametlerine tahsis ettiler.

Babası Ölüyor

Sultânü'l-Ulemâ 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etti. Mezar yeri olarak, Selçuklu Sarayının Gül Bahçesi seçildi. Halen müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı'ndaki bugünkü yerine defnolundu.

Mevlana Hazretleri Tedris'e Başlıyor

Sultânü'I-Ulemâ ölünce, talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplandılar. Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar veriyordu. Vaazları kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu. Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü. Mevlâna Şems'in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkûbî ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî'nin yerini doldurmaya çalıştılar.Hayatını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 Pazar günü Hakk' ın rahmetine kavuştu.

Mevlâna'nın cenaze namazını Mevlâna'nın vasiyeti üzerine Sadreddin Konevî kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevî çok sevdiği Mevlâna'yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine, Mevlâna'nın cenaze namazını Kadı Sıraceddin kıldırdı. Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu. "Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir"

HAKKINDA YAZILANLAR

1.Ben Rüzgarım Sen Ateş
Mevlana Celaleddin Rumi Büyük Mutasavvıfın Hayatı ve Eseri
Annemarie Schimmel
Ötüken Neşriyat / Kültür Dizisi

“Gençlik yıllarında Mevlana'yı tanıyan Annemarie Schimmel, hayatını, kendi ifadesiyle, sadece İslam tasavvufunun değil, genel olarak mistisizmin de bu en büyük şairine hasretmiştir adamıştır. Bugün ise ilmi ve şahsiyeti Mevlana'nın yörüngesinde kemal derecesine ulaşmış bu büyük alim, Avrupa'da ve hayatta bütün dünyada Mevlana'yı en iyi bilenlerden biri, belki de birincisidir. Tercümesini sunduğumuz bu eser, hem Mevlana'nın dehasını göstermesi bakımından hem de bizim fikir ve ruh iklimimizde kıvamını bulan büyük bir Avrupalı alimin derinliğini göstermesi açısından fevkalade önemlidir. Elinizdeki eserde Schimmel, Mevlana'nın sembollar dünyasında seyahat ederek onun dünya görüşünü, aşk anlayışını, şiire bakışını ve dua hakkındaki ince fikirlerini kendi şairane üslubuyla sunmaktadır. Kitap baştan sona Mevlana'nın kullandığı sayısız mecaz ve espirilerle adeta bir dantel gibi dukunmuştur. Mevlana hakkında yazılan her kitap şüphesiz kazançtır. Ancak Schimmel'in bu kitabı, Mevlana'nın bildiğimiz veya bildiğimizi zannettiğimiz fikirlerini yeni mana boyutlarıyla önümüze açmaktadır. O bakımdan bu eser, Mevlana'yı anlamak isteyenler için vazgeçilmez bir klavuzdur.”

2.Benzersiz Mevlana
I.M. Panayotopulos
Scala Yayıncılık

13. Asrın ortalarında Horasan dağları ile bozkırlarından kalkıp Konya'ya gelen Doğulu bir düşünür, o zamana kadar değişik kültür ve coğrafyalardan gelen bilgileri olağanüstü seziş ve duyuşunun perspektifi altında kullanarak asırlar sonraki dünyanın, bugünkü Batı Medeniyeti diye bildiğimiz felsefi sistemlerin temellerini atıyor...Spinoza'ya, Goethe'ye, Novalis'e, Kirkegaard'a, Nietzche'ye, Dostoyevsky'ye, Gabriel Marcel'e, Rilke'ye yollarını açıyor. Bu suretle, 13.Asrın Selçuklu Konya'sı Renaissance'ın beşiği olarak karşımıza çıkmış, tüm görkemiyle yükseliyor. Diyebiliriz ki, tüm felsefi sistemlerin en insancası olan Varoluşçuluk'un-Heraklitos'tan sonra-ilk ve gerçek temsilcisi, binikiyüz ortalarının Anadolusundaki Mevlana'dır. Asrımızın başında Gabriel Marcel'in "sen, ben'in karşısında oturan ben'dir" şeklindeki motto'yu ortaya koymasından sekizyüzyıl kadar önce, Mevlana, "benimle senin aranda ne ben ne de sen vardır" demiştir. Dr.Kriton Dinçmen
Ekleme Tarihi: 01.08.2006 - 10:29
tahabiri üyenin diğer mesajları tahabiri`in Profili tahabiri Özel Mesaj Kapalı Sayfanın başına dön
Konu: Muhammed Aleyhisselam (biyografiler)
tahabiri su an offline tahabiri  
Müslim
39 Mesaj -
Müslim

HAKKINDA YAZILANLAR

İmâm Müslim Hazretleri
Altı meşhûr hadis-i şerif kitâbı, kütüb-i sitte'nin ikincisi, Sahih-i Müslim'dir. Bu kıymetli eserin müellifi de, Müslim b. Müslim el-Kuşeyri en-Nişâbûri hazretleridir.Arabların ''Beni Kuşeyr'' kabilesine mensûb olmasına rağmen, Nişâbûr'da doğmuştur.Bu sebeble, NişÂbûri olarak anılır. Künyesi: Ebü'l-Hüseyn'dir. En büyük, hadis-i şerif imâmlarından biridir! İlim öğrenmek ve hadis dinlemek üzere hicâz Irak, Şam ve Mısır diyârlarını dolaştı.
Oralarda Ahmed b. Hanbel, Kureybe b. Sâid, Ebû Bekr b. Ebi şeybe ve İmâm Şafii hazretlerinin talebelerinden ve daha bir çok âlimden hadis dinleyip, rivayette bulunmuştur. :Büyük muhaddis İmâm Muhammed Buhari hazretleriyle, Nişâbûr'da görüşmüştür. Bir sohbet esnâsında, kendisinin bilmediği bir hususu Buhâri hazretleri gösterince ayağa kalkarak onu alnından öpmüş ve: ''Ey Muhammed Buhâri! senin dönyada bir benzerin olmadığına, şehâdet ederim! sana buğz edenler ancak, hasedlerinden buğz ederler.'' demiş ve çok iltifat etmiştir.Ömrünün son yıllarını, doğduğu yerde (Nişâbûr'da) geçirdi.
Bütün zamanını, hadis-i şerif dersi vermekle geçiriyordu. Nafakasını çıkaracak kadar, ticâret de yapıyordu. Ancak 55 sene yaşamış ve 875 (261h.) yılında, Nişâbûr'da vefât etmiştir. Sahia-i Müslim'de bildirilen bir hadis-i kudside Resûlullah Efendimiz, Allahü teâlânın şöyle buyurduğunu naklederdi: ''Ey kullarım! Zulm etmeyi kendime haram kıldığım gibi, sizin aranızda da haram kıldım! Binâenaleyh, birbirinize zulmetmeyiniz;'' ''Ey kullarım! sizden öncekiler ve sonrakiler, bütün insanlar ve cinler bir yere toplanıp; benden ihtiyaçlarını dileyecek olsalar. ve hepsinin dilekerini, yerine getirsem. Benim mülkümden ancak, iğne denize batırıldığında, onun denizden noksanlaştırdığı kadar azalır. Allahü teâlâ "Sahih" hadisleri; bize ulaştıranlardan râzı olsun âmin.
Sahih-i Müslim
Sahih-i Müslim adlı büyük eserinde; 4.000 kadar hadis-i şerif meccuttur. Bunları b,zzat kendisinin topladığı, 300.000 hadis arasından seçtiğini bildirir. Bu büyük eserini, 52 kitaba ayırmıştır. Buhâri gibi ayrıca, bâblara (bölümlere) bölmemiştir. Eserin baş tarafında; hadis ilmiyle alâkalı mühim açıklamalar mevcuttur. Bilhassa, isnâd üzerinde, önemle durmuştur. Çünkü kitabına koyduğu farklı metinler için; değişik isnâdlarda bulunur. Değişik verilen metinlerİ (hâ) harfiyle gösterilmiştir. İmâm Müslim hazretlerinin Sahih'inden başka; 12 kadar orijinal eseri mevcuttur.Müslim'deki hadis-i şeriflerden bazıları, şunlardır:
''Herhangi bir müslümanın başına yorgunluk, hastalık, düşünce, keder, acı, diken batmasına kadar, her ne gelirse. Allahü teâlâ bunları, o müslümanın hatâlarına keffâret kılar!'' ''Bir kimse; hanımına buğz etmesin. Öünkü hoşlanmadığı huyları varsa (bile) bunlara karşılık, memnûn olacağı huyları da vardır.
''Yarım hurma bile olsa, sadaka vermek sûretiyle! Cehennemden korunmaya çalışınız!''
''Bir kimseye, şer olarak, müslüman kardeşine,hakâret etmesi yeter!''
''Kendi aleyhinizi, evlâd ve mallarınız aleyhine; sakın bedduâetmeyiniz! ki, duÂların kabul olunacağı bir saate rastlar da; bedduânız kabul olunur.''
''Cennet ehlinin kimler olduğunu, size bildireyim mi? Herkes tarafından hor görülüp, hiçe sayılan, zaif vemütevazi bir mü'mindir ki; Allahü teâlâya yemin ederse muhakkak Allahü teâlâ onun yeminini yerine getirir!''
''İki kimse arasında, adâlet etmek; sadakadır! Güzel söz; sadakadır!''
''Kolaylaştırın, zorlaştırmayın! Müjdeleyin, nefret ettirmeyin!''
Ekleme Tarihi: 01.08.2006 - 10:28
tahabiri üyenin diğer mesajları tahabiri`in Profili tahabiri Özel Mesaj Kapalı Sayfanın başına dön
Sayfa (2): (1) 2 Devam >
İmzalar göster - Konuları göster

Kategori Seç:  
Sitemizde şu an Yok üye ve 681 Misafir mevcut. En son üyemiz: Didem_


Admin   Moderator   Vip   Üye ]

Hayırlı ömürler dileriz.    Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
ibrahim45 (46), ebabil54 (51), _EM!NE_ (36), talat (55), nerfa (58), yakupbozseki (59), NeWBaHaR (37), Akbulut (52), vahdet_ahmet (44), saripapatyam (50), bilo78 (46), gurbetten_silay.. (39), Rabbia (52), akaya20 (38), El- Metin (43), rapidhack (42), muazbinismail (40), SANDOKAN (56), SANKOCINK (56), efuli2 (50), hollanda (46), braskim (45), benreceb (42), ergin32 (55), Ozlem (42), suheyla cabuk (52), selman77 (47), kenankara (39), bilalxx (40), iskenderpasa (46), mstfakin (42)
24 Saatin Aktif Konuları
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 0.57365 saniyede açıldı