generique colchicine ivermektine generique stromectol generique colchicine generique kaletra seretide inhaler seretide rotacaps seretide serevent serocryptin seromycin serophene seropram seroquel servambutol servanolol servicillin serviclofen servispor servitet silagra sildalis sildenafil silvitra simcora simvasine simvast sinemet cr sinemet sinequan singulair sirdalud skinoren smap sortis spersanicol spiroctan sporanox starlix stocrin strattera stromectol suhagra force suhagra sumycin super avana
     

0
Start Giriş Üye Ol üyeler ((( RAVDATe@m))) Arama
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193
Forum Anasayfa » D İ N / İ S L A M » SİYER-İ NEBİ » Hz PEYGAMBERİN HAYATI

önceki konu   sonraki konu
Bu konuda 7 mesaj mevcut
Sayfa (1): (1)
Ekleyen
Mesaj
asanyakan su an offline asanyakan  
Themenicon    Hz PEYGAMBERİN HAYATI

401 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 09.11.2003
En Son On: 16.05.2004 - 02:20
Cinsiyeti: ----- 
Kâinat ve İnsan

Gözle şu görülen ve görülemeyen bütün varlıklar, (kanunlarıyla birlikte), bir "Allah" tarafından yaratılmıştır. İnsanın yaratılışı ise, "Kâinat" denilen varlıklardan çok sonra olmuştur.
Ezelde yalnız tek "Allah" vardı. Allah’tan başka, hiçbir varlık yoktu. Cenâbı Hak, varlığını bildirmek büyüklüğünü göstermek, kudretini de tanıtmak istedi. Yüksek hikmeti gereğince-, çeşitli devirlerde gökleri, yeri ve içinde bulunan (nebatlar ve hayvanlar gibi) varlıkları yoktan var etti. En sonra, insanın yaratılışına sıra geldi.
Dünyamızın "kışr" denilen kabuğunu inceleyen jeoloji bilginleri, dünya üzerindeki hayat devirlerini başlıca dörde ayırmışlardır. Bu bilginlere göre, dünya üzerinde, ilk insan iskeleti, üçüncü jeoloji devrinin sonlarına doğru, Güney Asya'da bulunmuştur.
İnsanın doğuşu hakkında, doğu ve batı bilginleri arasında görüş ve düşünüş ayrılıkları vardır. Fakat, insan nev'inin bir esastan koptuğu, bir asıldan türediği, bir ana ile bir babadan meydana geldiği, artık ilmî bir hakikat halini almıştır (6). Kur'ân-ı Kerimde:
- Ey insanlar! Hakikat, biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye, sizi büyük cemiyetlere, küçük küçük kabilelere ayırdık. Allah’ın katında en şerefliniz, takvâca en ileride olanınızdır. Allah, her şeyi hakkıyla bilir. Her şeyden haberdardır. (7) buyrulmaktadır.
Cenâbı Hak, insanların babası "Âdem"i topraktan yarattı. Ona secde etmeleri için meleklere emretti. Bütün melekler, Allah’ın emrine uydular, Âdeme secde ettiler. Yalnız "Şeytan" kibirlendi, secde etmedi. Bu yüzden mel'ûn oldu. Hak Teâlâ, Âdeme akıl verdi. Konuşmak kudretini ihsan eyledi. Bu suretle, hayvanlardan ayırdetti. Her şeyin adını öğretti
- Hani Rabbin meleklere demişti ki: -- Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife (hâkim) yaratacağım. Onlar (melekler) da: - Biz sana hamdederek,seni tesbîh ve takdîs edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın? dediler. Allah Teâlâ (onlara): Sizin bilemeyeceğinizi ben bilirim, buyurdu. "Âdem"e bütün isimleri (eşyanın hassalarını) öğretti.(8) Kur’ân-ı Kerimde Âdemin ne zaman yaratılmış olduğu açıklanmamış, yalnız, birçok Kur'an sûrelerinde "Âdemin yaratılışı ve Âdem kıssası" çeşitli şekillerde bildirilmiştir.
Kur'an ayetlerini açıklayan âlimler (müfessirler), bu konu hakkında şöyle bir açıklamada bulunuyorlar:
--- "Allah, Ademe bütün isimleri, eşyayı öğretti. "
Âyetinde, Âdeme verilen bilginin hudutsuz olduğuna işaret vardır. Âdemoğlu (yani insan), tecrübe ile herşeyi anlamak ve bilgi kuvvetiyle bütün varlıklara hâkim olmak üzere yaratılmıştır. Âdemin bilgisinin, meleklerin bilgisinden çok üstün olduğu gösterilmiştir.
Ancak insan bir anda yaratılmamış, önce toprak#an başlayarak devir devir terbiye edile edile yetiştirilmiştir (9). Meleklerin Âdeme secdesi, bir "ibâdet" değil, Âdeme bir saygı insan nev'ine bir şereftir. Çünkü, Allah’tan başkasına secde edilmez. İlim ile imtiyâzlanan insan, bu suretle meleklerin üstünde bir mevki kazanmıştır.

Yine müslüman âlimler derler ki: Kur'an’da "Âdem", umumiyetle "insan"ı temsil eder. Kur’an-ı Kerim, birçok yerlerinde insanın topraktan yaratılmış olduğunu haber veriyor. Âdem, bizim babamızdır. "Âdem Hikâyesi", yalnız insanların babası ilk Peygamber Hazreti Âdemin değil, hakikatte her insanın hikâyesi demektir.
İslâm alimlerinden bir takımı, "Âdem"i, hem insanların ilk babası, hem de İlâhî Peygamberlerin birincisi sayar. Bir kısmı da Hazreti Âdemi, yalnız ilk peygamber olarak kabul eder.
Hazreti Kur’an’ın bildirdiğine göre: Âdemin, yeryüzünde bir halife (hâkim) olarak yaratılmış olması; insan cinsinin bütün tabiat kuvvetlerine hâkim olacağına işaret sayılmaktadır.
Âdem kıssasına karışan"yılan meselesi", açıktan açığa bir yalandır. Bu mesele, Kur'an’da bulunmadığı gibi, sahih hadîslerde de yoktur.
Ehli Sünnet itikadına göre, "cennet ve cehennem el'an vardır, yaratılmıştır, bâkidir. Âhirette cennet, mü'minlere mükâfat yeri, cehennem de kafirler için mücâzat yeridir."
İnsanlar, önce, dünyanın en büyük parçası bulunan Asya kıt'asında yaşamışlar, sonra diğer kıt'alara hep Asya'dan yayılmışlardır. Bu sebepten Asya, insanların ilk doğuş yeri olduğu gibi, ilk medeniyetin kaynağı, dinin de çıktığı saha olarak kabul edilmiştir.
Arkeoloji bilginleriyle tarihçilere göre, insanlar önce vahşi idi. Sonra, derece derece yükselerek bugünkü medeniyete ulaşmışlardı: (işlerini çakmak taşı baltasıyla görürlerken, demir kılıç kullanmaya başlamışlar, ayı dişi gerdanlığı takarlarken, pırlantalara gömülüvermişlerdi.) Bu suretle, insanlar, iki devir geçirmiş oldu: Vahşet devri, medeniyet devri.
Ancak, "Dinler Tarihi" ile uğraşan âlimler arkeolojinin ortaya koyduğu ilk insan devrinin vahşilik olması fikrini kabul edemiyorlar; bunlar diyorlar ki: İnsanların ilk devri, vahşet değil, belki ilk medeniyetti. Bu ilk medeniyet dersini de insanlara İlâhî peygamberler vermişti. İnsanlara ilk din fikrini verenler yani tek Tanrı inancını öğretenler, nasıl İlâhî peygamberler olduysa, ilk medeniyet dersini de insanlara, İlâhî peygamberler vermişlerdi. Şu kadar var ki, İlâhî peygamberlerden bu ilk medeniyet dersini almış bulunan insanlar, sonra bu medeniyetten uzaklaşa uzaklaşa ilk dersi unutarak vahşi olmuşlar, daha sonra tekrar medeniyete girmişlerdir. Şu halde insanlar, vahşet devri, medeniyet devri olmak üzere iki medeniyet safhası değil, belki ilk medeniyet, vahşet, ikinci medeniyet olarak üç devir geçirmişler; vahşilik, insanlar için ilk devir değil, iki medeniyet arasında geçici bir basamak sayılmıştır..
Ekleme Tarihi: 11.12.2003 - 07:20
Bu mesajı bildir   asanyakan üyenin diğer mesajları asanyakan`in Profili asanyakan Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
asanyakan su an offline asanyakan  
Îlâhi Peygamberler ve Peygamberimiz

401 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 09.11.2003
En Son On: 16.05.2004 - 02:20
Cinsiyeti: ----- 
Îlâhi Peygamberler ve Peygamberimiz

İslâm inancına göre, "peygamberlik", Allah'ın kullarına en büyük lûtfudur. İnsanlık derecesinin en yüksek pâyesidir. Peygamberlik makamına hiç kimse, kendi zekâsıyla, kendi irfanıyla, kendi gayretiyle ulaşamaz (10).
Peygamberlik Allah vergisidir. Cenâbı Hak, kimleri lâyık görürse, peygamberlik vazifesini onlara verir (11). Peygamberlik rütbesi, yüksek bir dağın tepesine benzer. İnsan o dağın eteğinden çıkmağa başladığı zaman, tepesinin pek yakın olduğunu zanneder. Fakat, yükselmeğe devam ettikçe varmak istediği tepenin daha ileride bulunduğunu anlar. Bu yolda ne kadar yükselirse yükselsin, asıl tepeye varamaz. İrfan sahipleri, seviyelerini ne kadar yükseltseler, peygamberlik makamına ulaşamazlar. Bilgileri yükseldikçe, peygamberlik mertebesinin daha da yükseklerde bulunduğunu görürler. Artık, ona yaklaşılamayacağı kanaatine varırlar (12).
İşte bu yüksek vazifeye Allah'ın bir ihsanı olarak nail olan büyük insanlara nebî veya resûl ve peygamber isimleri verilir.
Peygamberler, Allah ile kullar arasında birer elçidir. Fakat, diğer insan!ar gibi birer insandır. Ancak, masum ve doğru insanlardır. Hiç yalan söylemezler. Kimseyi aldatmazlar. İnsanların en akıllısıdırlar. Kalbleri hakikatin nuruyla doludur. Günah işlemezler. insanlar içinde peygamberlerden başka masum kimse yoktur. Hiçbiri kendilerinin insandan başka bir şey olduklarını iddiâ etmemişlerdir, yalnız Allah'tan aldıkları emirleri, doğru olarak bildirmek vazifesiyle görevli bulunduklarını açıkça söylemişlerdi .

- De ki: Ben, sizin gibi bir insandan başka bir şey değilim. Bana Tanrınızın. ancak, tek bir Allah olduğu vahyolunuyor.(13)

İlâhî peygamberlerin birincisi Hazreti Âdem, sonuncusu; Hazreti Muhammed’dir. İnsanlar arasında yetişmiş İlâhî peygamberler pek çoktur. Hazreti Âdemden Hazreti Muhammede kadar yüzyirmidörtbin peygamber gelmiş bulunduğu rivayet ediliyor(14). Fakat bu rivayet, peygamberlerin çokluğuna işaret sayılmaktadır. Yalnız bu peygamberlerin isimleri, yerleri ve ümmetleri beli değildir.(15). Ancak, Kur'an-ı Kerimde isimleri yazılı peygamberlerin sayısı yirmibeştir:

Âdem
İdrîs
Nûh
Hûd
Salih
İbrahim
Lût
İsmail
İshak
Ya'kub
Yûsüf
Eyyûb
Zülkifl
Şuayb
Mûsa
Hârûn
Dâvud
Süleyman
İlyas
Elyesa
Yunus
Zekeriyya
Yahya
İsa
Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-

Bu yirmibeş peygamberin dışında, "filân peygamberdir veya değildir" diyemeyiz. İhtimal ki, 124 binin içinde vardır veya yoktur (*)
Kur'an’da yazılı olanlardan beş tanesi (Nûh - İbrahim - Mûsa - Îsa ve Muhammed -aleyhimüs selâm-, büyük ve yenilenen şerîat sahibiydi (16) Bu sebepten bu beş peygambere: Ülül-azm (azim ve sebat sahibi) peygamberler denir. Şerîat sahibi peygamberlerin birincisi: Nûh, sonuncusu: Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- dir.
Peygamberlik vazifesi bakımından bütün peygamberler birbirlerine eşittir, aralarında fark yoktur. Fakat fazilet bakımından birbirlerinden ayrılırlar (17). Fazilet sırasıyla "Muhammed - İbrahim - Mûsa - Îsa - Nûh" peygamberler, diğerlerine üstündür. Bunların içinde en faziletlisi: Hazreti Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizdir.
İlâhî peygamberler ya bir kavme, ya bir ülkeye veya belirli bir zamana gönderilmiş veyahut belirli ümmetlerin belirli devirleri için gelmişlerdir (18). İçlerinden ancak “Hâtemül Enbiyâ Muhammed Mustafâ" Efendimiz, yalnız Arablara değil, yeryüzünde bulunan bütün milletlerin, hattâ yedinci yüzyıldan dünyanın sonuna kadar bütün insanların saadetini sağlamak için gelmiş (19) ve İlâhî peygamberlerin sonuncusu olmuştur (20).
İsimleri Kur'an’da geçen peygamberler, ya Arablara gönderilenler veya Arabistan'a yakın bölgelerde gelmiş olanlar veyahut İsrâiloğulları içinde yetişenlerdir. Halbuki, yeryüzünde her ümmete bir peygamber gönderilmiştir
- Her ümmetin rasûlü vardır. (21)
Biz her ümmete rasül gönderdik. (21a)
- Hiçbir ümmet yoktur ki, içinde kendilerini Allah azâbıyla korkutan biri gelmemiş olsun. (21b)
Ancak, Kur’an-ı Kerim, İlâhî peygamberlerin bir kısmından bahsetmiş, fakat bir kısmını bildirmemiştir
- Biz senden evvel de peygamberler gönderdik. Onların içinde sana kıssalarını anlattıklarımız bulunduğu gibi, kıssalarını nakletmediklerimiz de vardır. (22)
İlâhi peygamberlerin gönderilmesi bir zarurettir. İnsan aklının en büyük ihtiyacıdır. Allah, insanı, iyi ile kötüyü ayırdedebilmek için akıl nimeti ile yaratmıştır. Halbuki insanın biri maddî (gözle görülen), diğeri mânevî (gözle görülemeyen) iki varlığı vardır. Çoğu zaman, insanın maddî varlığı, mânevî varlığına üstün gelmektedir. O zaman insan iradesi, hak tanımaz olur. Fazilet yolları kapanır. Adaleti sağlamak için akıl, varlığını gösteremez hale gelir. İnsanlar içindeki kuvvetliler, kanunun takibinden emin olunca âcizlerin bütün haklarını çiğner. Kavîler zayıflara, zenginler fakirlere çullanır. Mânevî bağları kalmayan insanlar, maksatlarına kavuşabilmek için fena yollara saparlar. Doğru yoldan ayrılırlar. Zevki çalışmada değil, hile ve desisede bulurlar. İnsanların doğuşundan beri yeryüzünü kaplayan ;zulümlerin, tarih sahifelerini dolduran haksızlıkların içyüzü bundan ibaretti.
Akıl, kemâl derecesine ulaşamadığı için, hayatta her şeyi bilemez. Hiçbir hakikatin mahiyetini kavrayamaz. Bu âlem bizce meçhuldür. Bu hayat bize karanlıktır. Rûh, bedenden ayrıldıktan sonra, olacağı şüphesiz bulunan halleri gösterebilecek bir kuvvet, insana verilmemiştir. Duygu ve tecrübe âleminde bile şaşırıp kalmış olan akıl, gözle görülemeyen âlemi ansıyamaz. Görülen âlemle görülemeyen. âlem arasındaki bağı bulamıyor. Her şeyden şüpheleniyor. Hakikatlere gözler yumuluyor. Kulaklar tıkanıyor. Bu hal, mânevî bir hastalıktır. Bu kalb hastalığını tedavi edebilecek tek çare. vahy ilâcıdır(23), İlâhî vahydir, peygamberlerin gönderilmesidir. İlâhî peygamberler, çığırından çıkan insan ahlâkını düzeltir. Alçalan rûhları yükseltir. Aklın bulamadığı hakikatleri gösterir. Allah’ın sıfatlarını, âhiret hayatını öğretir. Yaratılışından beri insanları korkutan "ölüm"ün mutlak bir yokluk olmadığını, bilâkis, yeni bir hayatın başlangıcı bulunduğunu anlatır.
Abdülaziz Çaviş, Anglikan Kilisesine verdiği cevapta derki: "Cenâbı Hakkın ezelî kanunu öyle cereyan ediyor: Herhangi ümmetin başı sıkılırsa, efrad arasında fesat çoğalırsa, içlerinden bir rasûl, yahut bir nebî veyahut âkıbetin vehametini anlatacak bir müceddid gönderilir. İnsanın yeryüzünde doğuşundan beri, hal böyle devam etmiştir. Dünyanın sonuna kadar da aynı yolda gidecektir."
Peygamberlik, İlâhî vahye dayanır. Cenâb-ı Hak, insanların birbirleri ile konuştukları gibi, apaçık konuşmaz (24). Çünkü Allah, çok büyük ve çok âlîdir. İnsanlar, Allah’ın yüksekliğine yetişerek, sözü, olduğu gibi, işitmeye tahammül edemezler. Bu sebepten, Hak Teâlâ hikmetine göre, vahy ile söyler; (25). İradesini üç suretle tebliğ buyurur: 1) Vahy sureti (Peygamberin kalbine inen ilhamdır). 2) Perde arkasından konuşmaktır (İlâhî hitaba nail olan peygamber, perde arkasından bir ses duyuyormuş gibi olur). Ses duyulur, fakat o sesin sahibi görülmez. 3) Melek gönderilmesidir (26).
İnsanların dünya ve âhirette saadetlerini sağlamak için, Cenâbı Hak, kendi iradelerini, peygamberleri, vasıtası ile bildirmiş ve bu peygamberler de Tanrının bu iradelerini, olduğu gibi insanlara ulaştırmışlardır.
İlâhî peygamberlerin öğrettikleri İlâhî kanunlara "semâvî kitaplar" adı verilir. Bunların bir kısmına "suhuf" (sahifeler, broşürler), bir kısmına da "kitap" denir.
Büyük kitaplar: (Tevrât - Zebûr - İncîl - Kur’ân-ı Kerim olmak üzere) dörttür. Tarih sırasıyla Tevrât: Mûsâ Peygambere, Zebûr: Dâvûd Peygambere, İncil: İsâ Peygambere, Kur'ân-ı Kerim Mübîn: Peygamberimiz Hazreti Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-e indirilmiştir.
Hazreti Mûsâ'ya gönderilmiş olan Tevrât: İsrâîloğullarının mukaddes din kitabıydı. 18. Firavun sülâlesi zamanında, İsrâîloğullarını Mısırdan çıkarmak suretiyle, esaret hayatından kurtaran Mûsâ Peygamber, "Tûr" dağında ilâhî vahye nail oldu. Milâddan tahminen 1600 yıl önce, kendisine Tevrât gönderildi.
Hazreti Mûsâ’dan sonra, Filistin’de devlet kuran İsrâîloğulları, Çok geçmeden siyasi birliklerini kaybettiler. Dinlerini de, ahlâklarını da koruyamadılar. Tek Tanrı inancından ibaret olan esas Tevrât, pek çok tahriflere, ilâvelere uğradı. Bugün, Tevrât adını taşıyan kitaplar: "İbrâni - Yunânî - Sâmirî" olmak üzere üç türlüdür. Bunların üç şekli de birbirlerini tutmaz. Hele içindeki konula~, "Allah sözü" olmak vasıflarını kaybetmiştir. Çünkü, Hazreti Mûsâ’ya , vahyolunan esas Tevrât muhafaza edilememişti.
Mûsâ’dan sonra, Dâvûd Peygambere gönderilen Zebûr: Şerîat kitabı değil, duâlar mecmuasıydı. İçinde, ilâhî kanunlar yoktu. Tevrât’tan sonra geldiği halde, Mûsâ şerîatının hükümlerini değiştiremedi.
Tevrât’a "Ahd-i Atîk" denildiği gibi, İncîl’e de "Ahd-i Cedîd" adı verildi. İkisine birden "Kitâb-ı Mukaddes" denir.
Tevrât, Milâddan önce, 3. yüzyılda Yunancaya çevrilmiş, kitâb-ı mukaddes de 4. Milâd asrında, lâtinceye tercüme edilmiştir. 14, 15 ve 16 ncı yüzyıllarda (hususiyle, 16 ncı asırda "reform" adı verilen ve katolik mezhebi içinden protestanlığın çıkmasına yol açan: İnanışta değişiklik devrinde mukaddes din kitabı, milli dillere (İbrânîce aslından değil de) lâtince tercümesinden çevrilmişti.
Hazreti İsâ, üç yıl peygamberlik yapabildi. Çocukluğunda Filistin'den çıkmış, otuz yaşına kadar Mısır'da kalmıştı. Filistin çöllerinde dinini gizlice yaymağa başladığı zaman, yahudiler kendisini tanımıyorlardı. İsâ Peygambere inananlar, yalnız oniki Balıkçı oldu. Bunlara "Havârîler" denir. Havârîlerden Yuda Şem'un (Yehuda, Isharyotı) Îsâ'ya ihanet etti. Aldığı bir miktar rüşvet karşılığı olarak; İsa’nın gizlendiği yeri yahudilere haber verdi. Hazreti Îsâ'yı öldürmek isteyen yahudiler, onu bulamayınca, Îsâ’ya benzeyen Yudayı yakaladılar. Onu Îsâ zannıyla bağırta bağırta astılar (çarmıha gerdiler) .
-- Onların sözleri Allah’ın Rasûlü Meryem oğlu Mesîh İsâ’yı katlettik demeleridir. Halbuki onlar, İsâ'yı öldürmediler de asmadılar da. Fakat, (İsâ, salbolunan bir adama) benzetilmişti. (27)
Îsâ Peygamber (İdrîs gibi) âli mekâna kaldırıldı (28). Havariler takip olundu. Bunlar azlıktı. Hem yahudilerin, hem puta tapıcıların zulümlerine uğradı. Her biri birer tarafa savuştukları için Îsâ'ya vahyolunan esas İncîl toplanamadı. Muhafaza olunamadı.
Havârîler, Îsâ dinini yaymak için etrafa dağılmışlardı. Îsâ'nın hayatına dair çeşitli kitaplar yazıldı. Bu kitaplara "İncîl" denildi. Bu suretle, yazılan İncîllerin sayısı çoğaldı. Birkaç yüzü buldu (29). Bunların verdikleri bilgiler, yekdiğerini tutmuyordu. İçlerinden birbirlerine oldukça yakın görülen dördü seçildi. Bu dört İncîl, Îsâ dinine aid mukaddes din kitabı olmaktan ziyade, kilise tarihiydi. Havârîlerden Matta, Yuhanna ile bunların talebesinden: Luka; Markos tarafından yazılmıştı.
Hazreti Îsâ'dan sonra, hıristiyanlık, çok geçmeden Îsâ dini olmaktan çıktı. İçine, eski Yunanlıların ve eski Romanın puta tapıcılığı karıştı. Hindin ve eski Mısırın "teslîs" denilen üçüzlü tanrı inancı girdi.
Hıristiyanlıkta "Baba - Oğul - Rûhülkudüs" den ibaret üç muhtelif şahsın "Tek Tanrı" teşkil etmesine "teslîs" adı verilir. Hıristiyan inancına göre, kadir-i mutlak "baba", semada saltanat makamında "oğul" sağ tarafında, Rûhülkudüs sol, tarafında. Fakat, bunların üçünden ibaret "Allah" birdir. "Baba" da Allah, "Oğul" (Îsâ) da Allah, "Rûhülkudüs" (Cebrâil) de Allah’tır. Lâkin üç Allah değil, bir Allah’tır.
Halbuki, Hazreti Îsâ'nın öğrettiği dinde: Âlemleri yaratan "Allah" bir iken, hıristiyanlıkta üç oldu (30).
Görülüyor ki, Kur'an-ı Kerim gelinceye kadar, mukaddes sayılan bütün din kitapları ya ortadan kalkmış veya bozularak "Allah sözü, ilâhî din kitabı" olmak değerini kaybetmişti. Fazla olarak Kur’ân-ı Kerim, en son inen Allah kelâmı olduğu için, kendisinden önce gelen bütün semâvî kitapların hükümleri kalmamıştır.
Kur’an-ı Kerim, Cenâbı Allah tarafından gönderilen İlâhî kitapların sonuncusudur. Cebrâîl adındaki melek vasıtasıyla, Peygamberimiz Hazreti Muhammed’e, vahy yoluyla geddi. Toptan değil, yirmiiki küsûr yılda, âyet, âyet, sûre sûre indi (610-632 M.).
Cenâbı Hak, Kur’an’ın ebedî muhafızı olduğunu beyan buyurmaktadır
- Kur'ân-ı biz gönderdik. Herhalde onu biz muhafaza edeceğiz. (31) Allah'ın bu iradesini yerine getirmek için müslümanlar, Hazreti Peygamberin irşadıyla iki yol tuttular. Birincisi: Kur’an-ı ezberlemek. Diğeri: Kur’an-ı yazmak. Kur’an-ı Kerimin her âyeti, Peygamberimiz tarafından ilân edildikten sonra, ashâbı tarafından hem ezberlenir, hem yazılırdı (32)
Kur’an-ı Mecîd, ondört asır evvel, nasıl nâzil olduysa, hangi şekilde geldiyse, Rasûl-i Ekrem tarafından da nasıl tebliğ edildiyse, öylece muhafaza olunmuş, zerre kadar tahrife uğramadan, nesilden nesile geçerek zamanımıza kadar ulaşmıştır. Bu mazhariyyet, başka hiçbir semâvî kitaba nasip olmamıştır. Bu hakikati, İslâm düşmanları bile kabul etmektedir. Bilhassa, (Hayât-ı Muhammed) adındaki eserin sahibi, İngiliz tarihçisi Sir William Muir, İslâm dininin tenkidcisi olduğu halde, Kur'an-ı Kerim hakkında: Oniki asır metninin bütün satvetini bu kadar muhafaza edebilen başka bir kitap yoktur, demekten kendini alamamıştır (33).
Kur’an-ı Mübînin, değişmeden, bu eşsizliğini muhafaza etmesinde çeşitli sebepler vardı. En mühimi, bizzat Rasûl-i Ekrem zamanında, Kur’an-ı Kerimin yazılmış olmasıydı.
Allah'ın kulları için seçtiği din birdir. Tek Tanrı inancı olan "İslâm" dır, müslümanlıktır (34). Müslümanlık, hakikatte insanlık dinidir. İlk Peygamberden son Peygambere kadar devam eden Allah’ın dini: İslâm’dır. Tek Tanrı inancı (Tevhîd) dir.
İnsanların ilk öğrendiği din, Allah’ın birliği inancıydı. insanlara Tek Tanrı inancını öğreten, kendi içlerinden çıkmış olan İlâhi Peygamberler oldu. Bütün Peygamberlerin bildirdiği dinlerin esası. Allah’ın birliği inancı: Tevhîd itikadıydı. Son Peygamber Hazreti Muhammed de bu inancı bildirmiştir.
Ancak, evvelki Peygamberlerin öğrettikleri Tek Tanrı inancının esasları gitgide gevşedi. Çeşitli sebeplerle, sonraları değişikliğe uğradı. Allah'a ibâdetin yerini puta tapıcılık aldı.
Puta tapıcılığın esası, tabiat kuvvetlerini tanrılaştırarak yükseltmek, resim!er, heykellerle temsil ettikleri bu kuvvetlere insanları taptırmak suretiyle insanlığın şerefini alçaltmaktan ıbaretti.
Hazreti Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- zamanın tesiriyle değişmiş olan bu esasları, ilâhî vahy ile aslî kıymetlerine çevirdi. Tabiat kuvvetlerine tapmayı yasak etmekle kalmadı. aynı zamanda bu kuvvetlerden faydalanmayı bildirerek insanlığın şerefini yükseltmiş oldu. Çünkü Cenâb-ı Allah, yerde ve gökte ne varsa insan zekâsına bırakmıştı .

- O, göklerde ne var, yerde ne varsa, (herşeyi) kendinden (kendi tarafından olmak üzere) size (insanlara) râm etti (müsahhar kıldı.) Şüphe yok ki, ,6unda, iyi düşünerek bir kavim için kat'î âyetler (delâletler, ibretler) var(35).
Şurası hiç unutulmamalıdır ki, din insanların eseri olmadığı gibi, Peygamberler tarafından da kurulmuş değildir. Çünkü Peygamberler, Allah’ın birer elçisidir. Dinin hakîkî sahibi: Cenâbı Allah’tır. Hazreti Muhammed de İslam dininin kurucusu değildir. İlâhî nizamın son şeklini ümmetine bildiren bir elçidir.
Kur’an-ı Kerimin bildirdiğine göre, çeşitli devirlerde, çeşitli kavimler arasında pek çok peygamber gelmiştir. Bunların öğrettikleri din, esas itibariyle müslümanlıktan başka bir şey değildir. Bu bakımdan, insanların tabiî (fıtrî) dini İslâm dinidir. Bütün esasları akla, tabiata uygun bulunan müslümanlık, bütün insanlığı kaplayan Allah’ın bu ebedî dini, Peygamberimizle kemâl derecesine yükselmiştir.
Puta tapıcılığı kaldırarak insanlara şerefini, tabiî hürriyetini kazandıran, yalnız "Allah" huzurunda insanların mutlak bir kul, fakat* Allah'tan başkasına karşı mutlak hür olduğunu bildiren, insanlık tarihinde bütün inkılâbların esasını hazırlayan İslâm dininin yüce Peygamberi Cenâb-ı Hakk'ın son elçisi olmuştur. Artık, O'ndan sonra peygamber gelmeyecektir.
Hakikî din, bir Peygamberin, vahy suretiyle Allah'tan aldığı hükümlerin toplamıdır. Din denilince, Tek Allah ile O'nun elçisi hatıra gelmektedir. Allahsız din olamayacağı gibi, İlâhî vahye dayanmayan, bir peygamber tarafından bildirilmeyen sistemlere de "din" adı verilemez.
Din, insanlıkla beraber doğmuş, her asırda yaşamış, insanlık durdukça da duracaktır. "Allah" fikrinin ortadan kalkması, insanlığın yok olması demektir. Şair Mehmed Âkif:
İmansız olan paslı yürek sinede yüktür. diye, ne güzel söylemiştir..
Ekleme Tarihi: 11.12.2003 - 07:21
Bu mesajı bildir   asanyakan üyenin diğer mesajları asanyakan`in Profili asanyakan Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
asanyakan su an offline asanyakan  
Tabiat Kanunları ve Mûcizeler

401 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 09.11.2003
En Son On: 16.05.2004 - 02:20
Cinsiyeti: ----- 
Tabiat Kanunları ve Mûcizeler

Mâddi âlemde görülen varlıklar ve bu varlıkların olayları birtakım usullere, nizamlara tâbidir. Her varlığın bir hassası vardır. Bu hassalara "tabiat kanunları" denir. Cenâbı Hak, "kâinat" denilen varlıklar makinesini idare için, tabiat kanunlarını yaratmıştır. Varlıklar makinesinin her parçası, bu kanunlara bağlıdır. Varlıklar âleminin nizam ve irıtizamı, tabiat kanunları vasıtasıyla sağlanmaktadır.
Tabiat kanunları, hergün gördüğümüz, yaptığımız tecrübelerdir. Bunlara "İlâhî âdetler ve İlâhî sünnetler" adı verilir. Meselâ: Ateş yakar, su akar, ağaç büyür, güneş doğar, yağmur yağar, zehir öldürür, gibi.
Tabiî hâdiseler hakkındaki bilgilerimiz ya şahısların müşahedelerine veya başkalarının görgülerine dayanır. İster, tabiat kanunları diyelim, isterse İlâhî sünnetler adı verilsin, bu kanunlar, Allah’ın hikmeti gereğince, asla değişmez .

- Allah'ın âdeti (kanunu) öncedenberi hep böyle idi. Allah'ın kanununda hiçbir değişiklik bulamazsın. (36).

Maddî hayatta görülen hâdisler, maddî sebeplerden ileri geldiği gibi, bunlar üzerinde maddi olmayan sebeplerin de tesiri vardır. Kur'an-ı Kerim, bize, âdî sebeplerle beraber, maddî sebeplerin üstünde, bunların hepsine hâkim, İlâhî kudrete inanmayı da öğretmekte, herşeyin İlâhî iradeye bağlı bulunduğunu bildirmektedir.
Maddî hâdiseler, nasıl tabiat kanunlarına bağlıysa, mânevî âlemin de kendine mahsus kanunları vardır. Yerde ve gökte vukua gelen olayların kanunları nasıl değişmiyorsa, harikulâde haller de (Allah’ın tâyin ettiği zamanlarda peygamberlerin 'gönderilmesi gibi) değişmez kanunlara bağlıdır.
Karanlık geceleri aydın gündüzlerin takip etmesi, nasıl tabiat kanunlarından ileri geliyorsa, ufukların günah bulutlarıyla karardığı sıralarda hidâyet güneşinin doğması yani bir peygamberin gelmesi de İlâhî sünnetlerden ileri gelmektedir.
Kâinat dediğimiz varlıkları, nasıl İlâhî irade idare ediyorsa, hârikulâde haller de doğrudan doğruya Allah’ın iradesiyle olmaktadır. Şu halde, tabiî hâdiseler de, harikulâde haller de doğrudan doğruya Allah'ın iradesiyle vukua gelmektedir.
Peygamberlerde görülen hârikalara "mucize" adı verilir. Peygamberlik mucize ile anlaşılır.
Kur'an-ı Kerimde ve Peygamberimizin hadîslerinde, mucizelere "âyet ve burhan" denilmektedir. Cenâbı Hak, tabiat kanunlarını nasıl yaratmışsa, harikulâde hallerin kanunlarını da yaratabilir. Fakat, biz harikulâde hallerin sebeplerini bilemeyiz. Bunu, ancak, peygamberler anlar. İlâhî peygamberler, insanların bilemediğini bilir, göremediğini görür, duyamadığını duyar. Maddeler âlemini, değişmez kanunlara bağlamış bulunan Cenâb-ı Hak, peygamberlerini kuvvetlendirmek için, tabiî hâdiselerde de değişiklik yapabilir. Tabiî hâdiselerin sebeplerini de, tesirlerini de kaldırabilir. Böylece, tabiat kanunları dışında hârikaları yaratmış olur. Meselâ: Ateş, yakıcı bir madde iken, peygamber İbrâhim’i yakmamıştır .

- Biz de: Ey ateş! İbrahim’e karşı soğuk ol. selâmet ol! Dedik.
Mûcizeler, görünüşte tabiat kanunlarına aykırıdır. Her akıl da bunları kavrayamaz. Fakat, mucizeler doğrudur. Hakîkattir. Ancak, insanın bu mucizeleri kabul edebilmesi için, önce, Allah'ın büyük kudretine göremediği hakikatlere inanması lâzımdır. Kur’an-ı Kerim, harikulâde hallerin de mümkün olduğunu bildirmektedir; yalnız mucizelerin Allah tarafından gönderildiğini, peygamberlerin onları istedikleri zaman yapamadıklarını anlatmaktadır ,

- Onlar yeminlerinin en kuvvetlisiyle yemin ettiler ki, kendilerine bir âyet (mucize) gelirse muhakkak ona inanacaklar. De ki: Âyetler (mucizeler) yalnız Allah'ın elindedir. (Diledikleri) âyet gelse de onların îmân etmeyeceklerinin farkında değil misiniz? ''
Ancak mucizelere inanabilmek için, gösterilen delillerin son derece sağlam olması gerekmektedir. Şunu belirtmek yerinde olur ki, Peygamberimizin mucizeleri hakkındaki deliller, başka hâdiselerin tarihî delillerinden daha kuvvetlidir.
İnsanlar tarafından yapılması mümkün her tecrübeye "fen" adı verilir. Fennin uğraştığı saha, yalnız maddî hâdiseler sahasıdır. Fen, maddî sahada bir şeyin nasıl olduğunu inceler. Fakat, hiçbir zaman tecrübe sahasından dışarı çıkamaz. Çıkarsa, fen olamaz. Tecrübe edilmemiş konular, fennin sınırları içine giremez. Meselâ: Bir insan, fen bakımından, "melek yoktur!" dese, bu söz ilmî olamaz. Çünkü, fennin haricine çıkmış demektir. Tecrübe ile isbat edilemeyen bir şeyi inkâr etmek de, kabul etmek kadar, fenne aykırıdır. Fen, bir şeyi nasıl olabileceğini inceler. Fakat, niçin olduğunu "felsefe" ye bırakır. Halbuki insan, bir hâdisenin nasıl meydana geldiğini öğrenmekle beraber, niçin olduğunu da anlamak ister. Fen bir insanın dünyaya nasıl geldiğini anlatır. Fakat, niçin geldiğini bildiremez. Bu dünyaya her gelenin öleceğini bildirir. Fakat, nereye gideceğini kestiremez. Fen, hâdisenin yalnız şeklinden bahseder. Felsefe ise sebebini açıklar. Ancak, felsefenin de hududu akıldır. Aklın bulamayacağı konular, felsefenin yetkisi dışındadır. O zaman söz, "din"in olur. Din, Allah'ın bir ihsanıdır. Cenâbı Hak, insanlara aklın bulamadığı hakikatleri, peygamberleri vasıtasıyla öğretmiştir. Fennin dışında kalan, aklın sınırına giremeyen, felsefeyi âciz bırakan konular, dînin sahası içine girer. Ancak bu sahada çözülebilir.


--------------------------------------------------------------------------------
Ekleme Tarihi: 11.12.2003 - 07:22
Bu mesajı bildir   asanyakan üyenin diğer mesajları asanyakan`in Profili asanyakan Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
asanyakan su an offline asanyakan  
Themenicon    Peygamberimizin Siyreti (Hayatı)

401 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 09.11.2003
En Son On: 16.05.2004 - 02:20
Cinsiyeti: ----- 
Peygamberimizin Siyreti (Hayatı)

Bundan ondört asır önce, bütün insanlara hakikat yollarını, saadet vasıtalarını noksansız olarak göstermiş bulunan Peygamberimiz, bir taraftan "Peygamberler tarihi"nde en faziletli yerini alırken, diğer taraftan "insanlık ve medeniyet tarihi" de kendisine en yüksek mevkii ayırmış bulunmaktadır.
Siyer: Siyret kelimesinin çoğulu (cem'i) dur. Peygamberimizin siyreti (Siyer-i Nebî): Resûl-i Ekrem Efendimizin (ay senesine göre) altmışüç yıllık tarihidir (571-632) (39). Peygamberimizin (içtimaî, siyasî, askerî, dinî ve. ahlâkî) bütün cepheleriyle hayatını öğretir. İslâm tarihinin ilk bölümüdür.
Hâtemül' Enbiyâ'nın soyundan başlar. Mekke devrini de, Medîne devri olaylarını da içine alır.
Ancak, megâzî ilmi, yalnız Peygamberimizin gazvelerini bahis konusu eder. Megâzî (gazalar), Siyer-i Nebînin bir koludur.
Siyret-i Muhammediyye ve meğâzî, İslâm tarihinin bir şubesi olduğu gibi, hadîs ilminin de bir kısmıdır. Siyet-i Nebî ve meğâzî (Peygamberimizin hadîsleri gibi) bir müddet ağızdan ağıza nakledildi. Sonra toplandı. Îlk defa Siyer-i Nebîyi yazan, İbn-i Şihâb-i Zühri (vefatı: 1221739) oldu. Zührîden sonra, Müsâ İbn-i Ukbe (1411758) gelir. Daha sonra, İbn-i İshâk (1511768) sayılır. İbn-i İshâk, meğâzî ehlinin reisi itibar ediimiştir.
Vâkıdî (207/822) nin "Elmeğâzî" adlı eseriyle İbn-i Hişâm (218/833) ın "Siretü ibn-i Hişâm"ı basılmıştır. Yalnız,. imâm Şâfiî ile Ahmed ibn-i Hanbel; - Vâkıdînin kitapları yalandır, Vâkıdî yalancıdır, demişlerdir.
"Asr-ı Saâdet" müellifine göre: :- Siyret fenni, hadîs fenninden ayrılır. Siyretteki rivayetler, "Sıhâh-ı Sitte" denilen altı hadîs kitabındaki hadîsleı gibi, dikkatle muhakeme ve tenkid olunmamıştır. Siyer kitapları, hadîs kitapları derecesinde muteber sayılamaz. Kıymetli bir muhaddis oian Hâfız Zeynüddîn Irâki (80511402), manzûm Siyret-i Nebeviyye mukaddimesinde şu sözleri söyler: - Siyret kitapları, sahih ve gayr-i sahih rivayetleri toplamıştır, İlim isteyenler, bunu bilmelidir."
Prof. İsmâil Hakkı İzmirli der ki: - Siyer kitaplarında sahîh, sakîm, zaif, mürsel, munkati haberler vardır. Fakat, mevzû, yatan haberler yoktur." (40), İslâm âleminde, siyer ve megâzîden sonra, "Fetihler Tarihi", Tabakal (Terâcim-i Ahvâ!) kitapları yazıldı. Hicretin üçüncü (Milâdın dokuzuncu) asrı ortalarına kadar müslümanların tarih eserleri, siyer ve meğâzî ile fütûhât ve tabakat kitaplarından ibaretti. Bu asırdan sonra, umumi tarih de yazılmaya başlandı. Müslümanlar, İslâm tarihine ve umumî tarihe aid sayısız, değerli eserler vermişlerdi. İzmirli'ye göre, İslâm tarihçileri iki sınıftır: Birinci sınıf, muhaddisler ve fakihler, ikinci sınıf nahivciler ve edipler. itimada lâyık olma sı bakımından, birinci sınıfın yazdığı tarihler, ikinci sınıfın eserlerine tercih edilir. Birinci sınıftan "Nakd-i Ricâl" ilmiyle uğraşanların tarihleri daha mevsuk, daha muteberdir. Meselâ: Zehebî, İbn-i Kesîr tarihleri, İbn-i Esîr, Ebülfidâ tarihlerine, İbn-i Cevzî tarihi de, Mes'ûdî tarihine tercih edilmektedir."
İslâm âleminde yazılan eserler, yalnız Arab diliyle yazılmış değildi. Farsça ve Türkçe tarihler de yazıldı. İki asırdan beri Avrupa tarihçileri de, İslâm tarihine ve hususiyle Peygamberimizi.n hayatına dair pek çok kitaplar kaleme almışlardır.
Bu eserler hakkında Hindli Mevlânâ Şiblî-Nu'mânî (1332/1914) şöyle diyor:
- Avrupalı müverrihlerin bir kısmı, Arapça bilmedikleri için, asli kaynağı bulamamışlar, başkalarının eserlerinden, tercümelerinden faydalanmışlardır. Bunların yaptıkları iş, birtakım eksik ve şüpheli malûmata, kendi düşüncelerine uygun bir şekil vermekten ibaret kalmıştır. Bir kısmı da Arapça bilgilerine güvenerek, hurafeler uydurmaktan, hakîkatleri tahrif etmekten, Resûl-i Ekrem'e iftiralarda bulunmaktan çekinmemişlerdi. Avrupa yazarlarını hatalara düşüren sebepler çoktur. Bunlar, hadîs kitaplarında Resûl-i Ekrem'in hayatı hakkındaki muteber rivayetleri, zengin hazineleri hiç tanımıyorlar. Hâdiseleri tahkik, rivayetleri tenkid işinde bunların ölçüleriyle müslümanların ölçüleri arasında müthiş farklar vardır. Avrupâlılar, rivayetin itimada lâyık olmasına ehemmiyet vermezler. Onların dikkat ettikleri şey, râvi tarafından nakledilen vak'anın kendi fikirlerine uygun düşmesidir. İslâm muharrirleri ve bilhassa muhaddisler, rivayetin görünüş şekline bakmazlar, rivayet edenin itimada lâyık olup olmadığını araştırırlar." (41).
Eski İstanbul Dârülfünûnu (Üniversitesi) Felsefe Muallimi Şehbenderzâde Ahmed Hilmi Bey de şu kanaatte bulunmuştur:
- İslâm’ın münkirleri iki sınıfa ayrılır. Birinciler, mevcut dinlerden birine mensup olanlardır. İkinciler ise, dinleri insan toplulukları için muzır gören (ifratçı akliyyeci ve maddecilerden başlayarak itidalci filozoflara kadar) tenkid erbabıdır.
Birinciler, İslâmı kabûl etmemek zorundadır. Böyleleri tahrifsiz eser yazamazlar. Onlar için, İslâm’a dair yazmak demek, ne yapıp yapıp İslâm’ı çürütmektir. Bunu, onların mensup bulundukları dinin kaidelerinde aramak lâzımdır. Bir hıristiyan muharriri, İslâm’a dair bir eser yazacağı zaman, tedkikten sonra v_ermesi gereken hükmü, tedkikten evvel verir. Hıristiyanlık, hak din olarak kendinden evvel gelen yahudi dinini tanır. Fakat, hıristiyanlıktan sonra, o dini hükümden düşmüş görür. Hıristiyan inancına göre, 1sâ dini, mutlak nihâî ve umumî dindir. Hazreti İsâ, insanlığı kurtarmak için gelen, Âdem şekline girmiş tanrıdır (!). Allah’ın oğludur. Ondan sonra, diğer bir hak dinin doğması mümkün değildir. Böyle bir itikada bağlanan bir insanın, Müslümanlığı tarafsız olarak muhakeme edemeyeceği tabiîdir.
Yahudilere göre, hıristiyanlık bir nevi dinden ayrılmadır. İnsaflıları, müslümanlığın yalnız Araplara mahsus bir din olduğunu kabul ederler. Şu halde, itikad bakımından bir yahudi de müslümanlığı tarafsız muhakeme edemez.
İkinci sınıf, ifratçı inkârcılar, mutlak olarak dinlerin düşmanlarıdır. Onlara göre, herhangi din olursa olsun, terakkiye mânidir. Ak1a, fenne mugayirdir. İnsanlığın çocukluk asırlarının hediyesidir.
Bu davâlarda hakikat var mı? Asla! Şurasını iyi bilmelidir ki, fen ile dinin mevzuları başka başkadır. Hakikî fenciler din sınırına fenni sokmazlar." (42)
Prof. M. Şemseddin (Günaltay) da kitabının önsözünde şunları söylemiştir:
--- İslâm tarihi âlemşumûl bir ehemmiyeti hâiz olduğu içindir ki, şarkta ve garpta, bu mevzua aid sayılamayacak kadar eserler yazılmıştır. Fakat, şarkta yazılan kitapların birçoğu usulden mahrum olduğu gibi, garpta te'lif olunan eserlerin ekserisi de garaz şâibesiyle- malûldür. Şarkta yazılan tarihî eserler, usulden mahrum olmakla beraber, pek kıymetli birer malûmat ve vesika hazinesidir. İslâm tarihine dair batıda kaleme alınan eserlerin çoğunda hıristiyanlık gayreti ve taassubunun âşikâr izlerini görmemek mümkün değildir. Müsteşriklerden en tarafsız davrananların eserleri bile garazkârlık şâibesinden kurtulamamıştır. Bunlar, derûnî bir saik ile hiç olmazsa, İslâm’ın büyük simalarını küçük göstermeğe çalışmış ve bilhassa, Resûi-i Ekrem'in hayat tarihini tahrif etmek, İslâm’ın büyük halifelerinin, büyük kumandanlarının hareketlerini garazkârane tasvir eylemek, ulemâ ve mütefekkirlerinin ilmî, sınâî, fennî mesailerini ehemmiyetsiz göstermek gibi duygulardan kendilerini alamamışlardır." (43).
Ömer Rıza Doğrul da şu mühim mütâleâda bulunuyor: Müsteşrikler, daha fazla, garbın İslâm âlemine çullandığı sıralarda zuhur etmişler ve garp âleminden İslâm âlemine giren istilâ ordularına refakat eden misyonerleri desteklemek için çeşit çeşit eserler yazmışlar, misyonerlere hız vermek için İslâm aleyhinde türlü türlü bühtanlarda bulunmuşlardır. Bunlar, garbın maddî üstünlükle kalmayarak mânevî ve ruhânî üstünlüğü de hâiz olduğunu belirtmek istemişler ve onun için İslâmiyet hakkında ve Hazreti Peygamber hakkında çeşit çeşit hezeyanlarda bulunmuşlar, yeni misyonerleri, iddia ettikleri manevî ve rûhânî faaliyetin mümessili olarak İslâm memleketlerine salmışlardır. İslâmiyet aleyhinde ve Hazret-i Peygamber Efendimiz aleyhinde uydurulan iftiranın asıl sebebi, bu istilâ ve tecavüz zihniyetidir..
Bu istilâ ve tecavüz zihniyeti, İslâmiyeti temelinden yıkmak için uğraşmış, fakat, çok şükür muvaffak olamamıştır. Garbın istilâ ve tecavüz devri tarihe mal olmağa başladıktan sonra ise, bu durumun değişmeye başladığı göze çarpmaktadır (44).
Avrupa yazarları arasında tarafsız kalem kullanan, tarihî hakikatleri ilmî bir şekilde ifade eden edipler ve müellifler yok değildir. Ancak, büyük bir çoğunluk yanında bunların pek az ve âdeta nadir zatlar olduğu da unutulmamalıdır.
Ne yazık ki, son zamanlarda, memleketimizde yeni yetişen meslektaşlar arasında, Avrupa tarihçilerinin garaza dayanan bu sakat fikirlerini doğru sanarak benimsemiş tarihçilerimizi esefle görmekteyiz. Bunlar; doğunun aslî kaynaklarını inceleyemedikleri için, büsbütün ihmal etmişler, batılıların yanlış görüşlü eserlerine saplanarak tarihî hakikatlerden uzaklaşmışlardır. Hele bu korkunç hatalar, en ziyade okul kitaplarındâ müşahede olunmaktadır.
Kitabımız, çok mühim bir boşluğu doldurmak dâvasında değildir. Yalnız, yarım asırlık meslekî salâhiyete dayanarak piyasadaki, İslâm inancını sarsacak bir mahiyet taşıyan bu gibi eserlerin tarihî kusurlarına işaret edebilmek maksadıyla, ortaya çıkmış bulunmaktadır. Muvaffakiyet Allah’tandır. .
Ekleme Tarihi: 11.12.2003 - 07:23
Bu mesajı bildir   asanyakan üyenin diğer mesajları asanyakan`in Profili asanyakan Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
asanyakan su an offline asanyakan  
Takvim Başları

401 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 09.11.2003
En Son On: 16.05.2004 - 02:20
Cinsiyeti: ----- 
Takvim Başları

Asırları ve asırların çerçevesi içinde bulunan hâdiseleri, oluş sırasına göre sıralayabilmek için, bir başlangıca ihtiyaç vardı. Fakat bu başlangıç, her millet için aynı değildi. Bütün milletler, tarihte kendi siyasî ve içtimaî hayatında derin izler bırakan en mühim olayları, kendileri için başlangıç yapmıştı. Bu yüzden, tarihte takvim başları pek çoktu ve bu âdet pek eskiydi. Başlıca takvim başları şunlardı: -- Hilkat yani dünyanın yaratılışı - Siriüs yıldızının görünüşü - Olimpiyat oyunları -- Roma şehrinin kuruluşu - Mîlâd - Fil , senesi -- Hicret gibi.
Eski Türklerle İbrânîler: Hilkati, Eski Mısırlılar: Siriüs yıldızının semalarda görünmesini veya Nil nehrinin taşmaya başlamasını, Eski Yunanlılar: Olimpiyat oyunlarını, Romalılar: Roma şehrinin kuruluşunu, Hristiyanlık dünyası: Miladı,Eski Araplar: Fil senesini, Müslümanlık Âlemi de: Hicret'i takvim başı olarak kullanmışlardı.
Tarihte görülen bu çeşitli başlangıçlar, zamanla unutulmuş, bugün medeniyet dünyasında yalnız ikisi: Mîlâd ve Hicret başlangıçları kalmıştır. Hazreti İsâ’nın doğuşunu gösteren mîlâd başlangıcı, İsâ'dan sekiz asır sonra hıristiyan Avrupa'da kullanılmaya başlandığı gibi Hazreti Peygamberin Mekke'den Medîne’ye göçünü gösteren Hicret başlangıcı da, hicretten ancak onyedi yıl sonra, ikinci İslâm halifesi Hazreti Ömer zamanında kabûl edilmiştir.
Bu iki başlangıca göre, asırlar ve asırları dolduran olaylar, Mîlâddan önce ve sonra, Hicretten önce ve sonra olmak üzere ikiye ayrılmıştır.
Eski milletler, takvimde ay senesini kullanırlardı. Güneş senesi, ilk olarak Eski Mısırlılar tarafından tatbik edilmişti. Mısırın bu ilk güneş takvimi, Mîlâddan önce 45 tarihinde, Romanın meşhur diktatörü Jül Sezar tarafından alınmış, bu suretle "Jüliyen Takvimi" denilen rûmî takvim doğmuştu.
Mîlâddan sonra 1582 tarihinde Jüliyen Takvimi, Papa 13 üncü Gregor tarafından ıslâh edildi. "Gregoriyen" adiyle batı takvimi "Efrencî Takvim" meydana çıktı.
Eskiden bütün tarihçiler, yalnız kendilerine aid millî tarihleriyle uğraşırlar, dünyanın umumî tarihiyle ancak kendi savaşları dolayısıyla ilgilenirlerdi. Yeni ve son çağlarda bütün dünyanın siyasî, iktisadî ve kültüre aid olayları, her milleti alâkalandırdığı için bütün milletler, kendi tarihlerini de bu çerçeve içinde yürütmeğe başlamışlardı. Bu sebepten birçok millet, Mîlâd başlangıcını kabûl ettiği gibi, umumî tarih de aynı başlangıcı benimsemiştir.
Hicretin, İslâm âleminde takvim başı sayılması ise şöyle oldu: Hulefâyı Râşidînden ikinci halife Hazreti Ömer zamanına kadar, müslümanlar arasında yazılan yazılara tarih koymak usulü yoktu. Bir gün, bir alacaklı, halife Ömer'e, Şa'ban ayında ödenecek bir borçlu senedi göstermiş. Halife sormuş: "Hangî Şa'banda? Geçen senenin Şa'banı mı, yoksa bu senenin mi?".. Yine Cezîre Vâlisi Ebû Mûsâ'ya iki emir verilmiş, bu emirlerden biri diğerini bozuyormuş. Tereddüt edilmiş, bunlardan hangisinin önce yazıldığı anlaşılamamış. Ebû Mûsâ'da bunu, halife Ömer'den sormuş. Bunun üzerine, meşveret meclisi toplanmış, çeşitli fikirler ortaya atılmış, sonunda,
Hazreti Ali'nin teklifi üzerine, Hazreti Peygamberin Tekkeden Medîne’ye vuku bulan hicreti: (Rabîulevvel = 23 Eylül 522) tarih ve takvim başı olarak kabûl edilmiştir (1 Muharrem 17 = 23 Ocak 638)
Hicret, Rabîulevvel ayında yani ay senesinin üçüncü ayında yapılmıştı. Halbuki, Araplarca ötedenberi sene başı Muharrem olduğu için, aynı senenin birinci ay'ı olan Muharrem, yeni yılın başı sayılmıştır (1 Muharrem 1 H. = 16 Temmuz 622 M,)
İslâm dünyası (oruç, bayram, kurban, hacc gibi) dînî ibadetler ve (Mevlid gibi) kandiller dolayısıyla, Hicrete aid güneş senesini değil ay yılını kullanırlardı. İranda kurulmuş olan Büyük Selçuk devletinin üçüncü hakanı Celâlüddevle Melikşah zamanında, hükümdarın adını taşıyan "Celâlî Takvimi" adıyla yeni bir takvim yapıldı (467/1074).
Celâlî takvimi, güneş senesine dayanıyor, ilkbaharın ilk günü (9-22 Mart) yani "Nevruz" yılbaşı sayılıyordu. Melikşah devrinde tatbik edilmiş olan bu Türk takvimi, Gregoriyen takviminden daha az hatalıydı: Batı dünyasının kullanmakta olduğu Gregoriyen takviminde yılbaşı, senenin dördüncü, kış mevsiminin ikinci ay'ı (Ocak) olduğu halde, Celâlî takviminde yeni yılın ilk günü, ilkbaharın ilk günüydü. Celâlî takvimi, ilmî bakımdan, onbin senede iki günl0ük bir fark yaptığı halde, Gregoriyen takviminde, bu ilmî fark, daha da büyüktü. Fazla olarak, İngiliz tarihçisi meşhur Wells'e göre, Hazret-i İsâ'nın hakikî doğum senesi, Mîlâdın birinci senesi olması gerekirken dördüncü senesiydi. Yani İsâ'nın doğum yılı ile itibarî Mîlâd senesi arasında üç veya dört yıllık büyük bir tarihî hata vardı (45).
Osmanlı Türkiyesi, Tanzimat devrine kadar, ay senesini ve Hicret başlangıcını kullanıyordu. (365 küsûr gün olarak hesap edilen) güneş senesi, (aylarının 29 veya 30 sayılması yüzünden 354 gün olan) ay senesinden onbir küsûr gün fazlaydı. Ay senesi, bir devlet için, mâlî bakımdan zararlıydı. Tanzimat Türkiyesi, bunu önlemek için ortaya "mâli sene" adıyla yeni bir sene koydu: (9 Muharrem 1256 = 1 Mart 1256 = 13 Mart 1840). Bu mâlî senenin ilk yılı (yılbaşı) 1256, ilk günü de (9 Muharrem = 1 Mart) Cumartesi oldu.
Güneş aylarını kullanmaya başlayan bu mâlî sene, yine Hicret başlangıcına dayanıyor, fakat, sene başı olarak Gregoriyen takviminde olduğu gibi "Ocak" ayını değil, Jüliyen (yani Rûmî) takvimine göre "Mart" ayını itibar ediyordu. Bu sebepten, mâlî seneye "Rûmî yıl" adı verilmişti.
Ancak, Gregoriyen ile Jüliyen takvimleri arasında 13 günlük bir fark vardı. Bu farkı da İkinci Meşrutiyet Türkiyesi kaldırdı. 16 Şubat 1332 = .1 Mart 1917 tarihinde, 1 S Şubat, 1 Mart sayıldı. Yani 16 Şubat 1332 günü, 1 Mart 1333 itibar edildi. Sene başı, yine mart olarak bırakıldı. Seneleri Hicret esasına dayanan, fakat ayları 1258 senesindenberi güneş yılı olan mâlî (Rûmî) sene bu surette devam etti.
Cumhuriyet Türkiyesi, batının âhengine uymak düşüncesiyle Hicret esasını büsbütün kaldırdı. 2fi Aralık 1925 tarihinde Milâd başlangıcına döndü. Yılbaşı da Jüliyen (yani doğu) takvimindeki "Mart" yerine, Gergoriyen (yani batı) takvimindeki "Ocak" ay'ı oldu.
1926 tarihinden beri "Mîlâd Takvimi" Türkiye'de kullanılmaya başlandı..
Ekleme Tarihi: 11.12.2003 - 07:26
Bu mesajı bildir   asanyakan üyenin diğer mesajları asanyakan`in Profili asanyakan Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
hsaglam su an offline hsaglam  
s.a

29 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 19.08.2003
En Son On: 09.08.2006 - 22:14
Cinsiyeti: Bayan 
Bilgilerinizi paylaştığın için ALLAH razı olsun. Merak ettğim bir soru var. Yazınızda her medenetiyete veya topluluğa mutlaka bir peygamber gönderildi. Diyorsunuz. Peki bazı medeniyetler gerçekten çok güçlü bazılarıda çok zayıf gelişmemiş .İncelendiği zaman dinsel yönden kendini ayakta tutan milletler daha güçlü olduğunu görürsünüz. zaten dinler tarihinde de en çok İsrailoğullarına peygamber gönderilmiş. yani o topluluğa çok peygamber gitmiş. ve peygamberlerin yogunlugunun arap yarım adasında yoğunlaştığını biliyoruz. Peki diyelim afrikanın en uc noktası neden mahrum. oraya sadece 1 uyarıcı gelmiş sonra gelmemişmi? orada yaşayanlar neden mahrum kalmışlar.Yol gösterici rehberler gönderilmemiş mı? Bu insanların tercihimi? yoksa öylemi olması gerekiyor. Neden? yani sormak istediğim insanların yoğunluk olduğu yerlerde peygamlik genelde bir soy sinsilesinden dağılım yapmış ve o bölgelerde hakim kılınmış. Tabii buda rabbimin izniyle, diyorum ki dünyada o kadar milletler var. hem 124 bin peygamber var deniliyor hadislerde. o zaman dünya daki zaman (YIL) sürecini düşünürsen. Şimdiye kadar yaşamış İnsan sayısını düşünürsek neyse kafam fazla karıştı galiba.
Ekleme Tarihi: 11.12.2003 - 10:28
Bu mesajı bildir   hsaglam üyenin diğer mesajları hsaglam`in Profili hsaglam Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
HaNCI su an offline HaNCI  

102 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 23.04.2003
En Son On: 29.09.2006 - 03:14
Cinsiyeti: Erkek 
merhaba hsaglam

26:208 - Bununla birlikte, biz hangi memleketi helak ettikse muhakkak onu uyarıcı (peygamberleri) olmuştur.

yukardaki ayette oldugu gibi.. Bir kavmin helak edilmeden once mutlaka ona bir uyarici gelmistir.. Ve her topluma bir uyarici gelmistir.. Bir rivayete gore 124 bin baska bir rivayete gore 224 bin peygamber yollanmistir. Bunlarin yani site binlerce veliler de yollanmistir..

israil ogullarin kuranda cok bvahsi gecmesi onlarin ustun irk oldukalarindan ya da bir farkliliklarinin oldukalrindan degil bize ibret olmalari icindir.. tabi herseyin dogrusunu Allah bilir.

selam sevgi ve dua ile
Ekleme Tarihi: 26.12.2003 - 19:30
Bu mesajı bildir   HaNCI üyenin diğer mesajları HaNCI`in Profili HaNCI Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Pozisyon düzeni - imzaları göster
Sayfa (1): (1)
önceki konu   sonraki konu

Kategori Seç:  
Sitemizde şu an Yok üye ve 831 Misafir mevcut. En son üyemiz: Didem_


Admin   Moderator   Vip   Üye ]

Hayırlı ömürler dileriz.    Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
***Murat*** (48), behlul (50), hatice57 (44), GaZZe (60), erveysel (61), Abdulkadir22 (31), samyeli13 (47), candeniz (24), balacan (54), abdulkadir (31), babam veben (55), askbumu (43), sahra_yagmur (37), halit42 (39), Babacan52 (56), gurbetcigenc (33), Fikret1972 (52), NuR_EFSAN (39), jopp777 (47), pempe1987 (37), Nur baçesi (28), seyhzadem (36), Mustafa Alptug (41), gunes_akca (35), KanKaZ (36), hsusal (72), olimp_ (45), ufkumuzvar (42), gakkosfatih (42), HIKKI (51), Selale1 (49), Yasin Tural (36), nebitdag (45)
24 Saatin Aktif Konuları
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 0.57769 saniyede açıldı