budesonide stromectol kamagra ivermektin generique colchicine bedranol bekunis dragees beloc cor beloc zok beloc benicar hct benicar benzoyl betagan betapace betaprol betnesol betnovate biaxin bilol comp bilol bimatoprost binaldan binordiol blocadren bocatriol bondronat bonidon boniva brand cialis brand levitra brand viagra brexidol buspar butohaler butovent bystolic cabaser calan sr calan calcijex calcium sandoz canasa canestene cardaxen plus cardaxen
     
     

0
0
0
0
Forum Giris Giris Üyeler Ekibimiz Arama
Toplam Forum: 69     ***     Toplam Konu: 30100     ***     Toplam Mesaj: 148193
  
  Beni hatırla
Forum Anasayfa » D İ N / İ S L A M » SİYER-İ NEBİ » Peygamberin bir günü

önceki konu   diğer konu
1 okunmamış mesaj mevcut (Acik)
Sayfa (1): (1)
Gönderen
Mesaj
Muhtazaf su an offline Muhtazaf  
Peygamberin bir günü
Moderator


4254 Mesaj -
O BÝR kul ve peygamber idi. Ben de bir kulum. O kul olduðunu biliyordu. Benim nefsim kabullenmiyor. O bir güldü; þebnemlerinde, bize rahmetle gülen bir kâinat sundu, ve ardýnda güller býrakýp Rabbine döndü. Biliyor, ama hâlâ zakkumlar peþinde koþuyorum. Onun dünyama getirdiði güzelliðin de, tüm bu güzelliðin onun elçiliði ile geldiðinin de farkýndayým. Zaten bu yüzden onu anlatmak istiyorum. Fakat sürekli gel-gitler ve kaç-göçler yaþanan; kâh onunla minare baþýna çýkan, kâh onsuz kuyu dibine inen bulanýk hayatýmla, anlatamamaktan korkuyorum. Bu istek ve bu korkudur ki, hem onu yazma çabamý, hem de hâlâ hiçbir þey yazamayýþým sonucunu getiriyor. Senelerdir düþlüyor, aylardýr düþünüyor, dokuz haftadýr yazmaya çalýþýyorum. Artýk ümitsizim. Ne onu yazabileceðimden umutluyum; ne de, yazmýþ bile olsam, anlatmýþ olabileceðimden. Ýçin için “Onu ben nasýl anlatabilirim?”i soruyorum. Ýçimden çoðu kez “Anlatamazsýn” cevabý yükseliyor. Ama yine de onu anlatmak istiyorum. Ona ayna olmak istiyorum; gölge olmaktan korkuyorum. Pencere olmak istiyorum; perde haline gelmekten korkuyorum.

Onunla aramdaki engelleri görür gibiyim.

Aramýzda, sözgelimi, sýra sýra dizilmiþ asýrlar var. Akýl gözümü, onun uzaðýndaki on dört asrýn dünyama getirdiði tozlar, tortular, sisler ve karanlýklar perdeliyor. Gerçi, o asýrlar üstü bir haberin elçisiydi; ama benim her frekansa açýk kulaðým, bu haberi pek iyi seçemiyor. Onun nuru tüm âlemi aydýnlýða bürümüþtü; ne var ki, perdelenmiþ gözümle, ben alacakaranlýk kuþaðýný yaþýyorum.

O çok yakýnýmdayken, ben uzaðýndayým onun. Çalýþtýðým þu masayý dahi ýþýk elleriyle kucaklayan güneþe ne denli uzak isem, o kadar uzaðýndayým. Oysa, o bana güneþten bile yakýn. Ýçimi ýþýtýyor. Karanlýkta kalmýþ duygularým, onun getirdiði hakikatýn nuruyla nurlanýyor. Biliyorum ki, “nurlu akýl”larýn, “münevver kalb”lerin, “nurlanmýþ acz”lerin sýrrý onun nurunda gizli. Ama “sebepler gecesi”ndeyim. “Celb-i rýzk” için, “geçim” için, “kendini kanýtlamak” için, þunun-bunun için topraða eðilmiþ nefsimin gözü, o semavî kandili göremiyor. Bir gece adamýyým. Nefsim karanlýðýn getirdiði evham ve hayaller ile beslenirken, gecede daralan ruhum sabah hasreti duyuyor. Gece gurbetinden çýkýp, arasýra, sabah buluþmalarý yaþamýyor deðilim. Zaman zaman onun nuru þöyle bir dünyama uðruyor. Ne ki, karanlýða alýþmýþ gözüm, gündüz güneþiyle kamaþýp yumuluyor. Gözlüksüzüm de. Gecenin bir vaktinde, narin bir dalýn yahut bir çiçeðin taçyapraðýnýn ucuna tutunan; güneþ doðar doðmaz “nâr-ý aþk” ile yanýp ýþýk merdiveniyle sevgili güneþine koþan bir reþha-misal deðilim. Onun getirdiði nurun önüne çöküp latif, þeffaf ve nuranî olmak vardý. Ama hâlâ karanlýk dehlizlerde iz sürüyorum. Sönük kafa fenerim önümü görmeye yetmiyor lâkin. Saða-sola yalpalayýp, aklî ve kalbî yaralar alýyorum.

“Saadet asrý”ný yaþýyor deðilim kýsacasý. Yaralýyým. Onu yanýbaþýnda hissedenler; her daim onun sohbetiyle yaþayanlar, “saadet”i yudumlamýþlardý her keresinde. Ben elemi de yudumladým. Onu yanýbaþýnda hissedenlerin asrýydý Asr-ý Saadet. Oysa ben, o saadet güneþine perde çeken asýrlarýn en karanlýðýnýn ucundayým. “Helaket-felaket asrý” dedikleri çaðýn çocuðuyum. Ruhum yine de onu arýyor. Kafa fenerim ruhumu çelmeliyor. Hazýr zamanýn gözden ýrak olaný gönülden de ýrak kýlan medeni engizisyonu, kýskacýný aklýmdan býrakmýyor. Tüm anlayýþým ustaca gizlenmiþ bir engizisyonla þekilleniyor. O yüzden, onunla ayný kelimeleri konuþsam bile, çok farklý þeyler kavrýyorum.

O bir dünyadan söz açmýþtý; benim dünyam galiba o dünya deðil. Dünyasý dünya-ötesini de içine alýyordu; ben ötesizim. Hayatý ölümden sonrasýný da kapsýyordu; ben sonrasýzým. Gördüðü tüm zahirî þeylerin bir de iç yüzü vardý; ben yüzsüzüm. Duygularý yedi kat semada kanat çýrpmýþtý; ben dünyaya mýhlanmýþým. O “ayaða can Veren”i konuþmuþtu; ben “ayak”ý konuþuyorum. O güzelim hilali Yarataný anlatmýþtý; ben hilale takýlý yaþýyorum. Ne de olsa, helâket-felâket asrýnýn çocuðuyum. Benim asrýmýn adý, “Asr-ý Saadet” deðil.

Asrýmýn parýltýlý ve karanlýk, yoðun ve boþ, süslü ve kof sahilinde, mimsiz medeniyetin ruhuma biçtiði elbiseyle dolaþýyorum. Elbise ruhuma dar geliyor. Sahil içimi daraltýyor. Çünkü ben sonsuzu özlüyorum; o ölümü ve elemi öðretiyor. Aklým öteleri arýyor; o “zaman” ve “tarih”e hapsediyor. Ya da rakamlar peþinde koþturuyor —ama “bir”den baþlayýp, “sonsuz”a ulaþmadan.

Çokluk içinde daðýlmýþ bir zihnin sahibiyim. Kalbim bölük-pörçük. Nefsim geniþ, ruhum dar. Çünkü bu asrýn çocuðuyum. Seneler boyu onun dersini aldým. O dersle gerçeðin tersini aldým.

Öyleyken, ben o sevgili Resul’ü anlatamam. Ýstesem de anlatamam. Olsa olsa, onu anlayamadýðýmý anlatýrým. Yahut, tüm perdelere ve engellere, tüm yetersizliðime ve sýðlýðýma raðmen, ne kadar anlayabildiðimi anlatýrým. Hepsi bu.

Biliyorum, o da insandý. Onun içtiði su, bizim içtiðimiz H2O’ydu. Kokladýðý gül, soluduðu hava, seyrettiði güneþ, yediði hurma, okþadýðý kuzu, içtiði süt, bindiði deve, avuçladýðý kum, seyre daldýðý yýldýzlý ve yaldýzlý gökyüzü bizimkinin aynýydý. Ona, bize verilmeyen birþey verilmiþ deðildi. Þeffaftý zaten, kendisine verilen semavî hediyeyi aynýyla bize aktarmýþtý. Ona verilen bizden alýnmýþ deðildi yani. Ona gelen vahiy hediyesi aynýyla duruyordu; dünyamýza girmiyorsa, bizim meselemizdi bu. Hem, ona da kalb, ruh, akýl, binlerce duygu, el, göz, kulak ve dudak verilmiþti. O da bizim gibi âciz, zayýf, muhtaç, ümmî, fakir ve çaresiz idi. Onu farklý kýlan ne baþka bir kâinatta yaþamýþ oluþuydu; ne de verilmiþ imkânlarýn farklýlýðý.

O da bizim içtiðimiz suyu içmiþti. Ama bizim boðulduðumuz sulara asla dalmaksýzýn. Bizim baktýðýmýz manzaralarý seyretmiþti. Ama bizim gördüðümüzün ötesine ulaþarak. Bizim sorduðumuz sorularý sordu. Ama ona bizim eriþemediðimiz cevaplar geldi. Onun da “gelecek” meselesi vardý; ne ki, onun için gelecek ölüm anýnda bitmiyordu. O da çalýþýp yorulmuþtu; ama ne için, ne adýna ve nereye doðru olduðu bilinen bir çalýþmaydý bu. Ona da hayat verilmiþti; ama onun için hayat “ölü olmanýn tersi”nden ibaret deðildi. Keza, ölümün de onun için ap ayrý bir anlamý vardý.

Sözün kýsasý, onun yaþadýðý dünyadayýz. Ona verilmiþ kabiliyetlerle yaþýyoruz. Yine de, “dünya”mýz onunki ile örtüþmüyor. O üç yüzlü bir dünyadan haber vermiþken, biz kuru, sýð ve kof tek yüzlü tanýmlara takýlýp kalýyoruz. O dünyada bir yolcu veya bir misafir gibi olmanýn yolunu öðretmiþken, biz “dünyanýn oluþumu”na dair, “kozmik fýrtýna”lý, “merkezkaç kuvvet”li, “magma”lý tanýmlarla oynaþýyoruz. O güneþi Rabbimizin semavî bir kandili olarak bildirirken, biz “Çekim alanýnda dokuz mu, on mu gezegen var?” sorusunda dolanýp duruyoruz.

O yaðmuru “Rahmet”ten bekliyordu, biz buluttan. Onun ekmeði Rezzak’tan gelen bir “rýzýk” idi, bize göre “besin maddesi”. Nice þey onun için “nimet”ti, bizim için “mal”.

Onunla aramda, gizlisiyle ve açýðýyla, iþte böylesi engeller bulunuyor.

Gerçi Muhammed ismini duymadým deðil. Hem de çok duydum. Ama, her bir mevcuda yamadýðýmýz “mânâ-yý ismî” elbisesini ona da biçerek duydum. Kim miydi? “571’de doðmuþ, 632’de ölmüþ.” Sonra? “Darmadaðýnýk haldeki Araplarý, getirdiði dinle bir bayrak altýnda toplayýp, büyük bir uygarlýðýn kurucusu yapmýþ.” Sonra? “Dünya tarihinde önemli bir yeri olan çok büyük bir lider?” Sonra?

Asrýmýn dimaðý, çoðu kez “sonrasýz” kalýyor. Çünkü, zamaný düz bir çizgi halinde görünce, her yeni asrý bir öncekinden ileride sanýyorum. O yüzden, onu, ne kadar büyük de görsem, 1400 sene öncesinde görüyorum. Yanýsýra, kendimi ve yaþadýðým çaðý ondan 1400 sene ileride görüyorum. O semadan haber getirmiþ olsa dahi, kendi dünyevî nazarýmla, onu da bir “dünyalý” gibi görüyorum.

Oysa, zaman düz bir çizgiden ibaret deðilse eðer; bu âleme diðer bir âlemden göçerek geliyor ve buradan göçünce diðer bir âleme gidiyor isek, o bizim hayli önümüzde. Bizim henüz gidemediðimiz yere, o 1400 yýl önce gitti. Orada, on dört asýrdýr bizi bekliyor. Günler geçtikçe ondan daha bir kopmuyoruz, biraz daha ona yaklaþýyoruz.

Ne var ki, aklým kavrasa bile, nefsim bunu kavramýyor. O hep ardýmdaymýþ gibi yaþýyorum. Neticede, çoðu kez dünyama girmiyor bile. Girse de, bin yýllýk sislerin ardýnda, belli-belirsiz görünüyor. Kendi dar zihnimin ve dünyalý asrýmýn þablonuyla yorumladýðým birisi olarak beliriyor.

Galiba, birçok çaðdaþým da bu hali paylaþýyor.

Bu hali yaþadýðým için, seneler boyu, deyim yerindeyse, biraz þaþakalmýþ durumdayým. Bilhassa o güzelim “risale”yi okuduðum zamanlar, yoðun bir þaþýrma süreci yaþýyorum. Çünkü, çaðdaþým olan “bir insan,” sevgili Resul’ü bana beklemediðim bir tasvirle anlatýyor. Yazdýðý her bir güzel risaleyi, “Kur’ân’ýn nuru ve Resul-i Ekrem’in dersi”nin meyvesi olarak sunarken, bana kendi uzaklýðým içinde ona yakýn olmanýn sýrrýný da veriyor. Onu okurken, bu çaðda yaþýyor olmanýn bir mazeret olmadýðýný anlýyorum. Dilerse, bu asýrda bile olsa, insanýn onun yolunu yol edinebileceðini kavrýyorum.

Ama bir þartý da var: asrýnýn mahkumu olmamak. Nitekim, “risalet-i Ahmediye”yi anlatýrken, “Ýstersen gel, Asr-ý Saadete, Ceziretü’l-Araba gideriz” diye söze giriyor Said Nursî. Neden? “Hayalen olsun, onu vazife baþýnda görüp ziyaret ederiz.” Vazife baþýnda. Yani, doðrudan doðruya. Perdesiz. Bunun için ise, bazý hazýrlýklar gerekiyor: “Mimsiz medeniyetin giydirdiði libastan soyun.” “Zamanýn denizine gir.” “Tarih ve siyer sefinesine bin.”

Senelerdir, böylesi yolculuklarý özlüyorum. Gerçi ne mimsiz medeniyetin giydirdiði dar ve boðucu elbiseden tam olarak sýyrýldým; ne de tam anlamýyla tarih ve siyer gemisine bindim. Yine de, “risale” kýlavuzluðunda yapýlan kýsa kýsa yolculuklar dahi, “onunla kâinat” ile “onsuz kâinat” arasýndaki farký anlamama yetiyor. Böylesi yolculuklarla anlýyorum: sevgili Peygamber, kâinatýn gözbebeði sanki. Herþey onun bakýþýyla anlam kazanýyor. Geçmiþ ve gelecek onun getirdiði nur ile aydýnlýða kavuþuyor. Onsuz âlem ise, tam bir karanlýk; gri deðil, alaca deðil, zifirî bir karanlýk.

Delili mi?

Ýslâmdan önce Ömer, Ýslâmdan sonra Ömer... Ebu Bekir ile Ebu Cehil... Cahiliyye ile Asr-ý Saadet...

Benim asrým ise alacakaranlýðý temsil ediyor. O yüzden, bu fark, kendi asrýmda o denli belirmiyor. Gece ile gündüz arasýndayým. Ýþime geldiði zaman gecenin karasýna sýðýnýyor, iþime geldiði zaman “Henüz gündüz” diye avunuyorum. Zira “ülfet”im var. Resul-i Ekrem gelmiþ. Tüm kâinata Rabbi adýna bakmýþ. Tüm kâinata Rabbinin nurunu yaymýþ. Bize her fiilden Ona giden bir yol býrakmýþ. Binlerce sahabinin, milyonlarca evliyanýn ve asfiyanýn önderi, imamý olmuþ. Onlar, getirdiði nuru, herþeye raðmen bugünlere taþýmýþlar. Bu halin rahatlýðý içinde, bu nurun kýymeti nazarýmda tam belirmiyor.

Týpký, güneþin doðuþuna ülfet edip alýþmam gibi. Güneþ her gün doðuyor, gün boyu bana konuþuyor, ve gidiyor. Sonra tekrar doðuyor. Her bir doðuþu ayrý bir haber, her bir dolanýþý ayrý bir harika, her bir batýþý ayrý bir güzellik sunduðu halde, ülfetim çoðu kez güneþe hiç baktýrmýyor. “Güneþ zaten doðar ve batar” diyorum. Sanki hiçbir hikmet, hiçbir harika, hiçbir rahmet yokmuþ gibi, sanki sýradan birþeymiþ gibi muhatap oluyorum. Ona muhtaç yaratýlmamýþým, o olmasa da yaþarmýþým gibi geliyor.

Herhalde, Resul-i Ekrem’e ve getirdiði vahye de öyle nazar ediyorum. Örülen tüm duvarlara, çekilen tüm perdelere, taþýnan tüm sis bulutlarýna raðmen büs bütün karanlýðý yaþamýyorsam; belli-belirsiz de olsa hâlâ birþeylerin farkýna varabiliyorsam, bunun, onun getirdiði hediye sayesinde olduðunu görmezden geliyorum. Sanki, o olmasa da ben Rabbime inanýrdým gibime geliyor. O olmasa da, çiçeðe “Ne güzel yapýlmýþ” diye bakardým gibime geliyor. Oysa, bugün bir hakikati görüyorsam, aslýnda onun elçiliðiyle görüyorum. Bir sýrrý anlýyorsam, risaleti sayesinde anlýyorum. “Lâilaheillallah”ý, o “Muhammedün resulullah” olduðu için diyebiliyorum. Yoksa, onun ubudiyeti ve risaleti olmasaydý, hiçbiri olamazdý. Kendi hayatým da, kâinatýn vücudu da anlamsýz ve abes kalýrdý.

Çünkü Rabbimiz kâinatý yaratmýþ, sonra, þu kâinata bakan her akýl mutlaka onun Rabbimizin eseri olduðuna hükmetmiþ deðil. Her bir akýl sahibi, kâinatta görünen nakýþlarla bir Nakkaþ’ý, güzelliklerle bir Cemîl’i, sanatlý yapýlýþlarla bir Sânii, intizam ve düzenle bir Munazzým’ý görmüþ; kendiliðinden, kâinatý Rabbi’nin isim ve sýfatlarýnýn aynasý bilmiþ deðil. Öyle olsaydý, bu sýrrý en ziyade, her biri birer deha olan filozoflar bulurdu. Ne ki, onlarýn maddede boðulmuþ, her biri diðerini çürüten, yine her biri kendi içinde çeliþen tablolarý, gerçeðin öyle olmadýðýný gösteriyor. Ben, herþeye raðmen, kâinata bakýp “ne güzel yapýlmýþ” diyebiliyorsam, kâinata muhatap olmanýn usulünü bildiren bir muallim sayesinde diyorum. Bir Resul-i Ekrem —ve diðer tüm peygamberler— sayesinde diyorum. Onun irþadý, rehberliði, tarifi, talimi, teþrifi, elçi ve dellal ve gösterici oluþu sayesinde diyorum. Kâinata bakan; ve içindeki en küçük sineðin bile çok hikmetler ve vazifeler kanadýna takýlarak, ince bir nakýþla iþgördüðünü gören aklým, “Bunda büyük bir iþ var. Bu boþuna böyle olamaz” demekle kalmýyorsa; ardýndan ondaki büyük sýrrý görebiliyorsa, o öðretici ve gösterici sayesinde görebiliyor.

Sözgelimi, onunla gelen “Göklerdeki ve yerdeki herþey Allah’ý tesbih ederler” mealindeki âyetle birlikte olduðu gibi. Bu âyetten, þu halimle, ne habersizim, ne de haberdar. Habersiz deðilim; çünkü böyle bir âyeti biliyor ve mânâsýna itiraz etmiyorum. Haberli de deðilim; çünkü kendi kafamdaki “yer,” “gökler,” “uluhiyet” ve “tesbih” anlayýþýný tartmadan, üstünkörü kabullenip geçiyorum. Halbuki, onun getirdiði böylesi manidar haberlerin gerçek kýymetini anlamak için, Said Nursî beni 1400 yýlý aþan bir yolculuða çaðýrýyor. Gidiyorum. Kendimi Cahiliyet asrýnda tasavvur ediyorum. Gökte güneþ yok. Hattâ ay bile yok. Çok uzaklarda belli-belirsiz bir-iki yýldýz var sadece. Herkes þu dünyadan gelip gittiðini ap açýk görüyor; ama nereden gelip nereye gittiðini göremiyor. Her bir çiçeðin nakþýný görüyor; o nakýþlarýn ne anlama geldiðini göremiyor. Dahasý, üç günde solan birþeyin bu denli güzel oluþuna bir anlam veremiyor. Herþey cehalet ve gaflet perdesi altýnda. Herþey kör tabiata ve serseri tesadüfe emanet edilmiþ. Hiçbir þey bize konuþmuyor. Veya konuþuyor da, iþitilmiyor. Hiçbir þey imdadýmýza yetiþmiyor. Geliyor, ve istemeye istemeye gidiyoruz. Sanki karanlýktan gelip, karanlýkta kalmýþ sýrlarýyla, yine karanlýða dönüyor herþey.

Ýþte öylesi bir karanlýðýn ortasýna, aydýnlýk yüzlü bir elçi, bir haber getiriyor: “Göklerdeki ve yerdeki herþey Allah’ý tesbih eder.”

O haberlerle birlikte, sanki düðmeye basýlmýþ gibi, herþey aydýnlanýyor. Geçmiþ ve geleceði, aydýnlýk kuþatýyor. Ölmüþ veya yatmýþ mevcutlar “Tüsebbihu” yahut “Sebbeha” sadasýyla, iþitenlerin zihninde diriliyor. Ayaða kalkýp zikre baþlýyor. Küçücük çiçekler Onun adýný fýsýldar, koca küreler Onun adýný haykýrýr bir hal alýyorlar. Kuþlar dilleniyor, aðaçlar dilleniyor, zerreler ve yýldýzlar dilleniyor. “Tüsebbihu” sadasýyla, âdeta, iþitenin nazarýnda, gökyüzü bir aðýz ve bütün yýldýzlar birer hikmetli kelime, birer hakikatli nur sûretini bürünüyor. Yeryüzü bir baþ, denizler ve karalar birer dil, bütün hayvanlar ve bitkiler birer tesbih kelimesi sûretini alýyor.

Kur’ân’a muhatap olduðumda, Resulullah’a bildirilen böylesi nice hakikatin farkýna varýyorum. Onun getirdiði Kur’ân’ýn nuruyla bakarak “varlýk” diyegeldiðim þeyleri birer mevcut ve mahluk ve de masnu olarak görür hale geliyorum. Herþey Onu bildiriyor: güneþ ve doðuþu, ay ve güneþin ýþýðýný yansýtýþý, gece ve üstümüze yorgan oluþu, gündüz ve hayatýmýza beþik oluþu, gökyüzü ve üstümüzde duruþu, daðlar ve hazineli direkler gibi dikiliþi... Yahut yerde biten ekinler, gökte uçuþan kuþlar, denizde yüzen balýklar... Yahut deve, inek, örümcek, sivrisinek, arý, karýnca... Yahut düþen bir yaprak, çatlayan bir taþ... Yahut incir ve zeytin… Hepsi de, onun getirdiði nur ile, benim için karanlýðýný ve katýlýðýný yitiriyor. Her biri süslü, hikmetli, doðrudan Onu bildiren birer mektuba dönüþüyor. Dünyamýn o nurla ne denli aydýnlandýðýný , o nurun olmadýðý bir dünyanýn ise ne denli karanlýklý olduðunu böylece daha bir anlýyorum. Said Nursî, “...getirdiði nur ve hediye ile, benim bu dünyamý tenvir ettiði gibi, herkesin dünyalarýný tenvir ediyor, nimetlendiriyor” diye boþuna demiyormuþ meðer.

Çünkü, o sevgili Resul, getirdiði vahiy nuruyla, aksi halde asla kavrayamayacaðým bir âlemden iþaretler sunuyor. Kendisine vücud verilmiþ âciz, zayýf, fani biriyim ben. Yaratýlmýþým. Neyim varsa verilmiþ; hiçbiri mutlak deðil. Ýradem cüz’î. Ýktidarým kýsýtlý. Gözümün görmesi, kulaðýmýn duymasý, aklýmýn kavramasý, bir yere kadar. Öteleri, þu kâinatýn dýþýný kavrayamýyor. Þu kâinatý bile tamý tamýna kavrayamýyor. Ama Kur’ân, beni ve kâinatý yaratan Rabbimin kelamý olarak, bana kâinatýn ardýnda, iþgören bir Fail’i bildiriyor. Mülk âlemine nazar eden akýl gözüme, melekûtu bildiriyor. Þehadet âleminden, gayb âlemini haber veren þahitler getiriyor. Gölgeden asýla, perdeden pencereye sevkediyor. Çünkü, kâinatý yorumlayýþý o kadar açýk, o kadar net ve tutarlý ki… Âdeta “Kur’an’ýn içinde öyle bir göz var ki, bütün kâinatý görür, ihata eder ve bir kitabýn sahifeleri gibi kâinatý göz önünde tutar, tabakatýný ve âlemlerini beyan eder. Bir saatin sanatkârý nasýl saatini çevirir, açar, gösterir, tarif eder. Kur’ân dahi, elinde kâinatý tutmuþ, öyle yapýyor.”

Ve ben, Resul-i Ekrem’le gelen ve bana benden ve kâinatýmdan haber veren Rabbimin kelamýnýn rehberliðinde baktýðýmda, kâinatýn rengi deðiþiyor. Lekeler temizleniyor. Karanlýk görünen yerlerde bile aydýnlýk izler buluyorum. Kesif þeyler saydamlaþýyor. Mikroptan kuyrukluyýldýza, sanki beni altetmeye hazýr halde bekliyor gördüðüm tüm mevcutlar birer kardeþ, birer dost halini alýyor. Onlarla enis oluyorum. Her biri, kendi zikir ve tesbihini bana dinlettiriyor. Ýç dünyalarýný bana açýyorlar. Süslü zarflarýný açýp, birer mektup olarak dünyama geliyorlar. Tüm âlemlerin Rabbi olan Rabbimin rahmetine, hikmetine, kudretine.. elçi oluyorlar.

Sanýrým, herþey, onun nuru ile bu yüzden alâkadar. Çünkü o, Rabbinin nurunu görüyor ve gösteriyor. Anlýyor ve anlatýyor. Tanýyor ve tanýtýyor. Seviyor ve sevdiriyor. Rabbinin gönderdiði nura ayna olduðu gibi, mahluklarýn ettiði zikir, dua ve tesbihlerin de aynasý oluyor. Tüm kâinatý barýndýran kalb gözbebeði ile, bütün yaratýlmýþlarýn ibadetlerini, kendi namýna, celâl ve cemal sahibi Mabud-u Zülcelâle takdim ediyor. Rabbinin vekili olup, bütün mevcutlarý kendi hesabýna söylettiriyor.

Duasýnda ve tesbihatýnda, bunu açýkça görüyorum. Bütün hayatýnda, ve hayatýnýn bütün anlarýnda buna dair deliller görüyorum. Meselâ, bir günün bitiminde “gözü uyur, kalbi uyumaz” halde yataða uzanýrken, “Allah’ým” diye sesleniyor: “Gökleri ve yeri idare eden, Arþ-ý Azîme malik olan, bizi ve herþeyi kumanda eden, daneyi ve çekirdeði yarýp patlatan, Tevrat’ý, Ýncil’i ve Kur’ân’ý indiren Sensin. Evvel Sensin, Âhir Sensin, Zahir Sensin, Bâtýn Sensin.” Bir süre sonra uyanýyor. Her uyanýþý küçük bir haþir örneði olarak sunarcasýna, “Öldükten sonra bizi dirilten Allah’a hamdolsun” diyor. Yataðýndan kalkýyor. Kuddüs olan Rabbine ibadet etmek üzere, abdest alýp temizleniyor. Âlemlerin Rabbinin huzuruna pâk bir yüzle çýkmanýn zeminini hazýrlýyor. Ardýndan, dýþarý çýkýyor. Gecenin ýssýzlýðýnda, göðün kandilli yüzünü seyrediyor. O seyr ile mest iken, tefekkür halinde, Kur’ân’ý terennüm ediyor. “Gerçekten göklerin ve yerin yaratýlmasýnda ve günün ve gecenin ard arda geliþinde akýl sahipleri için âyetler vardýr” mealindeki âyetleri okuyor. “Onlar ayakta iken, otururken ve yan uzanýyorken, Allah’ý zikredip göklerin ve yerin yaratýlýþý üzerine düþünerek, ’Rabbimiz, sen bunlarý boþuna yaratmadýn’ derler.” Teheccüde duruyor. Aðlýyor. Hz. Bilal sabah namazýna çaðýrmak üzere geliyor. Görünce, “Ya Rasulallah, niçin aðlýyorsun?” diyor. O cevaplýyor: “Allah bana þu âyeti indirdikten sonra, artýk nasýl aðlamam?”

Sonra, birçok gününde, gündüz vakti Ebu Talha’nýn güzel sular ve çiçeklerle süslü hurmalýðýna uzanýyor. Hurma aðaçlarýnýn geniþ yapraklarý altýnda, tenezzühe çekiliyor; Rabbini tefekkür ve tezekkür ediyor. Mescidde yahut baþka bir yerde, ashabýyla Rabbini konuþuyor. Yakýnlarýndan, kendine yazýk ederek küfürde kalmýþ birisinin cenazesi geçiyor. Soruyorlar: “Buna da ayaða kalkacak mýyýz?” Cevaben, “Evet” diyor, “kâfir cenazesine de kalkýnýz. Çünkü siz o kâfir cenazesine kalkmýyorsunuz. Belki beþerin ruhlarýný kabzeden Cenab-ý Hakka tazim ederek kalkýyorsunuz.” Belki de, az bir süre sonra yaðmur baþlýyor. Ýhramýný sýyýrýp, göðsünü yaðmura açýyor. Soruyorlar: “Ya Rasulallah, bunu niçin yaptýn?” “Her an, lâilaheillallah diyerek, imanýnýzý yenileyin” sözünün sahibi bir elçi olarak cevaplýyor: “Bu, Rabbimizin henüz yarattýðý birþeydir de onun için.” Bir diðer yaðmur esnasýnda, yaðmura karþý iki ayrý bakýþ açýsýný ders veriyor. Bize “mânâ-yý ismî” ve “mânâ-ý harfî”yi öðretiyor: “... Her kim Allah’ýn fazl ve rahmeti ile üzerimize yaðmur yaðdý dedi ise...” “...Her kim de falan ve falanýn nev’i ile üzerimize yaðmur yaðdý dedi ise...” Rüzgâr esmeye baþlýyor. Rüzgâra, “mânâ-yý harfî” ile, onu Yaratan adýna bakmanýn en güzel dersini veriyor. “Rüzgâr,” diyor, “Allah’ýn verdiði bir rahatlýktýr. Gâh rahmet getirir, gâh azab.” O halde ne yapmalý? “Koptuðunu görünce, getirdiði hayrý Allah’tan dileyin. Getirdiði þerden de Allah’a sýðýnýn.”

Ve secdeye kapanýyor. Ubudiyetin belki en pürüzsüz tezahürü olan ve Resul-i Ekrem’in çoðu kez ashabýna “Uyudu mu acaba?” dedirtecek denli uzun süre kaldýðý secdede, kimi zaman, þu güzelim kelimeleri fýsýldýyor: “Yüzüm, kendisini yaratýp þekillendirene, kulaðýný ve gözünü açana secdededir. Ahsenü’l-hâlýkîn olan Allah’ýn þaný ne yücedir!”

Her bir anýnda görünen, her bir haline yansýyan, her bir sözüyle taþýnan bir iman ve ubudiyet örneði sunuyor sevgili Resul. Kendi hayatýyla, getirdiði nurun bir hayatý nasýl nurla doldurduðuna delil oluyor. O nura muhatap olunca hayatýn ve kâinatýn nasýl da deðiþiverdiðinin en mükemmel örneðini arzediyor. Onun hayatýna bakarken, yanýbaþýndaki ashabýnýn onun getirdiði nurla hayatlanmýþ hayatlarýna bakarken, “Zât-ý Ahmediye’nin (asm) nuruyla âlemin þekli deðiþti” sözünün daha bir farkýna varýyorum.

Meselâ, “dünyanýn üç yüzü”nü, onun getirdiði nurla görüyorum. Çünkü o hem dünyanýn, eðer Rabbine nisbet edilmezse ne kadar fani, geçici, faydasýz ve aldatýcý olduðunu öðretiyor; hem Rabbi adýna bakýlýrsa, “âhiretin tarlasý” olduðunu öðretiyor; hem de onda cilvesi görünen fiillerle Rabbimizin isim ve sýfatlarýný öðretiyor.

Onun “dünya” haberlerinin özünü, ancak bu üç yüzle birlikte kavrýyorum. Aslýnda ben tek yüzlü sayýlýrým. Nefsim ve ona baðýmlý duygularým tek bir yüzde takýlmýþ. Hep dünyanýn fani yüzüne baktýrýyor. O yüzde þartlandýrýyor. Sonunda, sanki dünya bu yüzden ibaretmiþ gibime geliyor. O kadar ki, sevgili peygamberimin sözlerine de bu “yüz”den anlamlar biçiyorum. Kendi telâkkimi onun dersiyle tadil ve tashih edeceðim yerde, onun sözünü kendi kafama uyduruyorum. Sözgelimi, para-pul peþinde durmaksýzýn koþturmamýn mazereti olarak, “Hiç ölmeyecekmiþ gibi dünya için, yarýn ölecekmiþ gibi âhiret için çalýþýn” hadisini anýyorum. Evet, öyle diyor sevgili Resul. Ama benim anladýðýmý demiyor. Âhiret için çalýþmayý tavsiye ederken, “Hiç ölmeyecekmiþ gibi” diyor. Çünkü, onun nazarýyla bakýnca biliyorum: Dünyanýn âhirete ve esma-i hüsnaya bakan yüzünde, ölüm zaten yok. Fena da, zeval de yok. Dünyaya dünya namýna muhatap olup, âhirete ve Rabbimin isimlerine ayna oluþundan gaflet ettiðimde ise, “yarýn ölecekmiþim gibi”yi hatýrlamam gerekiyor. Tâ ki, ölümü hatýrlayýp, beka yerinin burasý olmadýðýný düþüneyim. Bekayý istiyorsam, Bâkî-i Hakikî’nin yolunda, onun beka yurdu olan âhirete göre yaþamam gerektiðini düþüneyim. Þu dünyada iken Rabbimin bâki ve sonsuz isimlerine götürecek izlere eriþeyim.

“Dünyada ya bir yabancý veya bir yolcu gibi ol” derken, yine bu imtihan dünyasýndan gelip geçiþi ders veriyor. “Benimle bu dünyanýn misali, sýcak bir yaz gününde bir aðaç altýnda gölgelenip, sonra býrakýp giden kimsenin misali gibidir”i de bu anlamda söylüyor. Belki yine bu yüzden, “Lezzetleri tahrip edip acýlaþtýran ölümü çok zikrediniz” diyor. Bu yüzden, arasýra kabristaný ziyaret ediyor. Bu yüzden “Ölmek için tevellüd edip dünyaya gelirsiniz, harab olmak için binalar yaparsýnýz” haberini veriyor.

Onun getirdiði nur, dünyanýn hem bu fani yüzünü apaçýk gösteriyor, hem de þu fani dünyada Onun esmasýnýn tecellilerini görüp baki bir âleme liyakat kazanmanýn yolunu öðretiyor. Bu uðurda, gerçi ne atom-altý parçacýklardan söz ediyor, ne de Satürn’deki halelerin mahiyetinden. Onun nuruyla, kâinat, maddesi itibarýyla deðil, taþýdýðý mânâ itibarýyla deðiþip geniþliyor. O nurla bakýlýnca, mahlukata artýk mahlukat hesabýna bakýlmýyor. Kesret artýk vahdeti bildiriyor. Çokluk Bir’e bakýyor. Esbab kendini tesirden azlediyor. Yerini Esma-ý Hüsnaya býrakýyor. Tabiat istifa ve ýstýfa ediyor, “âdetullah”a dönüþüyor.

Çünkü, getirdiði nur, sebep olunan þey, yani müsebbeb ile sebebin arasýný açýyor. Uzaktan bakýnca göðü daða bitiþik zanneden bir gözün sahibiyim. Akýl gözüm, ayný þekilde, onun gibi, sonucu sebebe baðlý zannediyor. Sebeple sonucun beraberce yaratýlýþýný göremeyip, sonucu sebebin yaptýðýna hükmediyor.

Oysa onun getirdiði nur ile, “esbab”ýn sultaný olan insana zor sorular sunuluyor:

“Söyleyin bakalým! Ektiðiniz ekini siz mi bitiriyorsunuz? Yoksa Biz miyiz bitiren? Ýsteseydik...”

“Söyleyin bakalým! Ýçtiðiniz suyu buluttan siz mi indiriyorsunuz? Yoksa Biz miyiz indiren? Ýsteseydik...”

“Söyleyin bakalým! Tutuþturduðunuz ateþin aðacýný siz mi var ediyorsunuz? Yoksa Biz miyiz var eden?…”

Böylesi ikazlar eþliðinde, þartlanmalarý aþýyorum. Sonucu sebebin elinden alýyorum. Ýkisini birden Rabbimin esmasýna teslim ediyorum.

Nasýl etmem ki? Mahlukatýn en þereflisi olan Resul-i Ekrem, o kadar sýk “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki...” dedikten sonra? Bütün nefisler Onun kudret elinde. O “ol” demeden, þu yazý bile doðamýyor.

“Tarih ve siyer gemisi”yle Asr-ý Saadeti gezerken, onun hayatýndan, “sebebin tesirden azl”ine dair mükemmel örnekler buluyorum. Ap açýk mucizelere muhatap oluyorum. Meselâ, ordunun su arar hale geldiði zorlu bir seferde, Rabbinin izniyle, parmaklarýndan musluk gibi sular akýyor. Sonra, “Haydi, temiz ve mübarek suya geliniz” diyor. Ve ekliyor: “Suyun artýþý ise Allah’tandýr.” Bir baþka seferde, yine susuzluk çekiliyor. Bir kuyudaki az bir suyu alýp götürmekte olan bir kadýnýn kýrbasýndan su alýnýyor. Bir kaba koyuyor. Bereketle dua ediyor. Tekrar kýrbaya boþaltýyor. Tüm ordu, bereketlenen o az suyla tüm kap-kacaðýný dolduruyor. O ise, kadýna hitaben, “Biz” diyor, “senin suyundan almadýk. Belki Cenab-ý Hak bize hazinesinden su içirdi.”

Bu sýrrý bir daha ders vermek için, “Nalýn tasmasý gibi en adi birþeye bile muhtaç olduðunuzda, onu Allah’tan isteyin” diyor. Bunu kendi hayatýyla belgeliyor. Diðer tüm mahluklarýn hayatýný da þahit gösteriyor. Meselâ, kuþlarý delil getiriyor. “Eðer Allah’a hakkýyla tevekkül etseydiniz, kuþu rýzýklandýrdýðý gibi, sizi de rýzýklandýrýrdý” diyor. “Kuþ sabah aç gider, akþam tok döner.”

Diðer bir kuþ, baþka bir dersin vesilesi oluyor. Bir seferde, bir sahabi, elinde bir yavru kuþla yanýna geliyor. Anne kuþ da, ansýzýn gelip, kendini yavrusunu tutan ellere atýyor. Yavrusunu kurtarmaya çabalýyor. Herkes hayret içindeyken, o, “Bu kuþa mý hayret ediyorsunuz?” buyuruyor. “Onun yavrusunu aldýnýz, o da, merhametinden kendisini sizin ellerinize, yavrusunun yanýna attý. Allah’a yemin ederim ki, Rabbiniz size bu kuþun yavrusuna gösterdiði merhametten daha fazla merhamet eder.”

Bu örneðin ýþýðýnda, kendimde ve sair mahluklarda görünen cüz’i numunecikler ile de Rabbimin esmasýný tanýma dersi alýyorum. Sözgelimi, az önceki olayda, Rabbimin Rahîm ismine þahit oluyorum. Onun gibi, nerede cüz’î bir ilim alâmeti görsem, onun Alîm ismine gidiyorum. Bana verilmiþ cüz’î irademle Mürid ismini, cüz’î iktidarýmla Kadîr ismini, cüz’î malikiyetimle Mâlik ve Melik ismini tanýyorum.

Bundan da öte, muazzam bir sýrrýn daha farkýna varýyorum. Anlýyorum ki, o “acziyeti içinde sultan”dý. Âcizliðini en azamî derecede hisseden kul oydu. O yüzdendir ki, her daim, Kadîr-i Mutlak’ýn dergâhýndan yardým talep ediyor. Fakrýný doruk noktada hissediyor. O yüzden Ganiyy-i Mutlak’ýn mutlak ve hudutsuz hazinesi önüne açýlýyor. Bir ümmi olarak, hiçbir bilgiyi kendine mal etmiyor. Ve en derin sýrlar, ona bildiriliyor.

Bu acz ve fakr tavrý, hayatýnýn her adýmýnda gözümüze görünüyor. Meselâ, devesi kayboluyor. Ehl-i nifak söylenmeye baþlýyor: “Tuhaf þey, peygamber olduðunu iddia eder, gökten haber verir. Halbuki devesinin nerede olduðunu bilmiyor. “ Kýzmýyor, kýzarmýyor, üzülmüyor. “Aslýnda iyi bilirim ama” kabilinden, ancak bizim gibi aczini anlamaktan aciz insanlara yakýþan izahlara giriþmiyor. Kulluðundan, ve bir kul olarak acizliðinden emin, “Ben bilmem” diyor rahatlýkla. “Vallahi, ben Allah bana ne bildirirse, ancak onu bilirim.” Ve bu teslimiyete mukabil, Alîm olan Allah ona o anda devenin yerini ilham edince, ekliyor: “Allah bana bildirdi ki...”

Diðer bir devesini, bir seferde bir bedevi geçiyor. Ashab üzülüyor. Onun devesi hep en önde olsun istiyorlar. O ise, “Allah’ýn ileri götürdüðünü geri býrakacak yok” diyor. “Geri býraktýðýný da ileri götürecek yok. Vermediðini verecek yok. Verdiðine mani olacak yok.” Baþka bir vesileyle, “Allah’ým, Senin gücün yeter, halbuki benim yetmez. Sen bilirsin, halbuki ben bilmem” buyuruyor. Güçsüzlüðünü Kadîr-i Mutlak’ý tanýmanýn; bilmeyiþini Alîm-i Mutlak’ý bilmenin vasýtasý kýlýyor. Yaðmur dilerken “Gani Sensin, fakir ise bizleriz. Üzerimize rahmeti yaðdýr” buyuruyor. Yaðmur geldiðinde ise, yine Ona yöneliyor: “Allah’ýn herþeye kâdir olduðuna, kendimin de Onun kulu ve resülü olduðuna þehadet ederim.” Keza, “Sen Rabbimsin, ben ise kulunum” diyor. Her daim acz ve fakr ile Ona ilticanýn usulünü veriyor. Getirdiði nuru göremeyenler tarafýndan Taif’te taþlanýyor. Rabbine dönüyor. “Allah’ým, insanlar karþýsýndaki zayýflýðýmý, güçsüzlüðümü ve çaresizliðimi sana söylüyorum. Ey erhamürrahimîn, sen zayýflarýn Rabbisin. Ve sen benim Rabbimsin” diyor. “Tüm karanlýklarý aydýnlatan, ve bu dünyayý da, ahireti de düzene sokan Nuruna sýðýnýyorum. Dilediðine yardým etmek Senin elindedir. Senden baþka Kadîr ve Kaviyyü’l-metîn yoktur.”

Kendi aczini, kendisi gibi her bir insanýn aczini, ve de tüm mahlukatýn aczini bildiði için, her daim yalnýz Ona dayanýyor kýsacasý. Ondan istiyor. Ona dua ediyor.

Ýnsana verilmiþ acz, zaaf, fakr gibi vasýflarýn getirdiði nurla nasýl da nurlandýðýný görmem, bu sayede, hiç de zor olmuyor. Gerçi, akýl ve kalbimin önünde, onu perdeleyen engeller yine de var. Ne ki, “siyer gemisi”ne bindikten sonra, istediðim kadar perdeli olayým, bunu rahatça görüyorum. Çünkü, güneþ gibi, ap açýk ortada duruyor. O zaafýný, aczini ve fakrýný en azami mertebede biliyor; ve zaaf, acz ve fakrdan münezzeh Rabbine, tüm isimleri ile yöneliyor. En ziyade muhtacýmýz, en çok isteyenimiz de o. Gördüðü tüm güzelliklerin perdesiz devamýný, yani bekasýný istiyor. Kendine ve ümmetine, baþlayýp da bitmeyen ebedî bir saadet istiyor. Beka istiyor. Cennet istiyor. Ve, tüm mevcutlarýn aynalarýnda güzelliklerini gösteren bütün ilahî isimler ile beraber istiyor. O esmadan þefaat talep ediyor. Bu sýrrý görünce, “Ubudiyet-i Ahmediyenin ruhu duadýr”ý da anlýyorum. Onun muazzam duasý ile, acz ve fakrýmýz, zaaf ve ihtiyacýmýz nurlanýyor. Kalb ve akýl nurlanýyor. O nurlanmanýn içerdiði dua ve niyaz ile, insan nazlý bir sultan, nazenin bir halife halini alýyor.”O nur olmazsa, kâinat da, insan da, hatta herþey dahi hiçe iner”di zaten.

Üç ayrý “yüz”de, Rabbini esmasýyla tanýyýp tanýtýyor, sevip sevdiriyor sevgili Resul. Ona her bir ismiyle yöneliyor. Her bir isme de, tüm kainatý arkasýna alarak, yani tüm kainatýn o isme ettiði þahitliði özümseyip Rabbine sunarak muhatap oluyor. Sonuçta, “Allah’ým” diyor, “Sana esmanýn hepsiyle niyaz ederim.” Cevþen’inde bunu öðretiyor.Her günkü tesbihatýnda, her bir anýnda bunu öðretiyor. Meselâ, teheccüde kalkýyor. Namazýný kýlýyor, dua ediyor. Duasý içinde hamd ve niyaz ediyor. Bütün güzel isimlerin, bütün kemal sýfatlarýn sahibi olarak, Halikýný övüyor. “Ya Rab” diyor. “Her hamd Senin içindir. Sen, göklerin ve her yerin ve bunlardaki herþeyin Müdebbirisin.” Devam ediyor: “Yine her hamd Senin içindir. Sen, göklerin ve her yerin ve bunlardaki herþeyin Nurusun.” Hamd ve niyazýný sürdürüyor: “Yine her hamd Senin içindir. Sen göklerin ve her yerin ve bunlardaki herþeyin Malikisin.”

Yahut, “Ýlahi” diyor, “yalnýz Sana hamdolsun ki, göklerin ve yerin Nuru Sensin. Yalnýz sana hamdolsun ki, gökleri, yerleri görüp gözetmekten gafil olmayan Kayyum Sensin. Yalnýz Sana hamdolsun ki, göklerin, yerlerin ve içlerinde olanlarýn Rabbi yalnýz Sensin.”

Bu sýrdandýr ki, ondan aldýðý dersle Hz. Âiþe, Rabbine þöyle yöneliyor: “Rabbim, Esma-i Hüsnandan bizim bildiðimiz, bilmediðimiz bütün isimlerinle Sana münacat ederim. Her vechiyle büyüklerin büyüðü olan isminle Sana dua ederim. Her kim Sana bu isimlerinle dua ederse, icabet edersin Rabbim.” Ve Resul-i Ekrem, gaybî bir hazineden geldiði için hiç eksilmeyen tebessümüyle, “Ýsabet ettin, isabet ettin” buyuruyor.

Her haliyle dua ediyor sevgili Resul. Meselâ, kalblerin iman ve ubudiyete açýlmasýna mani perdeleri fethedip açmak üzere bir gazveye çýkýyor. Ýlgili yere vardýðýnda, “Allah’ým” diyor, “göklerin ve gölgeledikleri þeylerin Rabbi; yerlerin ve yüklendikleri þeylerin Rabbi; þeytanlarýn ve saptýrdýklarýnýn Rabbi; rüzgarlarýn ve savurduklarý þeylerin Rabbi! Senden bu köyün hayrýný, halkýnýn hayrýný ve içinde bulunanlarýn hayrýný isteriz. Köyün þerrinden, halkýnýn þerrinden ve içinde bulunanlarýn þerrinden Sana sýðýnýrýz.” Sefer dönüþünde ise, bu kez zaferin hakiki sahibine þükrederek, “Bir tek olan Allah’tan baþka ilah yoktur, onun ortaðý yoktur” diyor. “Mülk Onundur, hamd Onadýr, O herþeye kadirdir. Biz dönenleriz, tevbe edenleriz, kulluk ve secde edenleriz, Rabbimize hamdedenleriz.”

Maðfireti için, affý için yalnýz Rabbine yöneliyor. “Çünkü Gaffâr ve Rahîm sensin.” Hem, “Melik Sensin. Senden baþka hak mabud yoktur.” Hem “Sen benim Rabbimsin, ben Senin kulunum... günahlarýmý toptan maðfiret et. Zira Senden baþka günahlarý maðfiret edecek yoktur. Bir de beni en güzel ahlâka sevket, bana en güzel ahlâký gösterecek senden baþkasý yoktur. Beni ahlâkýn kötülerinden geçir. Beni kötü ahlâktan geçirecek Senden baþkasý yoktur...”

Geleceðe dair bir mesele zuhur ediyor. Yine Rabbine yöneliyor. Onun Alîm ismini bilip zevk etmenin huzuruyla, “Ya Rab, hakkýmda hayýrlýsýný bildiðin için, Senden hayýrlýsýný dilerim” diyor. Yine Rabbinin Kadîr ismine sýðýnýyor. “Ve Senin kudretin yetiþtiðinden, Senden beni kudretlendirmeni dilerim.”

Böylesi binler dua ve niyaz ile, bize de yolumuzu öðretiyor. “Ahlâk-ý ilahiye ile ahlâklanýnýz” nebevî düsturunu yaþamanýn yolunu hayatýyla gösteriyor. Böylece anlýyorum; “ahlâklanma”nýn özü, onun çok kez ifade buyurduðu þu bir cümleye baðlý: “Sen benim Rabbimsin, ben Senin kulunum.” Bu sýrrýn talimiyle anlýyorum; ahlâklanmanýn özü, kendi nihayetsiz aczimi görüp, Kadîr-i Mutlak’ýn nihayetsiz kudretine sýðýnmamda saklý. Fakrýmý bilip, onun sonsuz rahmetine sýðýnmamda saklý. Kusurumu görüp, Cemil-i Zülkemal’in cemal ve kemaline sýðýnmamda saklý.

Çünkü sevgili Peygamberim öyle yapýyor. Sonsuz bir acz, zaaf, fakr ve ihtiyaçla yoðrulmuþ insanlýðýmý, bütün isimler kendisinin olan Allah’a kulluðun temeli ve harcý yapýyor. Sonra “Rabbim bana edebi güzel bir surette ihsan etmiþ, edeblendirmiþ” diyor. Bunca yolculuðun ardýndan, ben de buna þehadet ediyorum. Hakikaten, Rabbimiz, sevgili Peygamberi en güzel surette edeblendirmiþ. Zira, benim çoðu kez yaptýðýmýn aksini yapýyor. Bana, âcizliðimi iyice gördüðü anlarda Rabbime dönüp, isteðim yerine gelince “Ben becerdim” dememin yanlýþlýðýný gösteriyor. “Ben edeblendim” demiyor. “Rabbim beni edeblendirdi.” Said Nursî de þahidi bunun: “Edebin envaýný, Cenab-ý Hak, Habibinde cem’etmiþtir.”

Fiil, hal ve sözleri, ondaki edebin gerçekten Rabbinden geldiðinin delilleri. Meselâ, daðýnýk haldeki saçýný düzeltiyor. Soruyorlar: “Ya Rasulallah, niçin?” Cevaplýyor: “Allah Cemîldir, cemali sever.” Her bir iþini tek sayýlar ile bitirmeyi seviyor. Suyu üç yudumda içiyor. Tesbihatýný otuzüç kez tekrarlýyor. Bir eve girmeden üç kez sesleniyor. Rüku ve secdede Rabbini üç, beþ, yedi yahut dokuz kez tazim ediyor. Neden? “Allah Birdir, bir’i sever.” Gününü vitrle, yani tek rekatlý bir namazla bitiriyor. Neden? “Allah Tektir, tek’i sever.” Hem “hediyeleþiniz” diyor; hediye vermenin en eþsiz örneðini hayatýyla arzediyor. Çünkü “Allah Muhsindir, ihsaný sever.” Hem, “Temizlik imandandýr” buyuruyor. Böylece Allah’ýn Kuddüs olduðunu bilip bildiriyor. Kendisine karþý iþlenmiþ kusurlarý affediyor. Allah Gafurdur çünkü, affetmeyi sever. Adaletle hükmediyor. Allah Âdildir, adaleti sever. Kendisine kýlýç çeken Mekke’nin fakirlerni doyurup giydirecek kadar merhamet gösteriyor. Allah Rahîm ve Rahmandýr, merhameti sever. Hannândýr, þefkati sever.

Bu ölçüyü anlamamla birlikte, onun Sünnet-i Seniyyesinin kendi hayatým için önemini kavrar gibi oluyorum. Ýlk okuduðumda abartýlý gelen bir hükmün hikmetini de þimdi bir nebze anlýyorum. Beni Resulullah hakkýndaki peþin hükümlerimden kurtaran, bana onu tanýtýp sevdiren Risale-i Nur, Esma-i Hüsna’nýn cilvelerinin “þeriat ve sünnet-i seniyyenin ahkamlarý içinde intiþar” edip göründüðünü yazýyordu. Þimdi þimdi gerçekten öyle olduðunu anlýyorum. Anlýyorum ki, onun her fiilinde Ona giden bir yol var. Her hali Onun bir ismini ders veriyor. Her sözü, Onun esmasýna ulaþarak sonlanýyor.

Sünneti ile, kâinat cümlesine “nokta” oluyor Resûl-i Ekrem. Onun sünneti olmayýnca, cümle eksik kalýyor. Tamamlanmýyor. Dahasý, bir cümle ancak tamamlanýnca cümle haline geldiðine göre, anlamsýzlaþýyor.

Tüm bunlarý gördüm ya, onun sünnetine revan olayým istiyorum artýk. Onun sünnetine göre yaþayýp, Rabbimi onunla tanýmak istiyorum. Onun kendisini Ona sevdirdiði Rabbinin sevgisine ben de muhatap olmak istiyorum. Bunun için, onun da seveceði bir hayat yaþamak istiyorum. “Mahbubiyet derecesine çýkan bir ubudiyet”le ona ve Ona kavuþmak istiyorum.

Ýstiyorum; çünkü o da istemiþti. Ve isteyene, istediði verilmiþti.


ALINTI

Gönderen: 19.06.2009 - 12:04
Bu Mesaji Bildir   Muhtazaf üyenin diger mesajlarini ara Muhtazaf üyenin Profiline bak Muhtazaf üyeye özel mesaj gönder Muhtazaf üyeyi arkadas listeme ekle Yukari
Pozisyon - İmzalar göster
Sayfa (1): (1)
önceki konu   diğer konu

Lütfen Seçiniz:  
Şu an Yok üye ve 796 Misafir online. En son üyemiz: Didem_
2243 üye ile 29.03.2024 - 11:40 tarihinde en fazla ziyaretçi online oldu.

[Admin | Moderator | Kıdemli Üye | Üye]
Dogum Gününüzü Tebrik Ederiz    Doğum gününüzü tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu ömür dileriz:
osman12 (77), vahvah71 (53), ssercan (50), sabr_yolcusu (56), Yorumsuz_91 (33), Asya6666 (62), angel (42), cankalemdar (39), meltem6666 (59), MeCaL (56), emiremre (44), ozdalomer (53), ayþeayd&#2.. (40), talha_34 (47), mhammettelo (43), leto18 (59), sinepuryan (42), Yalnizlik (39), BATAKLIK60 (55), kamil33 (54), hmfatih (62), Soldat34 (54), MrVoLKaN (37), yusuf kuyu (44), Yusuf_Adiyaman (53), farfarlone (41), Osman_20 (39), yunusemre_56 (58), eminecanersoy (46), eren.06 (60), tugba1986 (38), tanerok (41), MAHMUT2005 (48), musbaba18 (41), Bahar38 (40), ehhan ünlü (37), ard75 (68), ofliayhan61 (54), osman42 (45), enver66 (40), ayten66 (36), adem2007 (57), uludag64 (60), kadir ibraimi (35), Hace Türkistan (52), tufan03 (48), hasimpakirbaba (48), kuscu (60), ONUR45 (41), Allah_Asigi (41), _Hilal_ (40), aydin_yilmaz (42), cemil_keskin (64), cesurkagan (37)
Son 24 saatin aktif konuları - Top Üyeler
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 0.59898 saniyede açıldı   

Reklamlardan
RAVDA sitesi
hiçbir şekilde
sorumlu değildir.