chloroquine chloroquine generique rhinocortgenerique kaletra lopinavir ritonavir cordarone coreg coridil corpamil corprilin corpriretic corticotherapique cosaar plus cotrim coumadin cozaar crestor crixivan cyclogyl cycrin cyklokapron cymbalta cytotec cytoxan dalacin c dalacin t dalacin v danatrol danocrine daonil deflamat deltasone demadex demolaxin dentomycine depakine chrono depakine depakote depo provera dermestril dermovate deroxat desogen desoren desyrel detrol la
     

0
Start Giriş Üye Ol üyeler ((( RAVDATe@m))) Arama
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193
Forum Anasayfa » A I L E / E Ğ İ T İ M / S A Ğ L I K » ÇOCUK EĞİTİMİ » » EVLÂT YETİŞTİRME BÂBINDA...

önceki konu   sonraki konu
Bu konuda 2 mesaj mevcut
Sayfa (1): (1)
Ekleyen
Mesaj
KaLBeNuR su an offline KaLBeNuR  
» EVLÂT YETİŞTİRME BÂBINDA...

1686 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 20.07.2007
En Son On: 17.08.2009 - 13:01
Cinsiyeti: Bayan 
İMDAT/EYVÂH!
BİR MÜSLÜMAN YETİŞTİRMEK DURUMUNDAYIM!

FİKİR DÜNYASI'nın düzenlendiği panel için yazdığım yazıdır...



Bismillâhirrahmânirrahîm
Hamd âlemlerin Rabbi Allâh’a mahsustur.
Ancak O’na kulluk eder, ancak O’ndan yardım dileriz.

İçerisinde âlemlere şifâ, hidâyet, rahmet ve öğüt bulunan
mubârek Kur’ân’ın kendisine indirildiği ve âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan
Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafâ efendimize salât ve selâm olsun…

Âlemlerin Rabbi Yüce Allâh’ın, celle celâluhu, Rahmet ve Bereketi üzerinize olsun…

Bismillâhirrahmânirrahîm…
Ve onlar ki, "Ey Rabbimiz!" diye niyâz ederler, "Bize göz nûru olacak eşler ve çocuklar bahşet; bizi Sana karşı sorumluluk bilinci taşıyan kimseler için örnek ve öncü yap!"
(25 Furqân 74)

Bismillâhirrahmânirrahîm…
Sizi [hepinizi] bir tek candan yaratan, Ve [sevgiyle] kadına meyletsin diye ona kendi özünden eş var edip çıkaran O'dur. Öyle ki, o eşini kucaklayınca, eşi [ilkin] hafif bir yük yüklenir ve bir süre taşır o yükü. Sonra [kadın] gün gelip [çocuğun yüküyle] iyice ağırlaşınca, her ikisi birden Allâh'a, Rablerine yalvarırlar: "Bize gerçekten kusursuz bir [çocuk] bahşedersen, muhakkak ki sana şükreden kimselerden olacağız!"
(7 A’râf 189)

Bismillâhirrahmânirrahîm…
"Ey Rabbimiz, bizi Sana teslim olanlardan kıl ve bizim soyumuzdan Sana teslim olacak bir topluluk çıkar, bize ibâdet yollarını göster ve tevbemizi kabul et: şüphesiz yalnız Sensin Tevbeleri Kabul Eden, Rahmet Dağıtan/Tevvâb, Rahîm!"
(2 Baqara 128)

Bismillâhirrahmânirrahîm…
[O halde] Ey Rabbim, beni ve soyumdan gelen insanları namazda/salâtta devamlı ve duyarlı kıl!
(14 İbrâhîm 40)

Bismillâhirrahmânirrahîm…
İmdi, insana emrettiğimiz [fiillerin en güzellerinden biri,] anne-babasına karşı iyi davranmasıdır. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu; annesinin onu taşıması, onun anneye bağımlılığı otuz ayı buldu. Nihayet tam olgunluğa erişip kırk yaşına vardığında o, [dürüst ve erdemli biri olarak], "Ey Rabbim!" diye yakarır, "Bana ve anne-babama lütfettiğin nimetler için ebediyyen şükretmemi ve Senin kabulüne mazhar olacak [şekilde] doğru ve yararlı şeyler yapmamı nasip et; benim soyuma [da] iyilik bağışla. Gerçek şu ki pişmanlık içinde Sana döndüm: elbette ben Sana teslim olanlardanım!"
(46 Ahqâf 15)


… ve günlerden bir gün –Âlemlerin Rabbi Yüce Allâh, celle celâluhu, öyle takdîr buyurmuşsa eğer – her Mü’min ve Mü’mine Müslüman, ana-baba olmanın o tadına doyum olmaz büyük heyecanını ve zevkini tadar.
Minik yavru, kulağına okunan Ezân-ı Muhammedî, Kelime-i Tevhîd ve Kelime-i Şahâdet ile birlikte açar fânî dünyaya gözlerini.
Sonra ana-babaya inanılmayacak kadar uzun, dede-nineye ve emsalleri yaşlılara inanılmayacak kadar kısa gelen bir süre içinde, sıkıntıları, korkuları, endişeleri ve daha nice meşakkati, huzur ve mutluluk veren anlarla iğne oyası misâli bezeyerek, serpilip gelişir bebek, biiznillâh.
… ve yine günlerden bir gün –Âlemlerin Rabbi Yüce Allâh, celle celâluhu, öyle takdîr buyurmuşsa eğer – bebek olmak çıkıp, iyice ayaklanır, tatlı tatlı dillenir, bir güzel çocuk oluverir, biiznillâh.
İşte o gün yepyeni bir heyecanın, çok büyük bir gayretin, yaman bir cihâdın kapısı açılıverir ana-babaya: Müslüman bir evlât yetiştirebilmek – hem de en hasından, âlâsından bir Ehl-i Takvâ adayı!
İşe önce “Allâh!”, celle celâluhu, dedirtmekle başlanır genellikle. Sonra “Bismillâh”, “Elhamdulillâh” demenin yeri ve zamanı öğretilir. Bunu Hz. Peygamber’in, ‘aleyhissalâtu vesselâm, meşhur yemek dûası takip eder ve hemen arkasından da, halk arasında “Namaz Sureleri” tesmiye edilen kısa Mekkî surelerin birbiri ardınca ezberletilmesi gelir. Bazı ana-babalar, biraz daha da ileri giderek, binbir meşakkat çekerek ve de besbelli ki çektirerek, ‘şıklık olsun’ diye Esmâ-i Husnâ’nın doksandokuzunu birden ezberlettirirler minik Müslüman yavruya.
Önce aile büyüklerinin, sonra da eş-dost akrabanın, gönüllü mümeyyiz hey’eti ihdâs edildikleri aile toplantılarında “Maşaallâh!”lar, “Bârekallâh!”lar ve de “Âferin!”lerle bol bol teşvik derlenir, hatta dûa desteği sağlanır Müslüman bir evlât yetiştirme cihâdına {Bu arada kimse, ama hiç kimse, minik Müslümanın “Pembe Panter”, “Barbie Bebek”, “Örümcek Adam”, “Tom ve Jerry” ve benzerlerinin isim ve dahi Rabbiyessiri silinmiş suretleriyle “süslü”(!) bir ucûbe kıyafete bürünmüş olmasından en ufak bir rahatszılık duymaz! Dahası bu acaîb durumun farkına bile varmaz!}.

… ve bir gün gelir, artık, Âlemlerin Rabbi Yüce Allâh’ın, celle celâluhu, dînin direği ve Hz. Peygamber’in, ‘aleyhissalâtu vesselâm, gözünün nûru olan, o ibâdet etme şekillerinin şâhı, mubârek namazın öğretilmesi farz olur.
İşte asıl meşakkat burada başlar!
Kimi ana-baba bu son derece zor ama bir o kadar da zevkli çabayı kendi üstlenir.
Kimi de bu görevi, kendini fazla yormadan, kestirmeden, en yakın camide, muhterem imam efendi tarafından, mahallenin bilumum ehl-i İslâm ailelerinin çocuklarına muntazaman – ama o da ancak resmî makamların uygun gördükleri yaşta ve zaman diliminde, ki genellikle bu “iş” için tatil dönemleri tercih edilir - verilmekte olan “Kur’ân Kursları”na havale eder.
Yetişmekte olan Müslüman yavru, bir kez “Kur’ân Kursu”na gitmeye başlayınca, ana-babası derin ve rahat bir nefes alır. Kuşku yok, imam efendi, bu konuda öğrenmesi gereken her ne varsa, hatta belki de cabasını, mutlaka öğretecektir talebesine. İşte tam bu noktada, yetişmekte olan minik Müslümanın ille de muhatabı olduğu (ama ne hazindir ki asla müdahil olamadığı!) genellikle sözsüz, ama bazen söze de dökülen ve sağlam bir musafaha ile pekiştirilen geleneksel bir anlaşma girer devreye: “Eti senin, kemiği benim…”! Bazı imam efendiler, bu anlaşmayı mecâzî olarak algılar, öyle bilir ve de ona göre davranır – ki, hiç kuşkusuz, doğru olan da budur. Ama bazı imam efendiler ise, mecâza değil zâhire/lâfza itibar ederler ve…

… ELLERİ VİCDÂNA KOYUP, EĞRİ OTURMA VE DOĞRU KONUŞMA NOKTASI, VARAN BİİİR {‘Ciddî ve samimî eleştiri’nin dahi ‘hakaret’, ‘edebsizlik’ hatta ‘saldırganlık’ olarak algılandığı bir ‘gösterişçi duygusallık’ ortamında yaşıyoruz nicedir… Dolayısyla bu yazı çerçevesinde yer verdiğimiz ‘elleri vicdâna koyup, eğri oturma ve doğru konuşma noktaları’, son derece hassas noktalardır – tahammül edemeyeceklerin bu noktaları okumadan geçmeleri tavsiye edilir, âcizâne! Yine burada, her ihtimâle karşı ve yalnızca bir defaya mahsus olmak üzere açıkça bildirelim ki, dile getirilen eleştirilerin ‘kapsama alanı’ dışında kalan birileri daima vardır ki onları her zaman ve her yerde azâmî hürmet ve muhabbetle yâd eder, hayr dûada bulunuruz}.
Mahzûn ve mazlûm ülkemde, 20 ilâ 45 yaş arası Müslüman erkekler arasında yapılan bir soruşturmada sorulan: “Çocukken mubârek Kur’ân’ı ve gerekli İlm-i Hal bilgilerini öğrenmek üzere aileniz tarafından gönderildiğiniz kurs ya da ders ile ilgili olarak aklınıza gelen/hatırınızda kalan ilk ve de en önemli şey nedir?” sorusuna verilen cevapların hemen hemen hepsinin de: “İşittiğim azar, yediğim dayak!” ekseninde seyretmesi ve dolayısıyla erkeklerin askerlik çağında zaman zaman istifade ettikleri “arâzi olma” keyfiyetinin ilk, deyim yerindeyse, “antrenman”larının buralarda başlaması, kuşku yok ki çok mânidâr ve mutlaka büyük bir ciddiyetle ele alınıp araştırılması gereken, yürekler acısı bir konudur! Âlemlerin Rabbi Yüce Allâh’a, celle celâluhu, isyânın ve hatta – deyim yerindeyse, hâşâ – “kafa tutma”nın evrensel simgesi olan Fir’avn’a, her türlü haddi aşan bir azgınlık hali içindeyken dahi “yumuşak bir söz” ile hitâb edilmesi yine Bizzât Âlemlerin Rabbi Yüce Allâh, celle celâluhu, tarafından emredildiği (20 Tâhâ 43-44) ve âlemlere Rahmet olarak gönderilmiş olan o Son Peygamber’in , ‘aleyhissalâtu vesselâm, Hak ve Hakikati bildirme/öğretme konusundaki şaşmaz ilkesi “Müjdeleyiniz, nefret vermeyiniz; kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz!” olduğu halde, bin küsur yıldır İslâm ile şereflenmiş olan bir milletin “din öğreticileri”nin, dünyanın neresinde ve ne zaman olursa olsun, bütün küçük çocuklara has şımarıklıklar karşısında zorba ve zâlim kesilmeleri anlaşılır, izâh edilebilir şey değildir kuşkusuz!

Sonra…
… sonra, Müslüman bir evlât yetiştirme bâbında artık “gereken” herşeyin yapıldığına kanaat getirildiğinde, “tatbikât denetimi” aşamasına geçilir hep birlikte, ki bundan genellikle anlaşılan mubârek namazların ikamesidir. Yetişmekte olan Müslüman yavrunun henüz el ve de göz altında olduğu dönemlerde bir hayli titizlenilir bu hususta – hatta kimi zaman iyice abartma pahasına!

… ELLERİ VİCDÂNA KOYUP, EĞRİ OTURMA VE DOĞRU KONUŞMA NOKTASI, VARAN İKİİİ:
Çok acı ve de dehşet veren bir hâtırâyı paylaşmak istiyorum sizlerle bu bağlamda: iman ve itikâd yönünden sağlam ama ne yazık ki amelî bakımdan bir hayli zayıf bir arkadaşıma, özellikle namazlarını edâ etmede neden bu kadar ihmalkâr olduğunu yüreğim yanarak sorduğumda, yüreğime daha da büyük bir yangın salan şu ibret verici hikâyeyi anlatmıştı fakîre:
“Rahmetli babam, âdet olduğu üzere, namaz kılmayı ve mubârek Kur’ân’ı yüzünden okumayı öğrenmem için beni mahallemizdeki camiin Kur’ân kursuna gönderdikten sonra, kelimenin tam mânâsıyla jandarma kesilmişti başıma. Evde olduğu zaman, yani sabah ve yatsı namazlarını mutlaka benimle birlikte kılar, gün içinde diğer namazlarımı düzenli bir şekilde kılıp kılmadığımı da, her akşam anamı sorguya çekmek suretiyle takip ederdi. Doğu Anadolunun bir kasabasında yaşıyorduk o yıllarda ve ben ilk mektebe henüz başlamıştım. Bir hayli zayıf bünyeli, hastalıklı bir çocuktum. Sabah namazı için kalkmak, abdest almak, hele soğuk kış günlerinde, bir tek sobayla ısınan evimizde, gerçekten de çok zordu – yalnızca benim için değil, herkes için. Değil sıcacık yatağımdan çıkmak, o tatlı uykuyu bölüp gözlerimi açmak bile istemezdim doğal olarak. Ama rahmetli babam, özellikle namaz sözkonusu olduğunda, tâviz nedir bilmediği gibi, câiz olan çerçevesinde dahi en küçük anlayışı göstermezdi! Benim bir türlü uyanamayışım karşısında öfkeden deliye döner, kolumdan tuttuğu gibi beni yataktan kaldırıp, banyoya sürüklerdi. Uykumun iyice açılması için anacığımın adbest suyunu ısıtmasına bile izin vermezdi. Korkudan ve soğuktan titreye titreye abdest alır ve yine korkudan ve soğuktan titreye titreye, gözyaşlarımı ve hıçkırıklarımı yutmaya çalışarak babamın imâmetinde namaza dururdum her sabah. Ve… ister inan, ister inanma, benim için bitmek bilmez bir işkence haline gelen sabah namazlarında içimden şöyle dûa ederdim: ‘Yâ Rabbî, şu babamın canını bir an evvel al ki, ben de kurtulayım bu ezâdan!’ Evet, belki inanılacak gibi değil ve besbelli dehşet verici ama, gerçek bu! Zavallı anacığımın ‘Perişan oluyor çocuk, bey. Bırak da şu namazı bari kahvaltı ettikten sonra kılsın, ne olur – bünyesi zayıf zaten, bu gidişle büsbütün zayıf düşecek, hasta olacak! Hem böyle zorla, yarı mahmûr kılınan namazın ne faydası var ki!’ diye yalvarıp yakarmaları da hiç para etmedi; tam tersine, babamın daha büyük bir öfke seline kapılmasına yol açtı. Orta mektebi yatılı olarak okumak üzere büyük şehre gönderildiğimde rahat bir nefes aldım! Rahmetli babamın ‘Sabah namazını ille de kılacak, ha!’ tehditleri ne yatakhane nöbetçilerinin umurundaydı artık, ne de benim – ‘Tabii, tabii!’ deyip geçiyorduk, hep birlikte koca bir yalan konusunda gizli bir suç ortaklığı içinde. Ama yalancının mumu, ilk tatile kadar yandı! Her sabah namaza kalkma alışkanlığını artık iyice kazanmış olduğumdan emin olan rahmetli babam, daha eve geldiğim ilk günün sabah namazı saatinde, beni yatağımda mışıl mışıl uyur bulunca, kelimenin tam mânâsıyla çıldırdı! O sabah rahmetli babamdan yediğim dayağı, ne bir daha bir başkasından yedim, ne de unutabildim! Tabii araya girmeye çalışan zavallı anacığım da nasîbini almıştı o tekme-tokattan. Morarmış bir göz, patlamış bir üst dudakla, yanağımda, sırtımda beş parmağın kıpkırmızı izleri, kulağımda zavallı anacığımın hıçkırıkları, korkmuş ve aşağılanmış bir halde kıldığım o sabah namazı kapkara bir kâbus olarak yerleşti hayatıma. O günden sonra, her namaza durduğumda, o kâbusun ürpertisiyle sarsıldım… Son namazım ise, bu olaydan bir-iki yıl sonra, rahmetli babamın cenaze namazı oldu.”

… ve bilenler bilir, dürüst ve samimî olanlar itiraf ederler ki, dîn-i mübîn-i İslâmın direğini ikame konusunda gösterilen büyük hassasiyet, Âlemlerin Rabbi Yüce Allâh’ın, celle celâluhu, insan nesline Son İlâhî Mesajı olan mubârek Kur’ân’ın gereği üzere okunması, yani onu aydınlatıcı, özgürleştirici, maddi ve mânevi anlamda geliştirici ve zenginleştirici, dinamik, alabildiğine yaratıcı ve üretken ve bu bağlamda bilinçle izlenen bir hayat programı, bir varoluş ve kendini ortaya koyuş şekli olarak algılayıp yaşama ve gündelik hayatımızla en somut şekilde irtibatlandırıp, kişiliğimizi, duyuş, düşünce ve kavrayışlarımızı mubârek Kur’ân ile inşa etme, bir başka deyişle mubârek Kur’ân ile kelimenin tam anlamıyla bütünleşerek, İlâhî Mesajın özünü ve rûhunu içselleştirerek, ondan hayatın her alanında aydınlatıcı bir rehber olarak yararlanabilmek üzere anlayarak okunması konusunda bir hayli ihmâl edilir – belki de (… ELLERİ VİCDÂNA KOYUP, EĞRİ OTURMA VE DOĞRU KONUŞMA NOKTASI, VARAN ÜÜÜÇsevinçli hiç gösterilmez!
Hele Sünnet-i Râsulullâh’ın, ‘aleyhissalâtu vesselâm, uygulanması, yani hayatın pratiğine aktarılması, sözgelimi dînine titiz mü’min erkeklerde mutlaka gümüş yüzük takma, asla ipekli giymeme, bıyıkları dudak üstünde tutup iyice kısaltmanın ötesine pek taşmaz! “Ümmetimin yiyemediğinden yemem, giyemediğinden giymem!” ilkesi çoktaaan unutulmuş ya da ücrâ bir rafın en arka köşesine kaldırılmıştır nicedir.
Ama bu son derece hassas ve bir o kadar da önemli konunun ayrıntılarına dalmadan önce, gelin, Müslüman yavrunun serpilip büyümesi için kendisine sunulan maddî ortama bir göz atalım hele!
Ah o evler, hele hele ekonomik mânâda eti-budu yerinde, tuzu kuru âhir zaman Müslümanlarının evleri…
Bütün Müslümanlar, bilâ istisnâ, Âlemlerin Rabbi Yüce Allâh’ın, celle celâluhu, kendilerini “yeryüzünde bir halîfe” tâyin etmekle şereflendirmiş olmasından ötürü (2 Baqara 30, 6 En’âm 165, 27 Neml 62 ve 35 Fâtır 39), deyim yerindeyse, “mekânın efedileri”dirler – yani mekânlara onlar hükmederler; mekânlar onlara hükmetmez! Bu da Müslümanların, öncelikle içinde yaşadıkları ve çalıştıkları mekânları, hayatlarının özü ve merkezi olan İslâmın gerektirdiklerine en iyi ve en güzel şekilde cevap verebilmek üzere düzenlemek durumunda oldukları anlamına gelir, kuşkusuz. Peki ya fiiliyatta durum öyle midir? Hânelerimiz – maddî durumların elverdiği oranda artan bir iştiyakla – gösterişten başka hiçbir amaca hizmet etmeyen birer “mobilya galerisi”ne dönmüştür: aslî yerlerinin, eğer gerçekten de aslî amaçlarına hizmet etmek üzere üretilmiş ve edinilmişlerse, mutfak olması gereken bir sürü kap-kacak, sürâhi-bardak ile ağız ağıza doldurulmuş ve oturma mekânlarının baş köşelerine yerleştirilmiş “camlı büfe”ler; yerinden kıpırdatılması neredeyse imkânsız, ceberrut dağ padişahı edâlı, oyma süslemelerinin her kıvrımı başlı başına bir toz yuvası koltuk-kanape takımları; mekânı bıçak gibi bölen, inadına dikdörtgen, musallâ taşı kılıklı, iskemleden bekçilerle kuşatılmış yemek masaları; oturma odasının iç trafiğini, özellikle de küçük çocuklar açısından, tehlikeli bir labirente çeviren orta sehpaları, yer vazoları ve benzeri ıvır zıvır… ve, mekânın en mûteber yerinde, kıblegâh misâli, bilumum âhir zaman ilgilerini, yetişmekte olan Müslüman yavrularınkini de, heyhât, dahil, kaçınılmaz bir şekilde cezbeden o tek ve de aç gözlü, alabildiğine bencil, alabildiğine müstekbir salon Uzzâsı televizyon cihazı! Böyle şuursuzca tefriş edilmiş, tahta, cam, plastik ve madenden efendilerin astığı astık-kestiği kestik müstebit bir hükümranlığın tadını alabildiğine çıkarttıkları bir mekânda, Allah aşkına, kaç kişi yan yana saf tutup hane sahibinin imâmetinde namaza durabilir? Ya da hangi baba- ya da anayiğit, azâlarından herhangi biri bir eşyâya çarpmadan, değmeden, şöyle rahat rahat, ferah ferah, huzûr içinde rükûa gidebilir? Sorarım size kardeşler, böyle bir mekânda, kim köledir, ya efendi kimdir?

… ELLERİ VİCDÂNA KOYUP, EĞRİ OTURMA VE DOĞRU KONUŞMA NOKTASI, VARAN DÖÖÖRT:
İş yerlerimizin durumu daha da yürekler acısıdır: mescid ihdâs edilen mekânlar genellikle ya bir merdiven altıdır, inadına dar ve karanlık, ya da temizlik araç-gerecinin, ıskartaya çıkarılmış birtakım eşyânın, el altından-göz önünden sürgüne gönderildiği depo kılıklı, havasız, bakımsız bir arka oda… Yerde, döşemeden arta kalmış, uçları kırpık ve kıvrık bir “duvardan duvara halı” eskisi, ya da, besbelli yumuşak olsun ve soğuk geçirmesin diye serilmiş bir ambalaj mukavvâsı üzerine uzatılmış, evin hanımı tarafından çoktaan gözden çıkarılmış yorgun bir seccâde… Ama asıl “elleri vicdâna koyup, eğri oturma ve doğru konuşma noktası, varan dööört” ne hâne, ne de iş yeri mekânları – “abdest alma mahalleri”! Münhasıran abdest almaya tahsis edilmiş özel ve güzel bir yer ne hânelerimizde vardır, ne de iş yerlerinde! Mubârek namazın, yani o ibâdet etme şekillerinin şâhının, eskilerin güzelim deyişiyle “mütemmim cüzü” olan, yani en az mubârek namaz kadar özen gerektiren abdest, iş yerlerinde genellikle def-i hâcet edilen yerlerde, evlerde ise, hâne halkının mahremi hükmünde olan banyolarda alınır… Nedendir bilinmez, hiçbir Müslüman mimar, özellikle Müslümanlar için tasarladığı hânelerde, münhasıran abdest almak üzere tahsis edilmiş bir mekâna yer vermez; hiçbir Müslüman tasarımcı, en azından “duş kabini” örneğinden yola çıkarak, bir “abdest alma kabini” yapmaz! { Neyse ki taşrada, hemen hemen bütün evlerde, el-yıkama, dolayısıyla da abdest alabilme yerleri, helâların dışında müstakil bir yere sahiptir – böylece misafir, hâne halkının mahremi olan banyoya girme mahcubiyetine düşmekten ve abdest alma huşûunu tattırmayan def-i hâcet çukurlu ortamdan kurtulmuş olur! Bu İslâmî edebe son derece uygun düzenlemenin büyük şehrin şaşaalı dairelerine ve villalarına, en güzel ve daha da geliştirilmiş bir şekilde aktarılmamış olması, anlaşılması ve de çözülmesi zor bilmece-bulmacalarımızdan biridir hiç kuşkusuz!}.

Kitap dolabı, o da varsa eğer, başlı başına bir “al gözüm ibret için seyreyle” konusudur. Genellikle mubârek Ramazan vesilesiyle hemen hemen bütün gazetelerin kupon mukabili dağıttıkları mubârek Kur’ân mealleri, ucuz kâğıda basılmış tefsir ciltleri, kapakları cicili-bicili aile ilm-i halleri, ille de rahmetli üstâd Gazâlî’nin “İhya-i Ulûmu’d-Dîn”i, envâ-i türlüsünden “olmazsa olmaz” “Ruyâ Tâbirleri”, hadîs külliyatları, “Siyer-i Nebî”, evliyâ menkıbeleri, cemaatsel ve/veya tarîkatsal bir mensûbiyet sözkonusuysa eğer, sözkonusu cemaat ve/veya tarîkâtın “alâmet-i fârika”sı, dolayısıyla da edinilmesi ve bulundurulması vücûbiyet kesbetmiş, cilt cilt “şah” eserleri, araya karışmış bir-iki “hidâyet romanı”, yemek kitapları, hatta lise ve/veya üniversite yıllarından kalma birkaç ders kitabı… hemen hepsi de, kuşku yok ki, faydalı kitaplar, mostralık vitrin malı misâli, yanyana sıralanmış dururlar – önlerinde, raftan alınıp okunmalarını bir hayli güçleştiren, hatta neredeyse imkâsız kılan bir sürü ıvır-zıvırla donatılmış vaziyette: çanak-çömlek türünden “hâtıra eşyalar”, aile fotoğrafları, kime ait olduğu, ne zamandan kaldığı çoktan unutulmuş süslü nikâh şekerleri, câiz olan türden kesme kristal biblolar ve ilâ âhir…
Duvarlarda ise mubârek Ramazan ayında düzenlenen panayırlardan, duruma göre de Mekke, Medîne veya Kahire’den alınmış, belki de hediye olarak gelmiş, başta Besmele-i Şerîf olmak üzere bir-iki serî imâlât ürünü levha, evin hanımının ve/veya kızının katıldığı heveskâr kurslarında üretilmiş bazı “zanaat eserleri”, ille de dikine perdah amatör işi “karlı dağların eteğindeki gölün kıyısında, bacasından duman tüten ev ya da kulübe” resmi ve… o bir zamanlar şehirlerarası sefer yapan bilumum otobüslerin standart arka cam aksesuarı olan, gözü yaşlı - sümüklü oğlan çocuğu portresi!
Çağımızın ve ülkemizin yetiştirdiği o birbirinden değerli hattatlardan birinin ya da birkaçının, sık sık açtıkları sergilerden birinden özenle ve şuurla seçilmiş ve edinilmiş sanat şaheseri bir hat levhâsı ya da levhâları, tuzu kuru, hali vakti yerinde kaç Müslümanın evinin duvarlarını şereflendiriyor?

… ELLERİ VİCDÂNA KOYUP, EĞRİ OTURMA VE DOĞRU KONUŞMA NOKTASI, VARAN BEEEŞ:
Lüks otomobillere, gösterişli mobilyalara, bilumum ıvır-zıvır aksesuara, göz kırpmadan harcanan avuç dolusu paralar, sıra hânelerimizin duvarlarını bir sanat şaheseri ile şereflendirmeye gelince, nedendir bilinmez, birden çok gelir, dolayısıyla cimrice esirgenir!
“Adaaam sen de, hat levhâlarının ‘poster’ şeklinde basılmış, seri imâlât ürünü, harc-ı âlem olanları dururken, ‘orijinal’ – ‘hakîki’ mânâsında - bir esere sahip olmaya ne gerek var? Alırsın Ramazan panayırından, asarsın duvarına… olur biter!” – “Onlar gücü yetmeyenlerin, söz gelimi öğrencilerin de bu güzelliklerden istifade edebilmeleri için yapılmıştır, mubârek. Sizin gibilere, evlâtlarına, torunlarına iftiharla miras olarak bırakabilecekleri birkaç sanat şaheseri sahibi olmak yaraşır! Kaldı ki, eserleri rağbet ve dolayısıyla da maddî destek görmezse, bu üstâdlar ne ile üretir, ne ile geçinir? Bu gidişle o şerefli hat ve ebrû sanatı yalnızca heveskâr işi kalmaya mahkûm edilir – yazık, günah değil mi?”
Sırası gelmişken, sahi, şöyle bir sorsak, çevremizdeki Müslüman kardeşlerimizden kaçı üstâd hattatlarımızın, ebrûzenlerimizin ebediyete intikâl etmiş olanlarından ve/veya hâlen yaşayanlarından birkaçının – hatta yalnızca birinin! – adını bir çırpıda, hiç düşünmeden söyleyebilir?

Hâne halkının birbirleriyle ve de en sevdikleriyle buluşup mânâlı güzellikler paylaşma ortamı/mekânı olmaktan çıkıp, “sosyal statü” ve “prestij” göstergesi, yani bir tür “ele-güne hava atma” aracına dönüştürülmüş oturma odalarından, ya da âhir zaman Türkçesiyle “salon”larından esirgenen, hiç kuşkunuz olmasın ki yetişmekte olan Müslüman yavruya tahsis edilen odadan haydi haydi esirgenir. Önce “Bebek Odası” ihdas edilen, sonra da “Çocuk Odası”na terfi eden mekânlara gösterilen sözümona ihtimam, biraz yakından incelendiğinde “abesle iştigal”, hatta bazen resmen “zulüm” olarak ortaya koyar kendini. Bu fakîrin gözleri, heyhât, nelere şahit olmuştur bebek ya da çocuk odası tefrişâtı adına sergilenen dehşet verici aymazlıklar konusunda – üstelik de en aklı başında, en tutarlı, en samimi ve ciddî bildiği Müslüman kardeşlerinin evlerinde: duvarlar, televizyon kanallarının çocuklara revâ gördüğü o hazırlopçu ve birbirinden özensiz programlarda, müstebit bir hükümranlık içinde taze ve tertemiz zihinlere/ruhlara envâi türlü zehri acımasızca saçan, sevimlilikleri kendilerinden menkul çizgi filmlerin habis ruhlu/iki yüzlü bilumum kahramanlarının suretleriyle “bezenmiş” (!) duvar kâğıtlarından, “bordür”lerden tutun da, afişlere, çıkartmalara, kabartma plastikten “ikona”/resimlere kadar, ne varsa onunla donatılmış… Kimler yok ki aralarında: sapık ve de aşağılık tavşan “Bugs Bunny”, hain, gaddar ve alçak kedi bozuntusu “Tom”, siftinik, içten pazarlıklı, sinsi ve riyâkâr kanarya “Tweetie”, başta çok bilmiş, küstah “Miki Fare” olmak üzere alabildiğine yozlaşmış Batı medeniyetinin benmerkezci, ahlâksız, görgüsüz – edebsiz, menfaatperest, saldırgan yüzünü insanlara sevimli göstermekle marûf Walt Disney adlı hokkabazın “yarattığı”(!) bütün “kahraman”lar (!), hatta ve hatta şeytan “Pokemon” ve bilumum zebânîleri… Hepsi ilerleyen yıllarda nöbeti “Superman”, “Örümcek Adam” ve şürekâlarına devretmek üzere Müslüman yavrunun odasında arz-ı endâm ederler. Ne bir Lafzatullâh levhası şereflendirir odayı, ne Muazzez Pegamberimizin, aleyhissalâtu vesselâm , adını taşıyan zarif bir levha, ne de Beytullâh’tan latîf bir manzara… Pâk melek bakışlarıyla yattığı ve oynadığı yerden çevresini biteviye süzen minik Müslüman yavrunun pâk zihnine yerleşecek olan ilk görüntülerin ne olduğunu, ne olması gerektiğini besbelli hiç dert edinmez, hele bu hassas ve son derece önemli konu üzerinde hiç düşünmez, fikir yürütmez ana-babası! Körükörüne taklid ve hazıra konmanın girdâbına öylesine kapılıp gidivermiştir.
Minik Müslüman yavruya eğlenmesi-oyalanması için sunulan oyuncakların durumu da bundan pek farklı değil, hatta belki çok daha vahimdir! Son on-yirmi yıldır küçük Müslüman kızların ellerinden düşmeyen, hayallerini süsleyen, dolayısıyla da gelecekteki hayat tarzlarına ilişkin tasavvur ve beklentilerini belirleyen, üstelik de Müslüman ana-babalar tarafından avuç dolusu paralar ödenerek satın alınıp hediye edilen “Barbie Bebek” adındaki “âhir zaman fâhişesi” { Bu tanımlamamı edebsizce bulup rahatsız olanlara küçük ama önemli bir tavsiye: lutfen internette “Barbie Bebek” üzerine hazırlanmış ciddî, muhalif ve uyarıcı sitelere şöyle bir gözatıverin; bu ucûbenin menşei, üretilme gayesi ve onunla oynayan küçük kızların ruhlarında ve zihinlerinde meydana getirdiği tahribat üzerine bakalım neler bulacaksınız! Sözgelimi http://www.adiosbarbie.com adlı sitenin “barbieology” bölümüne ya da http://users.rcn.com/napier.interport/barbie/ adresi altında yer alan muhtelif makalelere… Üstelik de bu siteler Müslüman kardeşlerimiz tarafından değil, akıl ve vicdan sahibi Batılı gayr-i müslimler tarafından hazırlanmış! Ayrıca meraklısı için: “Barbie Bebek” üzerine yazılmış ve fakîr tarafından Türkçeye çevrilmiş bir şiir, bu yazımızın ekindedir (EK 1)} bunun en somut, en acı ve de en tehlikeli örneklerinden biridir. Bir kere tuzağına düşülmeyegörsün “Barbie”nin: ahtapot misali sarmalar önce Müslüman yavrunun tertemiz dünyasını, sonra da Müslüman ana-babasının cüzdanını, emer de emer, alabildiğine sömürür götürür oralarda bulduğu her şeyi. Geride bıraktığı kirli-irinli iz de cabası { Müslüman kız ve erkek çocuklara reva görülen oyuncaklar ve bunların çocuklarımızın hayatları üzerindeki menfî etkileri başlıbaşına bir araştırma-inceleme konusudur ki, ömrümüz olur-nefesimiz yeterse, bunu daha sonraki yazılarımızda tafsilatıyla ele alacağız. Şimdilik yukarıdaki satırları okuyup dehşete düşen din kardeşlerimize Müslüman bir yavrunun/çocuğun hiçbir mânevî tehlikeye maruz kalmadan, bilakis, kendisini İslâmî mânâda geliştirecek şekilde rahatlıkla oynayabileceği oyuncaklara dair bir küçük ipucu vermekle yetinelim – yine internetten: http://www.noorart.com sitesine bir gözatın hele, bakalım neler bulacaksınız!}.
Ama bütün bunlar yetmiyormuş gibi, minik Müslüman yavruya, besbelli “şıklık-güzellik” olsun diye şuursuzca giydirilen kıyafetlerle, tuz-biber ekilir Ümmet-i Muhammed’in, aleyhissalâtu vesselâm, istikbâline. Âhir zaman “ikona”ları minik Müslüman yavrunun önlüklerinden, donuna, çoraplarının konçlarından, külahlarına kadar buldukları her alanı işgal etmektedirler küstahça! Zaman içinde “ti-şört” tesmiye edilen fanela, onun biraz kabası olan “svet-şört” { Aman, “svit-şört” ya da Türk söyleyişine uygun şekliyle “sivit-şört” değil ha! İngilizcede “sweat” (telaffuzu: svet) “ter” mânâsındadır; “sweat” ise (telaffuzu: sviit), malûm, “tatlı” mânâsına gelir. Sözkonusu giysi parçası ise ne “tatlı”dır, ne de “tatlılık” için – “ter” emicidir amacı itibariyle!}, kazak, üstlük, pantalon, etek, başlık, çorap, ayakkabı, mektep çantası, beslenme kutusu, kalem kutusu, silgi ve ilâ âhir her ne varsa orada boy gösterirler aynı küstahlıkla! Bunlara bir de, üzerinde ne yazdığına hiç dikkat etmeksizin, hatta aldırmaksızın satın alınan, hemen hepsi de İngilizce bir sürü yazıyla donatılmış kıyafetler eklenince, deli kızın çeyizi misali panayır gösterisi tamamlanır. Dilleriyle söyleseler, en hafifinden ayıplanacakları, azarlanacakları, en ağırından ise bir temiz sopa yiyecekleri bir sürü edeb ve ahlâk dışı ifâdeleri göğüslerinde ve sırtlarında taşıyıp teşhir ederek ortalıkta dolanır durur Müslüman çocuklar. Onların bu yürekler acısı, zavallı hallerini gören bilumum münâfıklar da bıyık ya da perçem altından alaycı alaycı sırıtırlar! Fakîrin tüylerini ürperten en korkunç sahne ise, hiçbir mânâsı ve gereği yokken, sırf “takvâ puanı toplamak” gayretkeşliği içinde başı örtülen dört-beş yaşındaki küçücük, masum Müslüman kızların şehevî çağrışımlı davet ifadeleri taşıyan “ti-şört”ler giymiş halde “Barbie Bebek”lerinin lepiska saçlarını imrene-özene, besbelli onun gibi olmayı, hem de hiç farkında olmadan, hayal ederek tarayışlarıdır. Ört ki ölem!

… ELLERİ VİCDÂNA KOYUP, EĞRİ OTURMA VE DOĞRU KONUŞMA NOKTASI, VARAN ALTIII:
Ya Müslüman ana-babaların kılık-kıyâfetlerine ne demeli? İslâmın hanımlar için öngördüğü tesettür anlayışı “başörtüsü” tesmiye edilen giysi parçasına indirgendi indirgeneli, yürekler acısı bir fâciâ yaşanıyor bu konuda. “Başörtüsü”, tesettürün mütemmim cüzü, yani tamamlayıcı parçası/unsurudur yalnızca. Bir Müslüman hanım, câiz olan ortam ve şartlarda “başörtüsü”nü çıkarttığında, geride kalan kıyâfetinin tarzı, rengi, dokusu ile bir gayr-i müslimeyi andırıyor ise, durum vahim demektir – bu bir kere böyle biline! Sıkı sıkıya örtülmüş bir “başörtüsü”nün altında, “altı kaval – üstü Şişhane” misali, tarzı/kesimi itibariyle vücut hatlarının neredeyse tamamını meydana çıkaran, rengi ve dokusuyla erkek-dişi bütün bakışları cezbeden kıyâfetlerle ortalıklarda dolaşıp, akılları sıra “Müslümancılık” gösterisinde bulunan o zavallı edeb şaşkınlarından ise, gelin, hiç söz etmeyelim burada! “Tesettür” yalnızca kılık-kıyâfet değil, bir tavır ve edâdır öncelikle ve özellikle. Mubârek Nûr suresinin 31. âyet-i kerimesi bu konuyu yeterince açık bir hassasiyetle dile getirmektedir. Ne var ki mahzun ve mazlum ülkemin çoğu Müslümanları “tesettür”ü mubârek Kur’ân’dan öğrenmek ve iyice içselleştirmek yerine ilm-i hal kitaplarında yazanlarla, daha da fenası kulaktan dolma/atadan kalma alışkanlıklarla hayata aktarmakla yetinirler. Bu alışkanlıklar ise öylesine yüzeysel hale gelmişlerdir ki, Müslüman hanımefendilerin “tesettür”ünün mütemmim cüzü hükmünde olan “başörtüsü” üretmeyi nicedir bir kenara bırakıp, alacalı-bulacalı, “kör, parmağım gözüne” misali inadına bâriz, yani gösterişten başka hiçbir şeye hizmet etmeyen “marka” damgalı “eşarp”lar üretmeye sıvanan bir Müslüman şirket, ne acıdır ki Müslüman hanımefendiler arasında pek bir rağbet gören ürünlerinin reklamını yaparken, hiçbir rahatszılık duymadan “Garbrobunuzdaki gözkamaştırıcı şıklık” sloganını kullanabilmektedir! “Tesettür”ün içerdiği hiç kuşku yok ki en önemli unsurlardan biri olan edebli tevazûa, bir başka deyişle “sadeliğin asâleti”ne neredeyse kafa tutan bu yaklaşım, bir sorun-araştırın hele, hangi Müslüman hanımefendide, mutlaka göstermesi gereken olumsuz tepkiyi uyandırmıştır? “ ‘Gözkamaştırıcı şıklık’ ne mubârek Kur’ân’dan cevaz alır, ne de Muazzez Peygamberimizin, aleyhissalâtu vesselâm, sünnetlerinden. Yani İslâmın rûhuna alabildiğine ve de külliyen aykırıdır! Siz bu zihniyet ve yaklaşımla üretim yaptığınız sürece, ürünlerinizi kullanamayız, kullanmayız!” uyarısı yapılmış mıdır o şirketin sahiplerine? Korkarım bu çarpık slogan, satışların artmasına bile yol açmıştır!
Ya Müslüman erkekler? Onların hemen hepsi için de erkek “tesettür”ü genel bir tavır ve tarz değil, yalnzıca göbek ile dizkapağı arasına sıkışmış bir alanın titizlikle örtülmesinden ibarettir. Muazzez Peygamberimizin, aleyhissalâtu vesselâm, “Kim ki kendini bir kavme benzetirse, onlardan biri olur” mealindeki hadîs-i şerîfini, nedense kılık-kıyâfet bağlamında da algılamaktan ve uygulamaktan ısrarla kaçınırlar. Göbek ile dizkapağı arası sınırını ihlâl etmediği sürece, her türlü âhir zaman modasına uymakta, yani bir başka deyişle kılık-kıyâfet itibâriyle kendilerini gayr-i müslim kavimlerin erkeklerine benzetmekte, hem de ısrar ve özenle benzetmekte hiçbir sakınca görmezler. Moda ilâhlarının alâmet-i farikaları olan “marka”larla bezenmiş gömlekler, pantalonlar, beyzbol şapkaları giymekten ne rahatsız olurlar, ne de çekinirler. Hatta bu alâmet-i fârikaları, imâ ettiklerine, bir başka deyişle taşıdıkları “sembol değerleri”ne hiç aldırmaksızın, neredeyse iftiharla teşhir etmekten, “Biz de Müslümanız ama bakın, sizin gibi çağdaş modaya da uyuyoruz, yani en az sizin kadar çağdaşız!” dercesine zevk alırlar. O alâmet-i fârikalardan biri, belki de Müslüman erkekler arasında en yaygın olanı, Fransız “Lacoste”un, ağzını açmış ünlü yeşil timsahıdır. “Lacoste” Fransızcada timsah mânâsında kullanılan bir kelimedir zaten. Eski Mısırı yöneten zâlimler ve zorbalar hânedânının lisanı olan Koptça, ya da Kıptîcede ise “timsah” kelimesi “fir’avn”dır. Nitekim hem bu zâlimler-zorbalar hânedânının önderlerine, hem de, hangi çağ veya toplumda olursa olsun, bu zâlim, zorba ve müstekbir zihniyete mubârek Kur’ân “fir’avn” demektedir. Eski Mısır müşriklerinin en önemli putlarından biri de “timsah” kafası taşıyan bir insandır. Evet, gerçi bugün hiç kimsenin zihninde, bir timsah resmi gördüğünde zâlim, zorba ve müstekbir “fir’avn” zihniyetinin bir alâmeti çağrışmaz ama bu, bu bilgiye sahip olan bir Müslümanın gereken titizliği göstermemesi mânâsına da gelmez! Hele, hayvan resimleriyle süslenmiş kıyâfetler giymenin Muazzez Peygamberimiz, aleyhissalâtu vesselâm, tarafından, en azından uygun görülmediğini bile bile! Bütün bunlar bir yana, adı “Lacoste”, alâmet-i fârikası “timsah” olsun ya da olmasın, ünlü, dolayısıyla da kaçınılmaz olarak pahalı bir “marka” giymek, Peygamberî Sünnetle asla bağdaşmayan bir gösteriştir: en azından kişinin pahalı bir kıyâfet alacak kadar zengin olduğunu, caka satarcasına ilân eder etrafına. Müslüman erkeğin tesettürü, anası, hanımı, kızı, ya da bunlardan hiçbiri yoksa bile, din kardeşi olduğu bütün Müslüman hanımlarla, özellikle de sıcak yaz aylarında, dayanışma içinde olmayı gerektiren bir edeb tavrını da içermelidir kanaatimce. “Tesettür” ilkeleri itibariyle mevsim şartlarına göre değişen bir şey olmadığına göre, yazın sıcağında zorunlu olarak sıkıntı çeken bir Müslüman hanımefendi, kendi yanında, hanımının durumunu hiç umursamayan bir tavırda, yaka-bağır açık, ferah ferah, serin serin dolaşan kocasına karşı neler hisseder, ona olan saygısı ve muhabbeti ne ölçüde zedelenir doğrusu bilemiyorum ama ben kendi adıma hemcinslerimin bu umursamazlığını, kimse kusuruma bakmasın, değil Müslümanlığa, delikanlılığa bile sığdıramıyorum! Hanımıyla bu anlamda bir dayanışmaya girmeyi bile çok, hatta gereksiz gören bir babanın kızı, söyleyin Allah aşkına, zamanı geldiğinde nihayet “tesettür”e girmeyi hasretle bekler mi? Yoksa erkek doğmamış olduğuna yanar durur mu?
Bilvesîle, İslâm’a uygun giyim-kuşam ya da kılık –kıyâfet konusunda neden bu kadar titizlendiğimin ve ısrarcı olduğumun gerekçesini bilmek isteyenler, yazımızın sonundaki EK 2’ye bakabilirler.
Bir insanın içinde yaşamak üzere seçtiği ve dolayısyla da kendi gayretleriyle, imkânlarının elverdiği oranda düzenlediği maddî ortamı belirleyen hiç kuşku yok ki o insanın mânevî dünyasının somuta yansımasından ibârettir.
Yetişmekte olan Müslüman yavrunun gündelik hayatın akışı içinde, “uyusun da büyüsün” dönemini biiznillâh sağ-salim geride bıraktıktan sonra, hangi mânevî ortamda nelerle muhatap edildiğini, bu yazıyı buraya kadar okuma külfetine katlandığınıza, bir başka deyişle, fakîrin belki bir hayli sert ve sitemkâr ifadeler ama alabildiğine samimi ve hâlis bir niyet ve gönülle dile getirdiği eleştirilere tahammül edebildiğinize göre, varın artık, üçüncü ek olarak sunduğumuz soruları dürüstlükle cevaplandırmak suretiyle, kendiniz tesbit edin.

Görünen o ki, “İmdat/Eyvâh! Bir Müslüman yetiştirmek durumundayım!” kaygu-feryâdı gündemimize gerçekten girmiş/girebilmişse eğer, işe önce kendimizden başlamak durumudayız, hem de hiç vakit kaybetmeden, hemen/şimdi!

Söze, sözlerin en güzeliyle başladık, elhamdulillâh, sözü, yine sözlerin en güzeliyle noktalayalım, inşaallah.
Evvel emirde mubârek Ra’d suresinin onbirinci âyet-i kerimesinde dile gelen Sünnetullâh’ı bu yazıda okuduklarınız bağlamında bir güzel ve de derinlemesine tefekkür etmenizi tavsiye eder fakîr:

Bismillâhirrahmânirrahîm…
Gerçek şu ki, insanlar kendi iç dünyalarını değiştirmeden Allâh onların durumunu değiştirmez…
(13 Ra’d 11)

Bismillâhirrahmânirrahîm…
(…) "Ey Rabbim! Rahmetinle bana güzel bir zürriyet bağışla; zira Sen, her yakarışı duyarsın."
(3 Âl-i İmrân 38)





EK 1

Barbie Bebek ile Müslüman Bebek
Shahid Athar
{Dr.med. Shahid Athar, halen Amerikada yaşamakta olan, Pakistam kökenli bir Müslüman hekim kardeşimizdir. Amerika Birleşik Devletlerinde birçok İslâmî Sivil Toplum Örgütünde görev yapmış saygın bir zâttır. Ayrıntılı bilgi için http://www.islamfortoday.com/athar.html adresine bakabilirsiniz.}

Türkçe Yeniden Söyleyen:
Münib Engin Noyan

Dedi Barbie Bebek, Müslüman Bebeğe:
“Hoş geldin Amerika Birleşik Devletlerine!
Hür ve cesur/kahraman insanların ülkesine!
Bak keyfine!”

Dedi Müslüman Bebek, Barbie Bebeğe:
“Hür ve cesur/kahraman insanlar ve
‘Keyfine bak!’ demekten kasdin ne?”

Dedi Barbie Bebek Müslüman Bebeğe:
“Bize göre ‘hür’ olmak,
şu sıkıcı kıyafetlerden, Allah’tan ve insanlardan
kurtulmuş olmak demek;
Kendi hayat tarzını,
erkek ya da dişi kendi arkadaşını
dilediğince seçebilmek demek.
‘Cesare/kahramanlıkt,
uyuşturucu/uyarıcı haplar,
alkol ve seks konusunda
değişik tecrübeler yaşamak demek.
‘Keyif’ ise
flört etmek, dans etmek, içki içmek
ve seni mutlu eden her konuda
kafana göre takılmak demek!

Dedi Müslüman Bebek, Barbie Bebeğe:
“Doğrusu pek şaşırdım buna!
Bizim için ‘hür’ olmak
Özgürce konuşmak
Özgürce düşünmek
Ve Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’a, celle celâluhu,
özgürce kulluk etmek demek!
Sen gerçekten ‘hür’ müsün?
Bizim için “cesaret/kahramanlık”
Şeytanın ayartmalarına,
şehvetin çağrısına
ve nefrete karşı
mücâdele etmek demek!
Sen “cesur/kahraman” mısın?
Bizim için “keyif”
Hayatın sunduğu güzelliklerin tadını
Dostlarımız, ailemizle ve tabiatla uyum içinde çıkartmak demek
Yalnızca Ken ile birlikte değil!

Dedi Barbie Bebek, Müslüman Bebeğe:
Bunların hepsi de güzel değerler; ancak
Onları bizimle birlikte yaşadıkça unutursun
Bizimle birlikte yaşadıkça eriyip gider onlar
Bizden biri olursun sen de
Senin de bir Ken’in olur
Yaşadıkça bizimle birlikte!

Dedi Müslüman Bebek, Barbie Bebeğe
Biz kulluk etmeyiz asla sizin kulluk ettiklerinize
Siz de kulluk etmezsiniz asla
Bizim kulluk ettiğimize
Sizin dininiz/hayat tarzınız size
Bizim dinimiz/hayat tarzımız bize!




EK 2

Üstâd Cevdet Said “Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları” adlı eserinde (2) şu çarpıcı tesbitte bulunuyor:
“Müslümanların İslâmî inanca uygun yaşamak konusunda içinde bulundukları âcizlik, tanımlanması için uzun çabalar gerektirmeyen bir olgudur.”
Müslümanlar, “hayat standartlarını” yükseltmeyi, içinde yaşadıkları, çoğu kez İslâmî kaygıları olmayan ya da pek az olanların ve/veya gayr-i Müslimlerin hâkim unsur olduğu toplumun nezdinde “itibar” kazanmayı, onları mümkün olduğunca taklid ederek, onlar “gibi” olmaya çalışarak elde etme yanılgısına sürüklendiler, düştüler ve saplandılar. Mü’min Müslümanların güçlü, izzet ve itibar sahipleri olduğu o en parlak dönemde, Medine-i Munevvere’nin gerçekten de Medine-i Munevvere olduğu günlerde bile, Ümmetinin her alandaki önderi ve gözbebeği olan O Muazzez Peygamber’in, Rasûl-i Ekrem’in, aleyhissalâtu vesselâm, kendi hayat standardını Ümmetindeki en yoksul kişiden asla yukarıda tutmama ilkesini, en büyük titizlikle koruduğunu ya unuttular, ya da tamamen gözardı ettiler! Kendilerinden olmayanlar nezdinde “muteber”, hatta – ne acıdır ki – yalnızca “makbul” olma adına “gereksiz şatafat”ı = “lüks”ü, aslî işlevinin/amacının fersah fersah önüne geçmiş evlere, eşyaya, otomobillere ve kıyafetlere tamah ettiler. Üstelik de kendi büyük medeniyetlerinin asil göstergelerini tamamen gözden çıkartma, hatta hor ve hakîr görme pahasına! Hayatı gerçekten kolaylaştıran teknolojiyi, onu üretenlerin, İslâm’ın hiçbir şekilde uygun ve de hoş görmediği hayat tarzından arındırıp, aslî zeminine oturtarak edinmek yerine, o teknolojiyi, onu üretenlerin “bâtıl” hayat tarzıyla birlikte, o hayat tarzının “vecîbe”lerini “inançlarına ille de ters düşmeyecek şekilde” eğip bükmek suretiyle uyum sağlamaya çalışarak kabul etme yoluna saptılar.
“İnsanlar içinde ancak çok basit düşünceli olanlar, herhangi bir medeniyetin manevî tesiri altında kalmadan o medeniyetin yalnızca dış görünüşü ile ve şekliyle taklid edilebileceğie inanabilirler. Medeniyet içi boş bir şekil değildir. O canlı bir faaliyettir. Şeklini kabullenmeye başladığımız anda, onun temel cereyanları ve faal tesirleri içimize işlemeye başlar. Sonra yavaş yavaş ve haberimiz olmadan fikrî hayatımıza belli bir elbise giydirir. Rasûlullâh, aleyhissalâtu vesselâm, bunu son derece iyi takdir ederek şöyle buyurmuştur: ‘Kim bir topluluğa/bir kavme kendini benzetirse onlardan olur.’ (Ahmed bin Hanbel’in Müsned’i, Ebû Dâvûd’un Sünen’i...) Bu meşhur hadis yalnız mânevî bir işaret değil, bilakis Müslümanların, taklid edecekleri/taklid edttikleri medeniyetin rengine kaçınılmaz olarak bürüneceklerinin müsbet ifadesidir. Bu bakımdan sosyal hayatta ‘mühim’ olanla ‘mühim olmayan’ arasındaki esaslı farkı görmemiz imkânsız hale gelir. Meselâ ‘giyim tarzı’nı sırf haricî, yani dış görünüşle ilgili bir şey olarak görmekten ve insanın fikrî ve mânevî hayatının bundan dolayı etkilenmeyeceğini farzetmekten daha büyük bir hata olmaz. Zira ‘giyim tarzı’, genel olarak herhangi bir milletin, belli bir yönde uzun zaman gelişen zevkinin sonucudur ve o milletin estetik anlayışı ile bağdaşmış durumdadır. Bir milletin giyim tarzı/modası teşekkül eder, sonra da o milletin eğilim ve özelliklerinde meydana gelen değişmelere uygun olarak durmadan değişikliğe uğrar. Meselâ bugünkü Avrupa giyim modası, Avrupa’nın fikrî özelliklerine/taşıdığı zihniyete tamamen uyar. Müslüman da Avrupa elbisesini giymekle, hiç farkına bile varmadan kendi zevki ile Avrupalının zevkini birleştirmiş olur. Sonra da giderek fikrî hayatını yeni elbisesiyle uyum sağlayacak şekilde bozar. Bunu yapmakla Müslüman, kendi toplumuna/milletine/Ümmetine ait kültürel imkânlardan, onların geleneksel zevkinden uzaklaşmış, yabancı bir medeniyetin ona giydirdiği ‘fikrî kölelik elbisesi’ni kabulllenmiş olur. Bir Müslüman giyinişinde, âdetlerinde, hayat tarzında Avrupa’yı taklid ederse, ortaya koyduğu ve savunduğu dâvâ ne olursa olsun, Avrupa medeniyetini tercih ettiği ortaya çıkmış olur. Bir medeniyetin mânevî değerlerine hayran olmadan, felsefî, fikrî ve estetik bakımdan taklid edilmesine imkân yoktur. Dînî yönelişe, yani hayatın dine göre düzenlenmesine karşı olan bir medeniyeti hem beğenmek, hem de tam bir Müslüman olarak kalmak mümkün değildir. Yabancı medeniyeti taklid eğilimi aşağılık duygusunun neticesidir. İşte Batı medeniyetini taklid eden Müslümanların tutuldukları hastalık aynen budur. Bazı Müslümanlar, Batı medeniyetinin kuvveti, teknik gücü ve parlak görünüşü ile, İslâm âlemini sarmış bulunan hazin ve perişan durumu kıyaslıyor, sonra da ‘Zamanımızda yaşamak için Batı’yı örnek almaktan/taklid etmekten başka bir yol yoktur!’ inancına varıyorlar. En iyimsenir durumda bile, aramızda akıllı geçinenler bu gidişe şöyle bir mazeretle meşrûiyet vermek ve kendilerini de başkalarını da inandırmak istiyorlar: ‘İslâm, Batı medeniyetini kolayca bünyesine sindirebilir’(!). Müslümanın İslâm’ı yaşatabilmesi için, başı dik olarak yaşaması gereklidir. Başka insanlardan ayrı ve farklı olduğunu fiilen gerçekleştirmesi lâzımdır. Bunun için de iftihar etmesi zarûrîdir. Devamlı olarak bu ayırıcı vasfı koruması, diğer kültür kadroları içinde erimeye kalkışarak, mensup olduğu İslâm medeniyet ve kültürünü bir kusur kabul ederek, bundan dolayı özür dileyeceği yerde, bütün insanlığa bu farkı iftihar ve cesaretle ilân etmesi ona borçtur.”



DİPNOTLAR
(1) Ken, Barbie Bebek’in, deyim yerindeyse ve magazin “jargonu” ile “uzatmalı erkek arkadaşı”(!)dır.
(2) Cevdet Said: BİREYSEL VE TOPLUMSAL DEĞİŞMENİN YASALARI (Istanbul: İnsan Yayınları, 1998 – 4. Baskı)
(3) Muhammed Esed: YOLLARIN AYRILIŞ NOKTASINDA İSLÂM – Çeviren: Prof. Dr. Hayreddin Karaman (Istanbul: İz Yayıncılık, 1997) {Eserin orijinal adı: ISLAM AT THE CROSSROADS – İlk yayımlandığı yer ve tarih: Delhi ve Lahor – Arafat Publications, 1934; daha sonra Gibraltar (Cebel-i Târık/İspanya) Dar al-Andalus, 1993 – 16. Baskı}

Münib Engin Noyan


Bu mesaj 1 kez ve en son cananberraramazan tarafından 23.11.2007 - 16:36 tarihinde değiştirilmiştir.
Ekleme Tarihi: 23.11.2007 - 16:34
Bu mesajı bildir   KaLBeNuR üyenin diğer mesajları KaLBeNuR`in Profili KaLBeNuR Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
der_ya su an offline der_ya  

875 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 07.05.2007
En Son On: 22.01.2010 - 18:46
Cinsiyeti: ----- 
Allah aşkına, kaç kişi yan yana saf tutup hane sahibinin imâmetinde namaza durabilir? Ya da hangi baba- ya da anayiğit, azâlarından herhangi biri bir eşyâya çarpmadan, değmeden, şöyle rahat rahat, ferah ferah, huzûr içinde rükûa gidebilir? Sorarım size kardeşler, böyle bir mekânda, kim köledir, ya efendi kimdir?

Hele Sünnet-i Râsulullâh’ın, ‘aleyhissalâtu vesselâm, uygulanması, yani hayatın pratiğine aktarılması, sözgelimi dînine titiz mü’min erkeklerde mutlaka gümüş yüzük takma, asla ipekli giymeme, bıyıkları dudak üstünde tutup iyice kısaltmanın ötesine pek taşmaz! “Ümmetimin yiyemediğinden yemem, giyemediğinden giymem!” ilkesi çoktaaan unutulmuş ya da ücrâ bir rafın en arka köşesine kaldırılmıştır nicedir.


Kimler yok ki aralarında: sapık ve de aşağılık tavşan “Bugs Bunny”, hain, gaddar ve alçak kedi bozuntusu “Tom”, siftinik, içten pazarlıklı, sinsi ve riyâkâr kanarya “Tweetie”, başta çok bilmiş, küstah “Miki Fare” olmak üzere alabildiğine yozlaşmış Batı medeniyetinin benmerkezci, ahlâksız, görgüsüz – edebsiz, menfaatperest, saldırgan yüzünü insanlara sevimli göstermekle marûf Walt Disney adlı hokkabazın “yarattığı”(!) bütün “kahraman”lar (!), hatta ve hatta şeytan “Pokemon” ve bilumum zebânîleri… Hepsi ilerleyen yıllarda nöbeti “Superman”, “Örümcek Adam” ve şürekâlarına devretmek üzere Müslüman yavrunun odasında arz-ı endâm ederler. Ne bir Lafzatullâh levhası şereflendirir odayı, ne Muazzez Pegamberimizin, aleyhissalâtu vesselâm , adını taşıyan zarif bir levha, ne de Beytullâh’tan latîf bir manzara… Pâk melek bakışlarıyla yattığı ve oynadığı yerden çevresini biteviye süzen minik Müslüman yavrunun pâk zihnine yerleşecek olan ilk görüntülerin ne olduğunu, ne olması gerektiğini besbelli hiç dert edinmez, hele bu hassas ve son derece önemli konu üzerinde hiç düşünmez, fikir yürütmez ana-babası! Körükörüne taklid ve hazıra konmanın girdâbına öylesine kapılıp gidivermiştir.


Bir Müslüman hanım, câiz olan ortam ve şartlarda “başörtüsü”nü çıkarttığında, geride kalan kıyâfetinin tarzı, rengi, dokusu ile bir gayr-i müslimeyi andırıyor ise, durum vahim demektir – bu bir kere böyle biline! Sıkı sıkıya örtülmüş bir “başörtüsü”nün altında, “altı kaval – üstü Şişhane” misali, tarzı/kesimi itibariyle vücut hatlarının neredeyse tamamını meydana çıkaran, rengi ve dokusuyla erkek-dişi bütün bakışları cezbeden kıyâfetlerle ortalıklarda dolaşıp, akılları sıra “Müslümancılık” gösterisinde bulunan o zavallı edeb şaşkınlarından ise, gelin, hiç söz etmeyelim burada!


“Tesettür” yalnızca kılık-kıyâfet değil, bir tavır ve edâdır öncelikle ve özellikle


Müslüman erkekler arasında en yaygın olanı, Fransız “Lacoste”un, ağzını açmış ünlü yeşil timsahıdır. “Lacoste” Fransızcada timsah mânâsında kullanılan bir kelimedir zaten. Eski Mısırı yöneten zâlimler ve zorbalar hânedânının lisanı olan Koptça, ya da Kıptîcede ise “timsah” kelimesi “fir’avn”dır. Nitekim hem bu zâlimler-zorbalar hânedânının önderlerine, hem de, hangi çağ veya toplumda olursa olsun, bu zâlim, zorba ve müstekbir zihniyete mubârek Kur’ân “fir’avn” demektedir. Eski Mısır müşriklerinin en önemli putlarından biri de “timsah” kafası taşıyan bir insandır. Evet, gerçi bugün hiç kimsenin zihninde, bir timsah resmi gördüğünde zâlim, zorba ve müstekbir “fir’avn” zihniyetinin bir alâmeti çağrışmaz ama bu, bu bilgiye sahip olan bir Müslümanın gereken titizliği göstermemesi mânâsına da gelmez! Hele, hayvan resimleriyle süslenmiş kıyâfetler giymenin Muazzez Peygamberimiz, aleyhissalâtu vesselâm, tarafından, en azından uygun görülmediğini bile bile! Bütün bunlar bir yana, adı “Lacoste”, alâmet-i fârikası “timsah” olsun ya da olmasın, ünlü, dolayısıyla da kaçınılmaz olarak pahalı bir “marka” giymek, Peygamberî Sünnetle asla bağdaşmayan bir gösteriştir: en azından kişinin pahalı bir kıyâfet alacak kadar zengin olduğunu, caka satarcasına ilân eder etrafına.



çok teskkur edıyorum kardeşim bu eklemenden oturu her satırı ınsanın içine yımruk gıbı oturuyor valla.hocam nasılda guzel aanltmış durumun vehametını...ekledıgım yerler bılhassa önemlı olan kısımlar....
Allah Razı Olsun cananım canım....selam ve dua ile
Ekleme Tarihi: 23.11.2007 - 17:08
Bu mesajı bildir   der_ya üyenin diğer mesajları der_ya`in Profili der_ya Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Pozisyon düzeni - imzaları göster
Sayfa (1): (1)
önceki konu   sonraki konu

Kategori Seç:  
Sitemizde şu an Yok üye ve 555 Misafir mevcut. En son üyemiz: Didem_


Admin   Moderator   Vip   Üye ]

Hayırlı ömürler dileriz.    Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
ayhan demirhan (42), milli (55), Faruk85 (39), buyukdere (50), akgulhassan (56), resulkol (42), aldirma_reis (45), cengiz__11 (45), musabbinumeyr (46), _rAbia_ (35), HACIBUBA (38), ergunoynamaz (67), emisya (43), cavittacir (47), arslanmurat1 (46), Ben_Neyim (45), hatipoglu (45), PinarKecik (46), Ugur_K (44), hami_74 (37), ust_mimar (41), Muhlise (43), lifos (49), osmanli (41), @tuba@ (39), oguzada (47), tolga67 (49), zoris (45), aydinhasan (45), ilkay turan (53), Muhammedbilal (35), burhann1 (41), esmafeyzaunal (43), havzanur (36)
24 Saatin Aktif Konuları
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 0.60631 saniyede açıldı