lopinavir ritonavir kamagra ivermectine kaletra stromectol cipralex ciprine cipro med cipro clamycin clarinex clarithrocine claritin claritine claromycine claropram clavamox clavu basan cleocin climara clobex clocim clomid clopin clot basan clozaril co acepril co atenolol co diovan co enalapril co enatec co epril co lisinopril coaprovel colcrys colofac combivir compazine competact concor plus concor confortid conjugen convulex copegus corangine
     

0
Start Giriş Üye Ol üyeler ((( RAVDATe@m))) Arama
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193
Forum Anasayfa » D İ N / İ S L A M » DİĞER DİNİ KONULAR » TASAVUFÇULAR VE ŞİİLER ARASINDAKİ ORTAK ÖZELLİKLER

önceki konu   sonraki konu
Bu konuda 8 mesaj mevcut
Sayfa (1): (1)
Ekleyen
Mesaj
j i h a d su an offline j i h a d  
TASAVUFÇULAR VE ŞİİLER ARASINDAKİ ORTAK ÖZELLİKLER

94 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 15.09.2006
En Son On: 25.12.2006 - 14:29
Cinsiyeti: Erkek 
selam dua ALLAH VE RESULÜNE kıyamete kadar tabi olanların üzerine olsun...
İslâm'ın ilk asrında Araplar arasında tasavvuf diye bir olayın bulunmadığı, böyle bir şeyin ikinci asrın ortalarına doğru başladığı ve ilk temsilcile rinin acemler olduğu bir gerçektir. Nitekim İslâm tarihinde tasavvuf akımının bariz temsilcile ri olan mesela Kuşeyri, Kelabazi, Suhreverdi , Gazali, Bistami, et-Tûsi, Tebrizi, Celaleddin -i Rûmi ve Muhasibi gibi kişiler de acem (İranlı) olduğu bir vakıadır. Bu da ister istemez tasavvufun şiilikle bağlantısı meselesini gündeme getirmekte dir. Bunu aydınlığa kavuşturmak için tasavvuf ile şiilik arasındaki bağla ilgili bilgileri
Abdurrahma n Abdulhalik 'in kitabından buraya almayı uygun gördüm.
ŞİİLİKLE TASAVVUFUN ORTAK YÖNLERİ

Tasavvuf akımlarına ve Şia mezhebinin gerçeklerine vakıf olan bir insan ikisinin yaklaşık olarak aynı kaynaktan kaynakland ığına, neticede aynı gayeyi güttüklerine ve her iki taraf mensuplarının taşıdığı inanç ve hükümlerin genelde ortak olduğuna şahit olur.
İşte bunlardan bazıları:
a- Özel ilimler iddiası:
Şia'nın diğer müslümanlardan farklı olduğunu iddia ettiği şeylerin başında kendilerin e mahsus ve diğer insanlarda bulunmıyan birtakım ilimlere sahip olduklarını söylemeleri gelmektedi r. Bu ilimleri bazan Hz. Ali'ye nisbet ederler. Çünkü onlara göre Hz. Ali dinin sırlarına sahiptir ve diğer müslümanlara açmadığı bilgileri Hz. Peygamber ona açmıştır. Bazan Hz. Fatıma ve Hz. Ali'nin çocukları imamların ilimlerine sahip olduklarını, bu imamların gaybı bildikleri ni, hata ve unutmaktan masum bulundukla rını, İslâm'ı imamların yolu dışında kimsenin anlıyamayacağını, Kur'ân sırlarının ve din hakikatini n sadece imamlarda bulunduğunu iddia ederler. Bazan da "Fatıma Kur'ân'ı" adını verdikleri özel bir Kur'ân'a sahip bulundukla rını ve bunun müslümanların elindeki Kur'ân'ın üç katı kadar olduğunu , bugün müslümanların elinde bulunan Kur'ân'dan onda bir tek harfin bulunmadığını ileri sürerler. Bazan da bütün ilimlerin içinde yazıldığını iddia ettikleri bir deri olan Cefr'e sahip olduklarını iddia ederler.
Bazan da sadece kendilerin in sahip olduğu ve başka hiçbir kimsede bulunmıyan dini bilgilere sahip olduklarını iddia ettikleri gibi, Kur'ân âyetlerinin gerçek tefsirine kendilerin in sahip olduklarını söylerler. Hatta yüce Allah'ın Hz. Muhammed'i tenzil (Kur'ân harfleri) ile Hz. Ali'yi de te'vil (yani tefsir) ile gönderdiğini ileri sürerler.
Tasavvufçular da aynı yolu izlemişlerdir. Başka insanlara karşı övündükleri ve dillerine doladıkları şeylerin başında, ancak kendilerin in muttali oldukları ve tarikata mensup olmıyan başka insanların elde edemiyeceği ledunnî birtakım bilgilere sahip olduklarını iddia etmeleri gelir. Diğer müslümanların, hatta ilimleri yanında bizzat peygamberl erin ilimlerini hor görürler. Mesela meşhurlarından Ebu Yezid el-Bistami şöyle diyor: "Peygamberl erin sahilinde bekledikle ri bir denize daldık." Yine şöyle devam ediyor:
"İlminizi ölülerden aldınız, biz ise ilmimizi ölmiyen diri (Allah)'dan aldık. Biriniz, falan bize filandan nakletti, der. Hani falan filan derseniz, öldü derler. Biz ise kalbim bana rabbimden nakletti, deriz."
Bu şekilde tasavvufçular kendilerin in keşf ve ledunni ilim sahibi olduklarını, peşlerinden gidenlerin onlardan alıp yararlandığını iddia ederler. Hatta şeyhten ledunni ilmi alması için müridin kalbini şeyhin kalbine bağladıklarını, şeyhin de ledunni ilimleri Rasûlullah'tan alması için müridin kalbini Rasûlullah'a bağladığını söylerler.
Tasavvufçular, Kur'ân ve hadisin batınî tevillerin i özel ilimlerini n kaynağı yapmışlardır. Çünkü bazan bu te'vili Allah'tan aldıklarını, bazan melekten aldıklarını, bazan da ilham olduğunu iddia ederler. Aynı şekilde batın ilimlerini Kur'ân'daki mukattaa harflerin sırlarını bilmeye, yahut Hızır'dan almaya, hatta bazan doğrudan doğruya levhi mahfuzdan telakki etmeye nisbet ederler.
Şia da imamları için aynı şeyleri iddia etmiştir. Onların gaybı bildikleri ni, bilgileri dışında bir yaprak bile düşmediğini, ezelden ebede kadar bütün olayların bilgileri dahilinde meydana geldiğini iddia ederler. Tasavvufçular da aynı şeyleri kendileri için söylerler. Aktab ve Ebdal'in görevlerinin başında da bunların geldiği bilinmektedir.
Bu şekilde batın İlmi konusunda Şia akidesi ile tasavvuf akidesi ortak olmaktadır.
Şia, imamları hakkında “unutmaz ve hata etmez” derler. Hak ederek, vehbi, ihtisas ve ictiba yolu ile elde ederek Allah nezdinde makamlara sahiptirle r.
Bu imamlar hakkında aşırılığa giderek bütün anlamlarıyla ilah kelimesini n taşıdığı mânâda ilahlar ve rabler sayarlar. Kainatın bütün zerrelerin de tasarruf ederler, diledikler ini cennete, diledikler ini de cehenneme sokarlar. İsmailiyye ve Nusayriyye 'de olduğu gibi kimi Rafiziler Allah'ın ruhunun imamlara hulul ettiğini söylerler. Kimileri de onların mertebesin i peygamberl er ve bütün meleklerin mertebesin den üstün tutarlar.

** Mesela kitabında Humeyni şöyle der: "İmamlarımız öyle bir makamdadırlar ki ona ne mukarreb melek ne de gönderilen peygamber ulaşabilir. İmamlar bu kainat hakkında kararlar verirler."

Aynı inançları tasavvufçular almış ve veli dedikleri kişiler hakkında kullanmışlardır. Rafiziler imamlara uluhiyyet ve rububiyyet sıfatlarını giydirdiği gibi tasavvufçular da veli olduklarını iddia ettikleri kişilere uluhiyyet ve rububiyyet sıfatlarını giydirmişlerdir.

Tepeden tırnağa kadar kainatta tasarruf ettiklerin i, gaybı tümüyle bildiklerini, dünya işlerinden büyük küçük herşeyin bilgi ve iradeleri dahilinde olduğunu, makamlarına melekler ve peygamberl erin ulaşamadığını, aleminde Allah'ın vekilleri ve yaratıklarının işlerinde tasarruf sahibi oldukları, diledikler ini ateşe ve diledikler ini de cennete soktuklarını kabul ederler.

Rafıziler, imamet makamından sonra gelen ve onların vekilleri olan nakipler makamını kabul etmişlerse, tasavvufçular aynı inancı alarak veliyyi a'zam makamını kabul etmiş ve ona ğavs, kutup adını vermişlerdir. Bunu da üç kutup izler, onları da yedi ebdal, onları da yetmiş nuceba' izler ve bu silsile böyle devam eder. Bütün bunları şianın imam ve velileri için yaptıkları tertipten almışlardır. Bu şekilde imamet konusunda Şii itikad ile velayet konusunda tasavvufu inanç aynı çizgide birleşmektedir.

Mukaddime'sinde İbn Haldun şöyle der: "Keşf ve duyarlar ötesinden söz eden müteahhir tasavvufçular bu işe çok dalmışlardır. Birçoğu hulul inancına sapmış ve duyular ötesi işlerde buna dalmışlardır. Yine birçokları hulul ve vahdet (vahdeti vücud) inancına gitmiştir. el-Makamat kitabında el-Herevi'nin yaptığı gibi, bu işlerle sayfalar doldurmuşlardır. İbn Arabi, İbn Seb'in ve onun talebesi İbn Ebi Vâsıl, sonra İbn el-Afif, İbn el-Farid ve en-Necm el-İsrailî kasideleri nde onları izlemişlerdir. Bunların selefi (eskileri) de hulul ve imamların ilahlığına inanan müteahhir Rafıziler'den İsmailiyye (batınıyye) mensuplarına karışmışlardır. Her iki mezhep birbirine karışmış, sözleri ve inançları birbirine benzemiştir. Tasavvufçuların sözlerinde kutup inancı ortaya çıkmıştır ki ariflerin başı anlamındadır. Ölünceye kadar marifette kimsenin ona denk olamıyacağını iddia aderler. Ölünce makamına irfan ehlinden biri varis olur.

İbn Sina İşarât kitabının tasavvuf bölümünde buna işaret etmiş ve şöyle demiştir:

"Hak (Allah) öyle yücedir ki şeriatı ancak bir kişiye olur ve ona ancak bu bir kişiden sonra gelen bir kişi muttali olur." (Yani şeriatta söz sahibi herkes değil, bir kişi olur ve bu da imamın kendisidir .) Halbuki böyle bir söz ne akli bir delile, ne de şerî bir hüccete dayanır. Sadece ileri sürülen bir iddia ve lafızdır. Bu inanç Rafıziler'in, imamların verasetle olacaklarına dair inançlarının aynısıdır. Bu zümrenin Rafıziler'in inançlarını nasıl çaldıklarını ve benimsedik lerini görüyorsunuz. Sonra Şia'nın nakipler hakkındaki inancı gibi kutuptan sonra sıra ile ebdalın olduğunu söylüyorlar. Hatta tarikatlar ına ve inançlarına temel yapmak için tasavvuf hırkasını Hz. Ali'ye giydirmeleri de bunun içindir. Yoksa ashab arasında Hz. Ali'nin elbisede veya şahıslarda kendine mahsus ne bir mezhebi, ne de bir tarikatı olmuştur. Belki Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer insanlar arasında Rasûlullah'tan sonra en zahid ve abid kişilerdir. Dinde de sadece kendilerin e mahsus ve onlardan nakledilen hiçbir şey yoktur. Aksine bütün ashap dindarlıkta, zühd ve mücehedede örnektir.
İsmailiyye fırkasının imamet konusundak i inançları ortaya çıkınca, Irak'ta tasavvufçular bunu onlardan iktibas ederek zahir ile batın arasında denge şeklinde kabul etmiş, imameti de ahlakta ve şeriata bağlılıkta yarışma saymışlardır. Şeriatta ihtilaf meydana gelmemesi için bunu ayrı mütalaa etmişlerdir. Allah marifetini öğretmesi için de kutup inancını kabul etmişlerdir. Çünkü kutup ariflerin başıdır. Zahirde onu imama benzetmiş ve batında onun ayarında sayarak bu yetkiyi ona tanımışlardır.

Marifetin ekseni saydıkları için ona kutup adını vermişlerdir. Benzerliğin tam olması için Şia'daki nakiplere paralel; tasavvufçular ebdali kabul etmişlerdir. El-Fatımî konusunda söyledikleri ve önceki tasavvufçuların hakkında müsbet veya menfi bir sözü bulunmadığı halde, kitaplarını onun hakkında doldurmala rı bunun şahididir. Bütün bunları Şia'dan, Rafiziler'den ve kitaplarındaki bilgilerden almışlardır."
Bu şekilde İbn Haldun gizli ilim, velayet mertebeler i, hulul ve ittihad konusunda Şia ile tasavvufun benzerliğini kaydetmekt edir.
Dr. Mustafa Kamil eş-Şeybi "es-Sılatu Beyne't-Tasavvuf ve't-Teşeyyu'" kitabında şöyle devam ediyor: Tasavvufa ismaili başka bir inanç daha girmiştir. O da nukaba (nakipler) inancıdır. Bunlar on iki adamdır. Huccece (huccetler) diye adlandırılır. İmamın varlığı veya yokluğunda daveti yayarlar. Bunlar mukaddesti r ve sayıları sabittir. Bir zincirde yedi imamın sayısını destekledi ği gibi alemin doğal yapısı da onları destekleme ktedir.
El-Makrizi, iddialarına göre, bunların yeryüzüne dağıldıklarını ve yeryüzünü bunların idare ettiğini, sayılarının daima on iki olduğunu belirtir. Bu şekilde ilimde, davette ve ilahi destekte hüccet (ebdal) imama ortaktır.

Ebdal ve kutup inancı buradan tasavvufa girmiştir. İşte İbn Arabi, Futuhatı Mekkiye'de İsmailiyye hakkında Makrizi'nin söylediğinin aynısını tasavvufçu olarak söylüyor. Mesela nakipler hakkında "Her zaman on iki nakiptirler. On iki burç sayısınca ne azalır, ne artarlar" diyor.
Tasavvufçuların kutsal saydıkları bu makamları İsmailiyye mezhebinden aldığını göstermeye İbn Arabi'nin tek bu sözü yeterlidir .
Daha önce İbn Teymiyye, tasavvufçuların bu terimleri ve isimleri İsmailiyye mezhebinden aldıklarını belirterek bu isimlerin Rasûlullah'tan gelen isimler olmadığını söyler. İbn Haldun da, bilhassa İbn Arabi olmak üzere İbn Kıssî, Abdulhak İbn Sebîn ve onun öğrencisi İbn Ebi Vasıl gibi tasavvufçuların kutup, ebdal ve nakipler inancını İsmailiyye fırkasından aldıklarını belirtir.

b- Dinin zahiri ve batını vardır inancı:

Dinin bir zahiri bir de batını olduğu konusunda Şia ile tasavvufçuların inancı aynıdır. Zahir, avam halkın nasların zahirinden hemen anladığı manadır. Batın ise, naslardan kastedilen ve hakiki ilim kabul edilendir ki, onu da ancak imamlar ve veliler bilir. Mesela Allah'ın "Namazı kılınız ve zekatı veriniz" sözündeki zekattan maksat, seri ölçü ve şartları belirtilen zekatı mallarınızdan verinizdir . Âyetin zahiri anlamı budur.
Ama Şia ve tasavvufçular Kur'ân ve hadisin zahirinden avam halkın (Şii ve tasavvufçu olmıyan diğer müslümanların) anladığı mananın imamları ve velileri ilzam edemiyeceği, çünkü imam ve velilere kastedilen manaların nazil olduğu inancındadır. Zaten Şia Muhammed'in Kur'ân'ın lafzını, Ali 'nin ise tefsirini getirdiğini söylemektedir. Ondan sonra da Kur'ân'ın manasını ancak imamların bildiğini iddia ederler.

Bunu mantıklı göstermek için de Kur'ân'ın bir zahiri, bir de batını olduğunu, zahirini avamın, batın manasını ise ancak imamların ve velilerin bildiğini söylerler. Mesela yukarıda geçen "Namaz kılınız" sözünden maksadın masum imama biat etmek, "Zekatı veriniz" sözünden maksat da imama karşı samimi ve itaatkâr olmak demektir" derler.
Her iki tarafın iddia ettiği ve inandığı şeylere uygun düşmesi için de Kur'ân âyetlerini heva ve heveslerin e göre açıklamışlardır. Tasavvufçular nasların bu şekilde batınî tarzda açıklanmasına hakikat, diğer zahiri tarzda açıklanmasına da şeriat adını vermiş, hakikatin velilere, şeriatın avam halka olduğunu söylemişlerdir. Bu yolla Kur'ân ve hadis naslarını oyunacağa çevirmiş ve sapık inançlarına uyması için canları istediği şekilde açıklamışlardır.
İnsafla söyliyelim, "tîn"in Rasûlullah, "zeytun"un Hz. Ali, "Tûrisinîn"in Hz. Hasan, "Hâze'l-Beledi'l-Emîn"in Hz. Hüseyin olmasıyla ne ilgisi vardır?
Yine "Meraca'l-Bahrayni Yeltakiyan " âyetinden maksadın Hz. Ali ve Hz. Fatıma, "Yahrucu Minhuma el-Lu'luu ve'l-Mercan" âyetinden maksadın Hz. Hasan ve Hüseyin olması nasıl makul olabilir?
Dr. Kamil eş-Şeybî her iki tarafın bu nevi sapık tevillerin e kitabında bir bölüm açmış ve birçok misaller getirmiştir. Onlardan bazılarını buraya örnek olarak alalım. Şöyle der:
"El-Havasârî bu nevi te'villerden birtakım misaller nakletmiştir. Mesela abdest imama bağlılıkla, teyemmüm hüccet olan imamın yokluğu halinde onun yerine mezun olan kişiden almakla, namaz konuşanla -ki bu da rasuldür- ihtilam (uyurken cünup olmak) kasıtsız sırrı yabancıya açmakla, gusül ahdi tazelemekl e, zekat anlayışlarındaki dini öğrenerek nefsi tezkiye etmekle, Kabe Peygamberl e, Kapı Ali ile, Mikat ve Telbiye çağrana icabet etmekle, Kabe'yi yedi defa tavaf yedi imama taraftar ve bağlı olmakla, cennet vücutların tekliflerd en rahat etmesiyle, cehennem mükellefiyetleri yerine getirerek meşakkat görmekle , tefsir etmenin din ve mantıkla ne ilgisi vardır? Bütün bunlar dinin bir şahsa itaat, namaz ve zekatın birtakım şahıslardan kinaye olduğunu söyliyen Gulat (aşırılar)'ın söylediklerinden ibaret olduğunu söylemeye götürmüyor mu?
Bilindiği gibi İsmailiyye fırkası imam olmamalarına rağmen nakiplerin Allah'ın desteğini aldıklarını, imamların sayısı yedi olduğu gibi her zaman bunların sayısının on iki olduğunu, her imam zamanında bunların yer yüzüne dağıldıklarını ve yeri onların idare ettiklerin i söylemektedir. İsmailiyye fırkasından Ebu Yakub es-Sicistani, Peygamberi n ilim mirasının vasiye, ondan da imama, ondan da hüccete intikal ettiğini söylemektedir.
Makrizi'nin şu ifadeleriy le mesele daha da açıklık kazanmakta dır: "İmamın varlığı ruhani alemdedir. Ona maarifte riyazat ile ulaşırız." Bu manayı İsmailiyye'den olan es-Sicistani şu sözleriyle dile getirmekte dir: "Bu ilimler habeşi veya hintli olsun, müstahakkına ancak riyazatla ulaşır." Bütün bunlarla te'vilin hakikatine akli riyazat yolu ile müridin ulaşması sağlanır -ki imamın sahip olduğu ilme nazip veya hüccetin ulaşma yolu da budur- şeklindeki İsmailiyye'nin suluk düşüncesi açıklık kazanmakta dır. Tasavvufta kişilerin akli riyazat ve mücadeleye ne kadar çok yer verdikleri herkesin malumudur.
Bu anlayışların tasavvufta ki anlayış ve ilkelere ne kadar paralel olduğu açıktır. Oryantalis t Goldziher bunu farketmiş ve her iki tarafın anlayışını dile getiren Mevlana'nın şu ifadelerin i misal olarak nakletmiştir.
"Şunu bil ki Kur'ân'ın âyetleri kolaydır. Ancak kolaylığına rağmen ardında çok gizli ve saklı bir anlam bulunmakta dır. Bu gizli manaya üçüncü bir mana bağlıdır ki güçlü anlayış ve derin kavrayış karşısında aciz kalır. Dördüncü manayı, benzeri olmıyan ve yeterliliği büyük Allah'tan başkası ihata edemez. Bu şekilde ardı sıra sıralanan yedi manaya ulaşıyoruz. Onun için oğulcuğum, şeytanların Hz. Âdem'den ancak çamurdan yaratılan bir yaratık oluşunu görmeleri gibi, zahiri manayı anlama ile kayıtlı kalma. Kur'ân'da zahiri mana Âdem'in vücuduna benziyor. Ondan gördüğümüz, gizli ve saklı ruhu değil, zahiri şeklidir."
Nasların zahir ve batın anlamları olduğu inancına dair Dr. Ebu'l-Ala' el-Afîfî şöyle demektedir : "Kaynağı itibariyle şeriat-hakikat ikilemi, şeriatın zahiri ve batını ikilemine racidir. İslâm'ın başında müslümanlar bu ayırımı yapmadıkları gibi böyle bir şeyi yapanları tekfir etme de sözkonusu olmamıştır. Bu ayırım her şeyin zahir ve batını olduğu gibi Kur'ân'ın, hatta Kur'ân'dan her âyetin ve her kelimenin bir zahiri bir de batını olduğunu söyliyen Şia ile başlamıştır. Batın (gizli) Kur'ân'ın sırlarını kendilerin e açtığı ve bu lütfula mükafatlandırdığı Allah'ın kullarından havassa ancak açık olur. Onun için Kur'ân'ın tefsir ve te'vilinde Şia'nın özel bir yolu olmuştur. Bu yol Kur'ân âyetlerinin ve din hükümlerinin batıni tarzda te'villerinde n ve başka yollarla saliklere görünen gaybi manalarda oluşmaktadır. Şia buna batın ilmi adını vermiş ve iddialarına göre Rasûlullah onu Hz. Ali'ye, o da kendilerin e varisler adını verdikleri batın ilim ehline miras bırakmıştır.

Tasavvufçular da bu tarz te'vil yolunu izlemiş ve Şia'nın terim ve yollarını büyük ölçüde kullanmışlardır. Bütün bunlardan Şia ile tasavvuf arasındaki sıkı bağlar ve büyük benzerlik anlaşılmaktadır."
Tasavvufta ki Allah'ta fena bulmak ve onunla ittihad inancı da tümüyle İsmailiyye-Batınıyye inancına dayanmakta dır. İmamlarının Allah'ın görünen tezahürü ve temsilcisi olduğunu batıniler söylediği gibi tasavvufçular da açıkça Allah olduklarını söylemektedir. Bu inancın Gulatı Şia'dan başladığı, İsmailiyye fırkasının bunu düzenleyip felsefesin i yaptığı ve tasavvufçuların bunu onlardan iktibas ettiği açık bir gerçektir.

c- Kabirlerin kutsallaştırılması ve ziyaretgâh edinilmesi :

İslâm âleminde görülen, kabirleri kutsallaştırma ve ziyaret etme de Şia'yı taklitten başka bir şey değildir. Şirke araç ve yol olmaması için İslâm, kabirler üzerine yapılan tapınakları ve binaları yıktığı halde, onlar üzerine bina ve mescid yapmayı ilk defa Şia başlatmıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Allah yahudi ve hıristiyanlara lanet etsin, peygamberl erinin ve salih kişilerinin kabirlerin i mescid yaptılar" (muttefekun aleyh).
Sahih-i Müslim'de şu olay kaydedilme ktedir: "Hz. Ali, Ebu'l-Hiyac el-Esedî'yi Yemen'e gönderir ve kendisine şöyle der: Rasûlullah'ın beni gönderdiği bir iş için seni gönderiyorum. Yerden yüksek ne kadar kabir varsa yık ve ne kadar heykel varsa yerle bir et."
Ancak Şia Hz. Ali, Hz. Hüseyin ve ehl-i beytten imam diye adlandırdıkları kişilerin kabirlerin i yükseltmiş ve üzerinde binalar yapmışlardır. Onlar üzerine yüksek kubbeler ve sandukalar yaparak ziyaret ve anıt haline getirmişlerdir. Nitekim İhvan-ı Safa risaleleri nde, Şia'dan kıssacı ve bekçi gibi birtakım kişiler bunu bir kazanç yolu yaptıkları, türbedarlık ve kabir ziyaretini kendilerin e şiar edindikler i anlatılmaktadır.
Kabirler üzerine bina yapmak, kabirleri kutsallaştırmak ve bunu şiar edinmek hicri üçüncü asrın başlarında olmuştur. Ancak Abbasi halifeleri nden bazıları Şia'nın uydurduğu ve yükselttiği, bu kabirleri yıkmaya başlamış ve karşı çıkmıştır. İbn Kesir el-Bidaye ve'n-Nihayede Abbasi halifesi el-Mutevekkil'in hicri 236 yılında Hz. Hüseyin'e nisbet edilen kabri ve etrafındaki ona bağlı bütün yapıları yıktırdığı ve üç günden sonra orada kimi bulursa öldürüp kabre koyacağını ilan ettiği, sonunda orada kimsenin kalmadığı ve tarlaya dönüştürüldüğü kaydedilir .
Bu kabir Şia-İsmailiyye fırkasından Mirza'nın kabri olup onu sık sık ziyaret eder, daha sonra imamlarının kabirlerin i ziyaret için Selemiyye'ye giderlerdi .
Ondan sonra tasavvufçular aynı yolu izliyerek kabir ve yatırları ziyaret etmeyi, etrafını tavaf edip taşı, toprağıyla teberruk etmeyi, içinde yatan ölülerden yardım istemeyi kendilerin e şiar edindiler. Tasavvufun meşhurlarından Maruf el-Kerhi'nin kabrini kendilerin e ziyaretgâh yaparak, "Maruf'un kabri denenmiş bir panzehirdir" dediler.

Hatta tasavvufçular bu kabirleri bina etme ve yükseltmeyi, onları kutsallaştırıp yüceltmeyi, onları ziyaret etmesi için insanları teşvik etmeyi, etrafında tavaf yapmayı, sandukalar la kaplamayı ve türlü örtülerle örtmeyi, taşı toprağıyla teberruk etmeyi ve Allah yerine onlara dua edip medet ve yardımı onlardan istemeyi, dinlerinin bir temeli ve görevi yapmışlardır. Denilebili r ki taraftarla rı ve izleyicile ri bulunan hiçbir tasavvuf şeyhi ve meşhuru yoktur ki kabri üzerine bir kubbe, bir sanduka yaptırmış ve orayı bir makam haline getirmiş olmasın. Bu şekilde İslâm'ın savaş açtığı ve kökünü kuruttuğu eski cahiliyye şirkini tekrar diriltmişlerdir.

d- İslâm devletini yıkma ve Şii bir devlet kurma:

Bu çabalar için tasavvufun meşhurlarından Hallacı Mansur'u örnek vereceğiz. Ondan sonra çağımızdan da bir örnek arzedeceğiz.
es-Sılatu Beyne't-Tasavvuf ve't-Teşeyyu' kitabında Dr. Kamil eş-Şeybi şöyle diyor:
"Hallac ile Şia arasındaki bağ, kendi sözlerinin Şia imamlarının sözlerine benzer olmakla kalmamış, bu bağ bütün Şia mezhepleri nin boyasını taşımıştır. Yeni hulul akımında bütün Şia'nın boyasını taşımış ve hicri dördüncü asrın başlarında yeni bir gulat (aşırı) akımın öncülüğünü yapmıştır. Şöyle diyor Hallac:
"Hiçbir zaman imamlardan birinin mezhebini tam olarak almadım. Ancak her mezhebin en zor ve en çetin yanlarını aldım. Şimdi de aynı durumdayım."
Hallâc, hicri 138 yılında Kûfe'de öldürülen ve gulatı Şia'dan olan lider Ebu'l-Hattâb'ın bir kopyasıdır. İsna Aşeriyye ile ilişkisini de et-Tûsi'nin, eski Kum şehrine Hallac'ın gittiğini ifade etmesi göstermektedir. Şii Ebu'l-Hasan en-Nevbahti ile Hallac arasındaki akrabalık da oraya gitmesine bir vesile olduğu gibi, Ebu'l-Hasan'ı da kendisi davet ediyor ve "Ben imamın elçisi ve vekiliyim" diyordu."

Eş-Şeybi şöyle devam ediyor: "Öldürüldüğü zaman Hallac'a yöneltilen suçlamalardan biri de Hallac'ın hac için fiilen Mekke'ye gitmeyi inkar etmesi ve onun yerine kişinin halis bir niyetle evinde kalbi ile ona yönelmesi yolundaki çağrısıdır. Yolculuğun sıkıntılarına katlanmada n kişinin evinde bu işi niyetle yapacağını söylüyordu. Kadı et-Tenuhi bunun Hallac ekolünde meşhur birşey olduğunu söylüyor.
Doğrusu, metod ve yol olarak te'vili ve batın ilmini kendine seçen Batıniyye-İsmailiyye fırkası için bu anlayış ve inanç uzak görülmemektedir.
Hallac ile Şia arasındaki bu sıkı ilişkiyi şu olay doğrulamaktadır: Karmatiler hicri 318 yılında Mekke'ye saldırmış ve Hallac'ın öldürülmesinden dokuz sene sonra Mekke'yi yağmalıyarak Haceri Esved'i alıp götürmüşlerdir. Böylece Hallac'ın mezhebini uygulamışlardır. Belki de bu onların mezhebiydi ve Hallac bunu erken bir zamanda açığa vurmuştu."

Kadı et-Tenuhi, Hallac'ın adamlarından birine haber göndererek şöyle dediğini kaydeder: "Şimdi, yer ve gök ehlinin ihata ettiği şanlı Fatımî devletine çağırman zamanı geldi. Hakkın maskesini indirmesi ve adaletin egemen olması için tertemiz kitlenin Horasan'a yürümesi için davet et."
El-Hatib el-Bağdadi ve İbn Kesir İran halkının Hallac'la "Ebu Abdillah ez-Zahid" takma ismiyle yazıştıklarını kaydederle r. Bu künye Mısır devletine dönüşmeden önce Ubeydiler devletinin kurulmasında hizmeti geçen İsmailiyye fırkasından meşhur Ebu Abdillah eş-Şii'nin künyesidir. Öyle anlaşılıyor ki İsmaililer aynı künyeyi taşıyan iki propagandi ste dayanıyorlardı. Bunlardan biri olan Hallac doğuda, diğeri de mağribde İsmailiyye mezhebine mensup olmadan önce tasavvufçu olduğunu bizzat İsmailiyye mensuplarının rivayet ettiği Ebu Abdillah eş-Şii'dir.

Ammar el-Hanbeli'nin söyledikleri de bu bilgileri pekiştirmektedir. Hallac hicri 309 yılında öldürülmüş ise de Fatımi çağrı o zamana kadar yayılmış ve tehlikesi etrafı sarmıştı. Fatımi devletinin propagandi sti ve işbirlikçisi İsmailiyye fırkasından Karmati Ebu Tahir el-Cenabî hicri 311 yılında Basra'ya, iki yıl sonra da Kûfe'ye girmiştir. Aynı şekilde Hallac'ın öldürülmesinden dokuz yıl sonra Karmatiler Mekke'yi işgal etmiş, Kabe'nin etrafında müslümanları öldürmüş ve Haceri Esved'i alıp götürmüşlerdir. Başlarında Ebu Said el-Karmati bulunuyord u. Bu kişi Hallacı Mansur'un canciğer arkadaşıydı.
Onun için İbn en-Nedim şöyle diyor: "Hallac hükümdarlara Şia mezhepleri nden, halka tasavvuf mezhebinde n görünüyor ve uluhiyyeti n kendisinde hulul ettiğini iddia ediyordu."

Bütün bunlara rağmen tasavvuf şeyhlerinden hicri 371 yılında ölen Muhammed İbn Hafif'in "Hüseyin İbn Mansur (Hallac) rabbani bir alimdir" dediğini görüyoruz. Yine Hallac'ın söylediği batınî zırvaların tasavvufi ilminin zirvesi olduğunu söyliyen kişiler olduğunu müşahade ediyoruz. Mesela, "Kur'ân'da herşeyin bilgisi vardır. Kur'ân'ın bilgisi sûre başlarındaki hurufi mukattadad ır. Bu harflerin bilgisi de elif lam'dadır." gibi.
Tasavvufçu Hallac ve Şii Ebu'l-Hattab'da hululu incelediğimiz zaman ikisinde de aynı ve ortak olduğunu görüyoruz. Hallac dua ederken şöyle diyor: "Ey ilahların İlahı ve rablerin Rabbi, ey kendisini uyku ve uyuklama almıyan! Kulların benden dolayı yoldan çıkmaması için nefsimi bana geri ver. Ey kendisi ben ve ben kendisi olan! Benim kişiliğimle senin hüviyetin arasında hadîs ve kadîm olma dışında hiçbir fark yoktur."

Yine Hallac'ın yanında bulunan bir kağıtta "Rahman ve Rahim olandan falan oğlu filana..." ibaresi yazılı bulunmuştur.
Bütün bunları Rafızi Ebu'l-Hattab eş-Şii'nin mezhebiyle karşılaştırırsak aradaki ortaklık ve benzerlik kendiliğinden açığa çıkar. Bu adam Allah'ın Ali ve evlidanın ruhunu yarattığı, alemin işlerini onlara bıraktığı, onlar da yeri ve gökleri yarattıklarını iddia eder. Onun için rukuda 'sübhane rabbiyel azim', sucudda da 'süphane rabbiyel a'la' diyoruz, çünkü Ali ve evladından başka ilah yoktur, en büyük ilah ise, onlara alemin idaresini bırakın ilahtır, der.
Şüphe yok ki bu sözlerle Hallac'ın sözleri aynı kaynaktan kaynaklanıyor, aynı inancı dile getiriyor ve aynı hedefi hedefliyor . O da müslümanları gerçek inançlarından uzaklaştırmak, şirke boğmak, devletleri ni yıkmak, birlik ve beraberlik lerini dağıtmaktır.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki hicri üçüncü asırda tasavvufçuların mezhebi ile Şia mezhebi inanç ve yol olarak aynıdır. Hallac, Cuneyd el-Bağdadi ve eş-Şıblî gibi hicri üçüncü asırda yaşamış tasavvuf meşhurlarının arkadaşı ve sırdaşı idi. Bizzat Cuneyd el-Bağdadi, idam edilirken Hallac'a "Sen rububiyyet in sırlarını ifşa ettiğini (açıkladığın) için Allah seni demirle cezalandırdı" şeklinde yazmıştır.
Eş-Şibli de şöyle anlatıyor: Ben ve Hallac aynı idik. Ancak o konuştu, ben ise sustum."

Belirttiğimiz gibi tasavvufçular inanç ve hedef olarak Şia ile bir olmuşlardır. İkisi de hulul inancını taşımıştır. Ama Allah'ın ruhunun kimde hulul ettiği konusunda ihtilaf etmişlerdir. Ortak hedefleri de müslümanların inançlarını bozmak, İslâm devletini yıkmak, Müslümanların birliğini bozmaktır. Geçmişte böyle oldukları gibi tasavvufçular çağımızda da aynı amaca hizmet etmişlerdir. Şimdi de çağdaş örnekler üzerinde duralım:

Geçmişte olduğu gibi çağımızda da tasavvuf çevrelerinin birçoğu zalim yöneticilerin ve emperyalis t işgalcilerin yanında yer almış ve onlarla işbirliği içinde olmuştur. Zalim yöneticilerin ve emperyalis t işgalcilerin kendilerin e bol keseden verdiği mallarla daima kazanları kaynamış, bolluk ve refah içinde yaşamışlardır. Halkları uyuşturması ve kolay yutulan bir lokma haline getirmesi için zalimler ve sömürgeciler onları kullanmış ve işbirliği yapmıştır. Rahatları bozulmadığı müddetçe, insanların çektiği çile ve sıkıntıları görmezlikten gelmiş ve duymamaya çalışmışlardır. Üstelik bu tavrı tasavvufun bir ilkesi ve hareket metodu haline getirmişlerdir. Tasavvufun meşhurlarından Abdulvahha b eş-Şa'rani bunu şöyle dile getirir:

"Zamana ve ehline uymayı, dünya işleri ve idaresinde de olsa başlarında bulunan kişilere (yöneticilere) kötü bakmamayı kardeşlerimize emretmeye söz verdik. Bütün bunlar, o kişileri yücelten Allah'a karşı bir edeptir. Çünkü yükselttiği herkesi bir hikmetle yükseltmiştir. Sonra kendilerin i kimse dinlemediğine göre, onlara kötü gözle bakmanın ne anlamı olur? Verilen bu söze bağlı kalıp onunla amel edenler insanlarda n çok azdır. Hisbe görevlisi, vezir ve başkaları için "Bu alçaklar neden bizden üstün olsunlar ki biz onların babalarını biliyoruz, falan kişinin babası çöpçü, filan kişinin babası gemi tayfası, falanın babası çiftçi idi, gibi hezeyanlar da bulunurlar . Bugün insanlara bu ölçüyü kim tatbik ederse zamanının bereketind en mahrum kalır."
eş-Şa'rani yine şöyle diyor: "Bir sultan veya emir yahut bir büyükle bir araya geldiğimiz zaman, kendisi salih bir kişi olmasa bile ondan bizim için dua etmelerini istemek üzerimizde bir borçtur. Çünkü Allah, halkları arasında büyük olan bu insanların dualarını red edip onları utandırmaktan utanç duyar. İnsanlardan bu sırrın farkına varanlar pek azdır. Günümüzün Mısır hükümdarı olan Davut Paşa'ya dokuzyüz kırkbeş yılında aylardır halledemed iğim birtakım işler için Kale'de başvurduğumda bu işlerimin halli için bana dua etmesini istedim. Kale'den iner inmez bu işlerimin hepsinin halledildi ğini gördüm. Bunu bil ve onunla amel et."

İslâm yolundan sapmış birtakım tarikatlar , tarihte putperest zencilerde n bile daha çok emperyaliz me boyun eğmiş ve onunla işbirliği yapmıştır. Fransız sömürgecilerden başkan Philip Foundacy şöyle der: "Afrika'daki idareciler imiz ve askerlerim iz dini tarikatlar ı daha çok yaymağa ve çoğaltmaya mecbur kalmışlardır. Çünkü Bilido, Hacun adıyla bilinen putperest birçok tarikattan veya zenci meşhur sihirbaz ve kahinlerde n daha çok Fransız yönetimine karşı itaatkar ve onunla işbirliği içindeydiler."

Tarihu'l-Arab el-Hadis ve'l-Muasır kitabının yazarı "Cezayir'de Fransa ile işbirliği yapanlar" başlığı altında şunları söylemektedir: "Bu kitle Fransız okullarında okuyan ve emperyaliz min Araplar'la ilgili bütün bağlarını körelttiği gençlerden oluşur. Birtakım hurafe ve bidatlar yayan, mücadele alanında hezimet ve teslimiyye t ruhunu yayan, emperyaliz m lehine casus olarak çalışıp onunla işbirliği yapan tasavvuf tarikatlar ı yanında işlerinde Fransız yönetimiyle işbirliği halinde bulunan memur, parlamente r ve subaylarda n bir kitle de bunlara ilave edilebilir ."

Şüphe yok ki Avrupalılar bunu kavramış ve tarikatlar ı emperyaliz m içinde kullanmışlardır. Mısır millî kahramanla rından Mustafa Kâmil "el-Meseletu'ş-Şarkiyye" kitabında okuyucunun kulağına şunları söylemektedir: "Fransızlar'ın Tunus'ta Kayravan şehrini işgal etmeleri çok enteresand ır. Fransız bir adam İslâm'a girmiş ve Seyyid Ahmed el-Hadi adını almış, İslâm'ı öğrenmeye çalışmış, iyi bir seviyede öğrendikten sonra Kayravan'da büyük bir caminin imamı olmuştur. Fransız askerleri Kayravan'a yaklaşınca halk savunmak için hazırlanmış, mescidde bulunan bir yatırın kabrine bu konuda danışması için bu imama başvurmuşlardır. Bunun üzerine imam Seyyid Ahmed yatırın sandukasına girmiş, bir süre sonra çıkarak böyle bir işe girişmeleri halinde başlarına gelecek büyük felaketten kendilerin i şiddetle sakındırmıştır. Onlara "Şeyh size teslim olmanızı söylüyor, çünkü memleketin mağlup düşmesi artık kesinleşmiştir," dediğini nakletmiştir. Cahil halk onun sözüne uymuş ve Kayravan şehrini hiç savunmamışlardır. Böylece Fransızlar 26 Ekim 1881 yılında elini kolunu sallayarak şehre girmişlerdir." (1)

Nitekim Ticani tarikatının şeyhleri ve mensupları Cezayir'de Fransa'nın çıkarları için en fazla çabalayan kişiler olmuşlardır. 1870 yılında Orly adında Fransız bir kadın, Ticani tarikatının zaviyesine kadar sızarak zaviye şeyhi Seyyid Ahmed'le evlenebilm iştir. Seyyid Ahmed ölünce kardeşi Seyyid Ali ile evlenmiştir. Böylece Fransız kadın Ticaniler nezdinde kutsallaşmış ve kendisine "Zevcetu's-Seyyideyn (iki seyyidin eşi) künyesini vermişlerdir. Katolik bir hıristiyan olarak kalmasına rağmen geçtiği toprağı öpmüş ve onunla teberruk etmişlerdir.
Fransa bu kadına Şark madalyası vermiştir. Bunu vermenin sebepleri arasında da şunu belirtmekt edir: Bu Fransız kadın Fransa'nın istediği ve beğendiği tarzda Ticani zaviyesini idare etmiş, o olmasaydı Ticani Cezayirlil er'in elinden çıkması imkansız gibi görünen büyük çiftlikleri, meraları ve verimli toprakları Fransa'ya kazandırmıştır. Üstelik Fransa için birbirine kenetlenmi ş bir saf halinde savaşan Ticani birçok mürid ve mücahidi de Fransa'ya kazandırmıştır." (2)
Ticani tarikatının kurucusu Ahmed et-Ticani'nin halifesi ve en büyük Ticani postunun sahibi Şeyh Muhammed el-Kebir bu tarikatın merkezi sayılan Ayn Madi şehrinde Fransız delegasyon u huzurunda 26 Zilhicce 1320 hicri tarihinde yaptığı konuşmada şunları söylüyordu:
"Gönüllerimizin sevgilisi Fransa'ya maddi, askeri ve siyasi olarak yardım etmek bize borçtur. Onun için başa kakma veya iftihar olarak değil, belki görevi yerine getirme ve karşılığını Allah'tan bekleme kabilinden söylüyorum ki Fransa memleketim ize gelmeden ve şerefli askerleri topraklarımızı işgal etmeden önce atalarımız Fransa'ya katılmak ve ondan yana olmakla çok iyi etmişlerdir."
Bu tarikatın kurucusu Ahmed et-Ticani'nin de İslâm inançlarına karşı amansız bir düşmanlık beslediği sapıklıklarla dolu kitaplarından anlaşılmaktadır. Cevahiru'l-Maanî isimli kitabında şunları söylüyor: "Kafirler, mücrimler, facirler ve zalimler hepsi Allah'ın emrini yerine getiriyorl ar ve onun emri dışına çıkmış değildirler." Yine "Arif bir şeyh kendi cesedinden ruhunu başka bir adamın cesedine nakledip o adamı dilediği işlerde kullanabil ir."
Aynı kitapta yine şöyle diyor: "Tarikatımıza giren kişiye arkadaşından yahut veli olsun başkası olsun, başka kişilerden dünya ve ahirette hiçbir korku yoktur. Dünya ve ahirette ne şeyhinden, ne başkasından, ne Rasûlullah'tan, ne de Allah'tan ona kimse zarar veremez."
el-İfadetu'l-Ahmediyye adlı kitabında da "Dünya yaratıldığı günden, sur'a üfürülünceye kadar Allah'ın ne kadar velisi varsa şu iki ayağımın altındadır" der.
Cevahiru'l-Maani kitabında da "Cuma ve pazartesi günleri yüzümüze bakan kimse hesapsız ve cezasız cennete girer." "Kafir ise, mümin olarak ölür." demektedir . Bu neviden saçmalıkları saymakla bitmiyecek kadar çoktur.
Uzaklara gitmeye gerek yok. Suriye'deki tarikat mensuplarının Fransız işgali karşısında kılları bile kıpırdamadığı, aksine din adına Fransızlar için ayin ve törenler düzenlediği hepimizin malumudur. Onun için Fransızlar bu tarikatlar ı gittikleri yerde teşvik etmiş, hatta Ticani tarikatını Suriye'ye kendileri sokmuşlardır. Çünkü halkın uyuşturulması ve hamiyet damarlarının öldürülmesi için en etkili silah olduğunu çok iyi biliyorlar .
Tasavvufçuların emperyalis tler ve zalim yerli tağutlarla işbirliği içinde oldukları, onlara karşı çıkacakları yerde methu senalarla yaltaklık yaptıklarına dair çağdaş örneklerden biri de Mısır tasavvufçularının Kral Faruk'a karşı tavırlarıdır. Şeyhlerine bir hırka bağışladığı için Kral Faruk'a yapmadıkları dua ve yaltaklanm a kalmamıştır. Şeyhlerinin sözlerine kulak verelim:
"Efendimiz! Bu hırka Allah'ın size verdikleri nin bir sembolü, Faruk'un temiz kalbine Allah'ın saçtığı büyük lütuflardan bir lütuftur. Allah'ın sizi ne kadar pakladığını ve ruhunuzun ne kadar aklandığını göstermektedir.

Tasavvufçulara bu ikramınız, temiz kalbinizden, bir nurdan başka bir şey değildir. O nur yolumuzu aydınlatıyor, bizi doğru yola iletiyor. Nurumuzu senden alıyoruz, hidayetinle hidayet buluyoruz, hidayet ve ilhamı yüce ruhunuzdan alıyoruz.
Bugün, huzurunuzda bulunmaktan şeref duyduğum şu anda söz veriyorum ki yüce şahsınıza sonuna kadar ihlasla bağlı kalacağım. Allah seni katından bir ruh ile desteklesi n, şeref hullesini sana giydirsin, ordularıyla desteklesi n, yardımlarını senden esirgemesin ve daima koruması altında bulundursun."
Rahatları bozulmadıkça ve sömürü çarkları durdurulma dıkça memlekette hakim olan kişinin yolu, inancı, uygulaması ve cinsiyeti onlar için hiç önemli değildir. Zalimlere, tağutlara ve işgalcilere karşı bir tedbir alma ihtiyacını bile görmezler. Nitekim tasavvufun meşhurlarından olan Ataullah el-İskenderi -ki tasavvufçular hep tazim ve tebcille anarlar- tedbir almanın gereksizli ğini savunarak bu konuda "Kitabu't-Tenvir fi Iskati't-Tedbir" kitabını yazmış ve teslimiyet i bir inanç olarak sunmuştur. En yüce hikmetlerd en saydıkları bazı sözlerine bakınız:
"Tedbir alayım diye çabalama, başkasının yaptığı işi kendin yapmaya kalkışma", "Himmetleri n yarışması kader surlarını geçemez."
Bütün bunlardan dolayı zalim tağutların ve emperyalis tlerin tasavvufçuları mallara boğdukları ve en yakınlarından yaptıklarını görünce şaşmamak lazımdır. Bakıyoruz, devlet ricalinden ve işgalcilerden nice meşhurlar memleketin gerçek savunucusu ve İslâm için çalışan müslümanları karşılamak yahut onunla görüşmekten fersah fersah kaçarken, ülkenin ücra bir köşesinde yapılacak tasavvufi bir tören için yüzlerce kilometre yola katlanarak uzak yerlere gittikleri ve orada saatlerce siyasi manevralar yaptıklarını görüyoruz.

Aynı şekilde Allah'ın dini için çalışan ve memleketle rinin yükselmesi yolunda hiçbir zorluktan yılmayan samimi müslümanlara zalimler ve tağutlar dünyayı zindan ve hayatı cehennem yaparken, onları kendine en büyük düşman ilan eden ve nefis tezkiyesiy le uğraştığını söyliyerek vatandaşların gözlerini boyayan, siyasetle işimiz yoktur felsefesi sahibi tarikat çevrelerinin İslâm aleminin her tarafında serbestçe örgütlendiklerini, toplantı ve ayinler yaptıklarını, hatta devlet adamlarıyla kol kola girdikleri ni, kitlelerin yüzlerce kilometre yol alarak toplantı ve ziyaretler ine gittikleri ni, bütün bunlara rağmen yönetici çevrelerin veya işgalci kesimlerin olanlara göz yumduğunu müşahade ediyoruz.
Tasavvuf ile Şia arasındaki bağları ve benzerlikl eri özet olarak şöyle sıralıyabiliriz: Batınî ilim, masumiyet, keramet, hırka, takiyye, tarikat, hulul ve ittihad.

Bunları misallerle kısaca açıklayalım.

Batınî ilim: Cuneyd el-Bağdadi bizzat kendisine ledunni ilmin verildiğini söyler. Bu ilim, tasavvufçuların sahiplendikleri ve kendi tekellerin de kabul ettikleri ilimdir. Çünkü sadece kendilerin in Allah'ın ehli olduklarını Kur'ân ve hadiste bulunan batınî ilim sırlarının sadece kendilerine verildiğini iddia ederler. Bütün tasavvuf kitaplarında ve tasavvuf erbabında bu şaşmaz bir ilkedir ve yukarıda da açıklandığı gibi onlara Şia'dan geçmiştir.

Masumiyet: Şia'da masum imam inancı olduğu gibi tasavvufa geçmiştir. Tasavvufçular bu masumiyeti şeyhlerine, evliya dedikleri kişilere ve büyüklerine tanırlar. Nitekim İmam Cafer es-Sâdık'ın masum olduğunu söyliyen ilk Şii, Kufeli Şia kelamcısı Hişam İbn el-Hakem'dir.
Tasavvufun meşhurlarından Kelabâzî şöyle diyor: "Nebilerini masum kılması ve evliyasını fitneden muhafaza etmesinde Allah'ın letaifi sayılamıyacak kadar çoktur." Görüldüğü gibi bu masumiyeti Kelabazi kurnaz bir şekilde başka bir üslupla dile getirmekte dir.
Masumiyet konusunda şia ile tasavvuf arasındaki bağı İbn Arabi'nin şu sözleri açıkça göstermektedir: "Batın (gizli) imamın şartlarından biri masum olmasıdır. İmamdan başka birisinin böyle bir masumiyeti ." (3)
Nitekim İbn Arabi felsefesin i oluştururken Şia'nın kavram ve anlayışlarını oluduğu gibi almış bulunmakta dır. Mesela bunlardan mehdilik konusunu ele almış, fasıl ve bölümler halinde incelemiş ve buna dair "Ankâu Mağrib" adında bir de kitap yazmıştır. Aynı şekilde Futuhatı Mekkiyye kitabını tasavvufi kılıf giydirdiği Şia'nın görüşleriyle doldurmuştur. Mesela Hakikatı Muhammediy ye düşüncesini Şia'dan almış ve vahdet-i vücud felsefesin de yine Hakikatı Muhammediy ye düşüncesine dayanmıştır. Yine Şia'nın nûr düşüncesini felsefesin in temeli yapmış ve evliyanın Muhammed'in nurundan doğan nurani varlıklar olduğunu söylemiştir. "Selman bizim ehli Beyt'tendir" hadisini ele alarak Selman-ı Farisi'nin insanlar için nuriyye nurunun kapsamlığına dair en ideal örnek olduğunu belirtmiştir.

İbn Arabi Şia mezhebini yakından tanımıştır. Öyleki Şia'nın cevheri sayılan görüşlerini eleştirerek zahir imamın değil, gizli imamın masum olması gerektiğini söylemiş ve Hişam İbn el-Hakem'in nübüvvetten çıkardığı masumiyet inancını İbn Arabi zahir imamdan gizli imama giydirmiştir. Onun için denilebili r ki İbn Arabi tasavvufi fikirlerin i Şii bir kalıba dökmüştür.
İbn Arabi'nin tasavvufta Şia ile bağlarını şu sözleri daha açık bir şekilde göstermektedir: "Şüphesiz Ali (gizli) ilim ashabındandır. Başkaların bilmedikle rini Allah'tan bilen kişilerdendir."

Keramet: Tasavvufçuların karakteris tik vasfı keramete sarılmalarıdır. Keramet dedikleri şeylerle Şia'nın imamları için kabul ettiği mucizeler arasında tıpatıp benzerlikler bulunmakta dır. Bunun örnekleri sayılamıyacak kadar çoktur. Müşahade etmek için mesela, Menakibu'l-Kulub fi Muameleti Allâmi'l-Guyûb, Şifau'l-Alîl Tercemetu'l-Kavli'l-Cemîl, el-Envaru'l-Kudsiyye fi-Menakibi'n-Nakşibendiyye, et-Tabakatu'l-Kübra (Levakihu'l-Envar) gibi kitaplara bakmak yeterlidir . Bu alanda, din, akıl ve mantık ölçüsü tanımamaktadırlar.

Takiyye: Bilindiği gibi takiyye Şia mezhebinin temel ilkelerindendir. Bir tehlikenin varlığı halinde korkudan gerçekleri gizlemek ve konuşmamak demektir. Tasavvuf da ilke olarak bu prensibi almış, ama insanlarda n saklı tutmuştur. Hulul ve ittihad inancına saptığı ve kendisini bekliyen tehlikeyi gördüğü anda bundan dolayı eziyet görmemek için tasavvufçular -basit insanlara karşı da olsa- bunu gizlemeye ve karşı tavır takınmaya gitmişlerdir. Mesela, Cüneyd el-Bağdadi'nin kendisi takiyye yapar ve onunla gizlenirdi . Öyle ki tevhid ilminden ancak evinin içinde ve evinin kapısını kilitleyip anahtarını yastığın altında sakladıktan sonra ancak sözederdi. Halkın Allah'ın velilerini ve has kişilerini yalanlayıp onları küfür ve zındıklıkla itham etmesi hoşunuza gider mi? derdi. eş-Şa'rani, bunun sebebinin halkın Cuneyd' hakkında ileri geri konuşması olduğunu söylemiş , ölünceye kadar da fıkıh maskesini kullanmıştır.
Takiyye konusunda durum bu şekilde açık olmasına rağmen bu gerçek hicri dördüncü asrın başlarına kadar birçoklarına gizli kalmış veya üzerindeki perde yırtılmamıştır. Ancak Hallac yakalanıp onun ilah olduğuna inanan birtakım kişilerle beraber yargılandıklarında bu gerçek olduğu gibi açığa çıkmıştır. Bunlar Hallac'ın ölüleri dirilttiğine inandıklarını itiraf etmelerine rağmen, Hallac bunu takiyye yaparak inkar etmiştir. Nitekim eş-Şiblî de takiyye yapan bu kişilerdendi. "Ben ve Hüseyn İbn Mansur el-Hallac birdik. Ama o açığa vurdu, ben ise gizledim." demiştir.

Hırka: Tasavvufçular Hz. Ali'nin hırkayı Hasan el-Basri'ye giydirdiğini ve tarikata bağlı kalacağına dair ondan söz aldığını, onun da Cuneyd el-Bağdadi'ye verdiğini iddia ederler.
İbn Haldun bu konuda şöyle der: Bu da kesin olarak gösteriyor ki tasavvuf Şia ile bağlantılıdır. Bunu ashaptan sadece Hz. Ali'ye tahsis etmeleri Şiilik kokusu taşımaktadır.

Tarikat: Tarikatlar ın Şia ile bağlantılı olduğunu bütün kaynaklar kaydetmektedir. Zaten tarikat şeyhlerinin çoğu ehli beyte nisbetleri ni iddia eder ve tasavvufun Hz. Ali yolu ile geldiğini söylerler. Tıpkı Şia'nın imamet ve masumiyet gibi özelliklerin Hz. Ali ve soyu yolu ile geldiğini söylediği gibi. Yine Şia'da imamet konusunda olduğu gibi tarikat reisliği de babadan oğula geçmektedir. Başta Bektaşi tarikatı olmak üzere tarikatlar ın genelde Şia'nın prensipler ini benimsediği, Bektaşi tarikatının on iki imam inancını ve diğer inançlarını taşıdıkları bir gerçektir. Aynı şekilde Rifai tarikatı prensipler inden olan gizli halvet de bu tarikatın Şia ile benzerliğini gösterir. Bu tarikat mensupları her sene yedi gün itikafa çekilirler ki ilki Muharrem ayının on biridir. Bugün de Hz. Hüseyin'in şehid edildiği gündür. Bu uygulama Şia'nın uygulamasının aynısıdır.
Tasavvufun Şia ile beraberliğini gösteren yönlerden biri de kutsal mertebeler idir. Tasavvufçular piramitsel mukaddes bir sıra oluşturmuşlardır. Bu sıra kutupla başlar ki şianın imamına tekabül eder. Bu sıra Ebdal, Evtad, Efrad, Rukban, Kelametiyy e v.b. sınıflarla devam eder.
Nitekim Ahmed Emin, tasavvufun bu makamlarının mehdilik düşüncesi ve dallarına bağlı ve benzer olduğunu, mehdiliğin kutupluğun esası olduğunu belirtmiştir. Tasavvufçular hortlaklar ülkesi gibi ruhlardan bir ülke tasarlamışlardır. Bu ülkenin başına da kutbu getirmişlerdir ki Şia'daki mehdi veya imamın mukabilidir.

Hulul ve ittihad: Hulul ve ittihad inancının Şia'da erken bir dönemde başladığı, ve gulatı Şia'nın bariz nitelikler inden olduğu bilinmekte dir. Hatta Sebeiyye fırkasının bu işte öncülük ettiği malumdur. Batınıyye, Nusayriyye , İsmailiyye gibi Şia'nın sapık diğer kollarında hulul ve ittihad inancı temel inançlardandır. Bu inanç Şia yolu ile tasavvufa geçmiş, değişik isimler ve kılıflarla bunu tarikatlar prensip edinmiştir. Hallac'ın, Bistami'nin, Suhreverdi 'nin, İbn Arabi ve tabilerini n vahdet-i vücud inancı, hulul ve ittihad anlayışından başka bir şey değildir. Daha önce bunlardan örnekler verildiği için ayrıca üzerinde durmıyacağız. Sadece Ticani tarikatının şeyhinden bir örnek vermekle yetineceğiz.
Cevahiru'l-Maani kitabında Ahmed İbn Ham şöyle der: "Zahirde Allah'tan başkasına ibadet veya secde eden herkes ancak Allah'a ibadet ve secde etmiş olur. Çünkü o elbiselerd e tecelli eden (görünen) Allah'tır. O mabudların tümü Allah'a ibadet ve secde etmekte, celal salvetinde n korkmaktad ır. Celal salveti kulların ibadet etmesi için bu mabudlarda tecelli etmeden asli yapısıyla kullara açıkça görünseydi, uluhiyyet nisbetini Allah başkasına vermediği için bir anda bile bu mabudlar (varlıklar) yerle bir olurdu. Allah Hz. Musa'ya "Şüphesiz ben Allah'ım, benden başka ilah yoktur, bana ibadet et" demiştir. Lügatta ilah, gerçek mabud demektir. "Benden başka ilah yoktur" demesi, benden başka mabud yoktur, demektir. Onun için putlara tapanlar da ancak bana tapmış, tezellul ve boyun eğmede ancak bana boyun eğmişlerdir."
Yine şöyle diyor: "Ariflere göre kesret vahdetin aynısı ve vahdet kesretin aynısıdır. Varlıkların çokluğuna ve unsurlarının dağılışına bakan kimse, çokluğuna rağmen hepsine bir bakış yapmış olur, vahdetin kendisine bakan da kesretten sonu olmıyan kesretle bakmış olur. Bu bakış, perdeliler için değil, sadece arifler içindir, vehdeti şeklen değil zevk olarak görenler içindir. Bu ise sözle ifade edilmez."
Netice olarak biz de İbn Haldun'un dediği gibi tasavvufçuların İslâm'a yabancı bu sistemi Şia'dan iktibas ettiğini belirtmek istiyoruz. Zaten tasavvuf hırkasını giymeyi Hz. Ali'ye isnad etmekle onu tarikat ve inançlarının temeli yapmış ve Hz. Ali'yi tasavvufun imamı saymakla onu ilahlaştıran aşırı Şiiler'le birleşmiş olmaktadırlar. Kısaca Hz. Ali aşırı Şiiler'in mabudu sayıldığı gibi tasavvufun da imamı kabul edilmiştir. Nitekim Cuneyd el-Bağdadi'nin tarikatı, dayısı Seriy es-Sakati'den, o da Maruf el-Kerhi'den, o da Ali İbn Musa er-Rıza'dan aldığını söylemektedirler. Zaten Şia, tasavvufçuları daima bağrına basmıştır.
Diğer taraftan eşyanın tabiatı, şiilikle tasavvufun birbirine yakın olmasını gerektirmetedir. Çünkü Şia siyasi alanda hezimete uğramış, tasavvufçular da hayat alanında hezimete düşmüşlerdir. Hezimette ortaklık da nefisleri birbirine yaklaştırır. Zaten zayıfın zayıftan yana olması yaygın bir olgudur. Hayatın gerçekleri de göstermiştirki kişi hezimete uğradığı zaman tasavvufçu olmakta ve hayata küsmektedir
Ekleme Tarihi: 04.12.2006 - 10:38
Bu mesajı bildir   j i h a d üyenin diğer mesajları j i h a d`in Profili j i h a d Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
cemcem su an offline cemcem  

17 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 23.02.2006
En Son On: 15.09.2007 - 11:45
Cinsiyeti: ----- 
selamınaleyküm

Size bazı sorularım olacak.
1-)İmam hüseyin a.s. kerbelada yenildi 72 kişiye karşı kırk bin kişi ile savaştı.İmam hüseyinin yenilgisi zayıf olduğuna mı delildir?Yoksa haksız olduğuna mı?

2-)İbn-i Abbas, Allah Teâla’nın Resulullah’a (s.a.a) şöyle vahyettiğini naklediyor:

“Yahya ibn-i Zekeriyya’nın kanı için yetmiş bin kişi öldürdüm; Hüseyin’in katli içinse bunun iki misli kişi öldüreceğim.”

kaynak - Müstedrek-üs Sahihayn, c.3, s.178, Tehzib-ut Tehzib, c.2, s.353, Dürr-ül Mensur, c.5, s.492

bu benim kafamda yillarca soru isareti olarak kalmisti !! acikca Imam Huseyin, bir peygamber'den daha ustun Allah katinda !!! bu hadise yalan diyen bir alimde bulamadim o kadar yil okumamda !!! bulan varsa lutfen gelsin soylesin !! ve boylece yillarca bende bir normal insanin (peygamber olmayan) nasil bir peygamber'den ustun olabilecegini anlayamamistim

3-)İmamet makamı yok ise kuran da geçen Hz. ibrahimin kıssası nedir?
IBRAHIM ALEYHISSALAM peygamberliginden sonra sinav edilip IMAM edilmis ve kendiside as cok cok sevinmis.. yani peygamberlik ten daha ustun bir dereceye ulastirilmis !! lutfen sizlere cok kereler sunulan ayet-i kerime'yi hatirlayin !!

vaktinde epey sunni arkadasima sordum.. sana hic mantikli geliyor mu .. koskocaman ulul azm peygamber bir derece veriliyor ve ne kadarda seviniyor !!!

bu suna benziyor.. bir tane ordu maresaliniz var.. sonra buna ne vereceksiniz !! cavus, yuzbasi filan mi yapacaksinizda sevindireceksiniz !!! demek ki kendi bir sey yapilinca ve seviniyorsa bu elinde olandan daha iyi ve yuksek olmali !!


4-)Hz. Musa ile konuşması
Peygamber efendimiz Miracda iken Musa aleyhisselam ile görüşür. Hz. Musa, "Ümmetimin âlimleri İsrail oğullarına gelen peygamberler gibidir" buyuruyorsunuz. Bir âlim nasıl olur da peygamber gibi olur diyor. Peygamber efendimiz, bir âlim çağırır.
Hz. Musa gelen âlime sorar:
- Senin adın ne?
- Muhammed bin Muhammed bin Muhammed Gazali

Hz. Musa sorar:
- Ben sana adın ne dedim, sen tâ dedelerinin adını bile söyledin? Böyle söylemek uygun mu? Sadece sorulana cevap vermek gerekmez miydi?
- Efendim Allahü teâlâ, (Ya Musa elindeki ne) diye sorduğunda siz, Asa deyip bırakmadınız. (Bu elimdekini yere vurunca su çıkar, bununla düşmanların oyunlarını bozarım, gerektiğinde bu ejderha olur, sihirbazların sihirlerini yok ederim, yürürken dayanırım. Bu Asanın bana çok faydaları vardır) demiştiniz. Öyle değil mi?
- Evet öyle demiştim.
- Maksadınız Allahü teâlâ ile daha fazla konuşmak değil miydi?
- Evet.
- Ben de sizin gibi ulülazm büyük bir peygamberi bulmuşken konuşmayı uzatmak için dedelerimin de ismini söyledim.

Hz. Musa, Peygamber efendimiz aleyhisselama der ki:
- Şimdi anlaşıldı, gerçekten de senin ümmetinin âlimleri Beni İsrailin peygamberleri gibi imiş. (Ruhulbeyan c.2, s. 568)

Bir alimin peygamberden üstünlüğüne inanıyorsunuz da 12 İmam efendilerimizin üstünlüğüne neden inanmıyorsunuz?
Ekleme Tarihi: 05.01.2007 - 14:11
Bu mesajı bildir   cemcem üyenin diğer mesajları cemcem`in Profili zum Anfang der Seite
cemcem su an offline cemcem  
gaybi bilme nedir?

17 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 23.02.2006
En Son On: 15.09.2007 - 11:45
Cinsiyeti: ----- 
“O bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz; ancak, (bildirmeyi) dilediği Peygamber bunun dışındadır.” hükmü gereği Peygamber (s.a.a), Allah’ın razı olduğu ve seçtiği bir kimsedir. Peygamber (s.a.a)’in gözünden o perde kaldırılmış ve kendisine gaybi ilimler verilmiştir. Dolayısıyla Peygamber (s.a.a), kendisine verilen bu gayb ilmi ve gücüyle bütün işlerin gerçeğini biliyordu. Şii ve Sünni alimlerin ittifaken kabul etmiş olduğu üzere de Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Ben ilmin şehriyim; Ali de onun kapısıdır.”

İşte bu ilim şehrinde var olan bütün ilimlerden, ilim kapısı olan Hz. Ali vasıtasıyla istifade edilebilir. Dolayısıyla Ali (a.s) da sırları ve zahiri bildiği gibi batını da biliyordu. Çünkü Ehl-i Beyt (a.s)’ın ilminin temeli Kur’ân’dır. Kur’ân ilimlerinin zahir ve batınını Peygamber (s.a.a)’den sonra bilen Hz. Ali (a.s )’dır. Nitekim sunni alimler de bunu açıkça tasdik etmişlerdir. Örneğin:

Hafız Ebu Naim İsfahani, Hilyet’ul- Evliya c. 1, s. 65’de, Muhammed bin Yusuf, Kifayet’ut- Talib’in 74. babında ve Süleyman Belhi, Yenabi’ul- Mevedde’nin 14. babının zımnında s. 74’de, Fasl’ul- Hitab’dan müsned olarak Abdullah bin Mes’ud’dan şöyle rivayet etmektedir: “Kur’ân yedi harf üzere nazil olmuştur. Her harfin bir zahiri, bir de batını vardır. Zahir ve batın ilmi ise Hz. Ali (a.s)’ın nezdindedir.


İmam Gazali Beyan-i İlm-i Ledünni kitabında Hz. Ali (a.s)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Peygamber (s.a.a) dilini ağzıma koydu ve bana ondan bin ilim kapısı açıldı. Her kapıdan bin kapı daha açıldı.”

Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’de 14. Bab’ın zımnında s. 77’de, Esbağ bin Nebate’den şöyle rivayet ediyor: “Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyordu:

“Resulullah (s.a.a) yüzüme bin kapı açtı. Her kapıdan da bin kapı açıldı. Böylece bir milyon kapı oldu. Geçmiş ve kıyamete kadar gelecek her şeyi bildim. Bana ayrıca ölümler, belalar ve Fasl’ul- Hitab[1] ilmi verildi.

Aynı babda İbn-i Meğazili’den kendi senediyle Ebi Sabah’dan, o da İbn-i Abbas’dan Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Mirac gecesi Allah-u Teala’ya yakınlaşınca benimle konuştu, necva etti. Ondan öğrendiklerimi Ali’ye öğrettim; o halde Ali benim ilmimin kapısıdır.”

Bu rivayeti Muvaffak bin Ahmed-i Harezmi’den şöyle rivayet etmektedir:

“Cebrail bana cennetten bir kilimle geldi. Ben üzerine oturdum, Allah’ın huzuruna varınca Allah-u Teala benimle konuştu, Allah’tan öğrendiğimi Ali’ye öğrettim, o benim ilmimin kapısıdır.”

Sonra Ali (a.s)’ı çağırarak şöyle buyurdu: “Ey Ali! Seninle barış, benimle barıştır; seninle savaşmak, benimle savaşmaktı;.Benimle ümmet arasındaki ilim sensin.”

Bu babda büyük alimlerinizden birçok rivayet nakl edilmektedir. Örneğin: Ahmed bin Hanbel, Muhammed bin Talha, Harezmi, Gazali Suyuti, Sa’lebi, Mir Seyyid Ali Hemedani ve diğerleri farklı tabirlerle Peygamber (s.a.a)’den Hz. Ali (a.s)’a bin ilim kapısı açtığını, her kapıdan bin kapı açıldığını ve bunları Ali (a.s)’ın göğsüne emanet bıraktığını rivayet etmişlerdir.

ve dahası

Nitekim Gazali şöyle diyor: “Hz. Ali (a.s)’ın Cifr’u Cami’id-Dünya ve’l- Ahire adında bir kitabı vardı. Bu kitapta bütün ilimler, apaçık gerçekler, sırlar, gaipler, eşyanın özellikleri, alemdeki tesirler, isimlerin ve harflerin hususiyetleri yazılıydı. Bu kitabı, Hz. Ali (a.s) ve Peygamber (s.a.a) tarafından velayet ve imamet makamına tayin edilen 11 evladı dışında hiç kimse bilmiyordu. Bu kitap onlara miras kalmıştır.”

Hakeza Süleyman Belhi Yenabi s. 403’de Muhammed bin Talha’nın Durr’ul- Manzum kitabından bu konuda geniş bir açıklama nakletmektedir ki: “Cifr-i Cami kitabı Hz. Ali (a.s)’a özgü ilim anahtarlarının yazıldığı 1700 sayfadan ibaretti. Nitekim meşhur şair Hz. Ali (a.s)’a yönelik şöyle diyor: “Ondan başka Cifr-i Cami’i bilen kimdir? Bu kitapta gaybi sırlar mevcuttur.”

Hakeza Tarih-i Nigaristan sahibi de Şerh-i Mevakıf’tan şöyle nakletmektedir: “Cifr ve Camia kitabı Ali (a.s)’a mahsustur. Bu iki kitapta harf ilmi yoluyla kıyamete kadar olacak olaylar yer almıştır. Hz. Ali (a.s)’ın evlatları da onunla hükmetmektedirler.” (Yani bu remizli kitabın anahtarı, olaylardan haber veren Hz. Ali (a.s) ve evlatlarının nezdindedir.



Kardeşim birşey iddaa etmeden önce o konuda biraz araştırma yapın.Basit yaklaşımlarla hataya düşmeyin kendi alimlerinizle ihtilafa düştüğünüzün farkında değilsiniz.
Allah c.c. bizi Peygamberi Hz. Muhammed Mustafa ve onun Ehlibeytinden ayırmasın
vesselam
Ekleme Tarihi: 05.01.2007 - 14:27
Bu mesajı bildir   cemcem üyenin diğer mesajları cemcem`in Profili zum Anfang der Seite
DERiNsular su an offline DERiNsular  
DİKKAT

171 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 12.07.2006
En Son On: 05.02.2007 - 15:32
Cinsiyeti: Erkek 
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki:

(Babam zahir ve bâtın ilimlerinde yani kalb ilimlerinde çok âlim idi. Her zaman ehl-i beyti sevmeyi tavsiye ve teşvik buyururdu. Bu sevgi insanın son nefeste imanla gitmesine çok yardım eder, derdi.

Vefat edeceklerinde baş ucunda idim. Son anlarında şuuru azaldığında kendisine bu nasihatini hatırlattım ve o sevginin nasıl tesir ettiğini sordum. O haldeyken bile, (Ehl-i beytin sevgisinin deryasında yüzüyorum) buyurdu. Hemen Allahü teâlâya hamd ve sena ettim.

Ehl-i beyti sevmemek, Harici olmaktır. Eshab-ı kiramı sevmemek sapık olmaktır. Ehl-i beyti de, Eshab-ı kiramın hepsini de sevmek ve hürmet etmek Ehl-i sünnet olmaktır.

Ehl-i beytin sevgisi, Ehl-i sünnetin sermayesidir. Ahiret kazançlarını, hep bu sermaye getirecektir. Ehl-i sünneti tanımayanlar, bu büyüklerin orta, adil, halis sevgilerini bilmeyerek, ifratı seçerek, sevgide taşkınlık yaparak, orta ve adil sevgiyi sevmemek sanıyor.

Ehl-i sünnete harici damgasını basıyorlar. Bu zavallılar bilemiyorlar ki, aşırı ve taşkınca sevmek ile hiç sevmemek arasında, bir de doğru, insaflı, orta derecede sevgi vardır.

Hakkın yeri de, her şeyde ortada, merkezdedir. Bu hak ve adalet merkezi, Ehl-i sünnete nasip olmuştur.

Sevmenin aşırı ve tehlikeli olması şöyledir ki, Hz.Aliyi sevmiş olmak için, diğer üç Halifeye düşman olmak lazımdır diyorlar. İnsaf etmeli, iyi düşünmeli, bu nasıl sevgidir ki, bu sevgiyi elde etmek için, Resulullahın Halifelerine, yani vekillerine düşmanlık şart oluyor?

Bu nasıl sevgidir ki, insanların en iyisinin, Allahın habibinin, Allahın resulünün eshabına sövmeyi, lanet etmeyi icap ettiriyor? Bu nasıl sevgidir ki, Allah resulünün mübarek hanımına, damadına, kayınbirader, kayınvalide ve kayınpederlerine sövmeyi, lanet etmeyi icap ettiriyor?

Bunlar, nasıl fena bilinir, nasıl kötülenir, nasıl temiz bilinmez ki, Allahü teâlâ, hepsinden razı olduğunu, hepsine Cenneti vaad ettiğini Kuran-ı kerimde bildiriyor. Onun resulü Muhammed aleyhisselam da eshabı hakkında kötü konuşmayı yasak ediyor.

Buna rağmen onlara kötü, pis, kâfir denilebilir mi? Bu nasıl iman, bu nasıl müslümanlıktır?


Kardeşim birşey iddaa etmeden önce o konuda biraz araştırma yapın.Basit yaklaşımlarla hataya düşmeyin kendi alimlerinizle ihtilafa düştüğünüzün farkında değilsiniz.
Allah c.c. bizi Peygamberi Hz. Muhammed Mustafa ve onun Ehlibeytinden ayırmasın
vesselam
Ekleme Tarihi: 05.01.2007 - 14:48
Bu mesajı bildir   DERiNsular üyenin diğer mesajları DERiNsular`in Profili DERiNsular Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
cemcem su an offline cemcem  

17 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 23.02.2006
En Son On: 15.09.2007 - 11:45
Cinsiyeti: ----- 
selamınaleyküm
Derinsular kardeşim sana katılıyorum.Şu konuya dikkat çekmek istedim.İnsanlar bilmedikleri hakkında konuşarak sürekli hataya düşmekte ve düşürmekteler.bu Allah c.c. korusun bizi cehenneme götürebilir.

Ama bilmediğimizi öğrenmek için de alimlere sormalı ve kendimizi cahilliktende kurtarmalıyız.

Sunniyiz diyoruz ama sunnilikten haberimiz yok.Şiiyiz diyoruz ama şiilikten haberimiz yok.
Allah c.c. kitabından hiç haberimiz yok.

Halimize bakın.Peygamber s.a.a. bizden ne bekliyor biz ne yapıyoruz?Tüm dünyadan geri kalmışız.Putperest japon ve çin bile bizi geçmiş.Peki hak dine inandığımızı iddaa ediyoruz da niçin geri kalmışız?

Çünkü inancımızda samimi değiliz kendimizi atalarımızın başarıları ile avutuyoruz.Onlar sınvlarını verdi geçti gittiler.dağdaki kurdun aç kalmaması için vakıf kuracak kadar merhametli atalarımızın yerinde kardeşlerimizin sokaklarda aç bitap uyuşturucu ve hırsızlığın ve fuhuşun pençesinde yaşamasına hiç aldırmıyoruz.Kafir en mahrem topraklarımızın dibini işgal etmiş.münafıklar Kızkardeşimizin, annemizin örtüsüne el atmış.

Ama lafta alimliği kimseye bırakmıyoruz.herşeyi biz biliyoruz.bilmediğimiz hiçbirşey yok.Allah c.c. demiyor mu ki siz dinden uzaklaşırsanız sizi dünyada belalara uğratırım rezil rüsvay ederim.Ve yerinize dinimi yüceltecek kavim getiririm.Şİmdi soruyorum biz dinimizden uzaklaşmadık mı?Kendi islam anlayışımızı işte din budur diye sunup başka düşünceleri incelemeden silip atmak insanları cahil bırakmak dinden uzaklaşmak değil mi?

Son 300 yıldır sürekli gerilemişiz demek ki sürekli uzaklaşmışız.Yoksa bu çöküş neden?

Kendimize gelelim ,çok okuyalım ,çok soru soralım,çok öğrenelim ,çok çalışalım.
Ekleme Tarihi: 05.01.2007 - 16:15
Bu mesajı bildir   cemcem üyenin diğer mesajları cemcem`in Profili zum Anfang der Seite
DERiNsular su an offline DERiNsular  
( İSLAMİ SOHBET MÜMİNLER KARDEŞTİR)

171 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 12.07.2006
En Son On: 05.02.2007 - 15:32
Cinsiyeti: Erkek 
CEMCEM KARDEŞİM

GÜZEL ANLATMIŞSIN ALLAH CC RAZI OLSUN.

SENİNDE DEGİNDİGİN GİBİ,


ASIL SORUN CAHALETTE.

BİRDE BİZİM ÇOK ÖNEMLİ EKSİGİMİZ OLAN ,

BİR SORUN VAR.


BU SORUNDA BENİM BİR YAZIMDA COK GÜZEL İŞLENMİŞ.

( İSLAMİ SOHBET MÜMİNLER KARDEŞTİR)

,BAŞLIKLI YAZI OKUNURSA ÇOK İSTİFADE EDİLECEGİNE İNANIYORUM


SELAM VE DUA İLE
Ekleme Tarihi: 06.01.2007 - 00:03
Bu mesajı bildir   DERiNsular üyenin diğer mesajları DERiNsular`in Profili DERiNsular Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
sicilyali su an offline sicilyali  
RE:Parayla mı !..

1054 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 15.04.2004
En Son On: 07.02.2007 - 02:24
Cinsiyeti: Erkek 
Kardes!..


Bu konuları temcit pilavi gibi milletin önüne sürmekten bıkmadınız, biz okumaktan bıktık.

Parayla mı gönderiyorlar buraya bu zihniyeti.

Ben iki katını vereyim.


Eklemis oldugunuz uzun yazı, bastan asagıya sacmalıklarla dolu olup, pis kokular sızdırıyor. Aynı zamanda Ehl-i Sünnete ve akidesine iftiralar iceriyor.


Lütfen Hakiki tasavvuf ehlini şia'yla aynı kefeye koymayınız.

Lütfen Ehl-li Sünnet akidesine sahip Imamlarımıza çamur atmayınız.

Ekleme Tarihi: 06.01.2007 - 01:08
Bu mesajı bildir   sicilyali üyenin diğer mesajları sicilyali`in Profili sicilyali Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
DERiNsular su an offline DERiNsular  

171 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 12.07.2006
En Son On: 05.02.2007 - 15:32
Cinsiyeti: Erkek 
MENTESECİ KARDEŞİM

SANA KATILIYORUM.

HANGİ SİYEYE GİTSEM BU YAZI KARŞIMA ÇIKIYOR.

VE BU YAZI DURUP DURUP HORTLUYOR MALESEF.

EN İYİSİ CEVAP VERMEMEK AMA ,

MÜMİNLERİN ETKİLENMESİNDEN KORKULUYOR.

O YÜZDEN CEVAP VERMEK ZORUNDA KALINIYOR.

ALLAH DOSTLARINA MÜNKİRLİK SON NEFESTE İMANSIZ GİTMEYE SEBEB OLUR.ALLAH CC
MUHAFAZA BUYURSUN ALLAH İSLAH ETSİN.

AMİN.
Ekleme Tarihi: 06.01.2007 - 16:04
Bu mesajı bildir   DERiNsular üyenin diğer mesajları DERiNsular`in Profili DERiNsular Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Pozisyon düzeni - imzaları göster
Sayfa (1): (1)
önceki konu   sonraki konu

Kategori Seç:  
Sitemizde şu an Yok üye ve 508 Misafir mevcut. En son üyemiz: Didem_


Admin   Moderator   Vip   Üye ]

Hayırlı ömürler dileriz.    Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
osmanli1 (49), TRABZONLU_TS (43), murat__ (41), remzay56 (61), Mikayil Demir (44), sadoðlu (68), yigilcali (48), müzisyennnn (46), hakankara (55), mikail06 (53), seyfullah (36), erguen (53), @hmed (49), emre-70 (34), AY-NUR (41), yagmurumm (33), ihvankudret (35), KeTeNci (38), zahid1 (49), hamdim (37), intifada (53), samsun1983 (41), veysel.hoca (48), mikail34 (54), zincefr (60), batmazhalil (36), MaziDENbiri (52), sero (58), Natuvan (40), tuana~islam (38), xturkkizx (37), seros633 (47), m_zahid (43), karanfil58 (39), halimyusufoglu (49), minam (44), HATÝCE81 (43), s.emine (43), naci edin (78), Yaseminerdem (36), fatih1981 (43), bekir tek (38), seyyidtalha (52)
24 Saatin Aktif Konuları
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 0.56825 saniyede açıldı