dexamethasone stromectol stromectol generique luvox generique rhinocortbedranol bekunis dragees beloc cor beloc zok beloc benicar hct benicar benzoyl betagan betapace betaprol betnesol betnovate biaxin bilol comp bilol bimatoprost binaldan binordiol blocadren bocatriol bondronat bonidon boniva brand cialis brand levitra brand viagra brexidol buspar butohaler butovent bystolic cabaser calan sr calan calcijex calcium sandoz canasa canestene cardaxen plus cardaxen
     

0
Start Giriş Üye Ol üyeler ((( RAVDATe@m))) Arama
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193
Forum Anasayfa » K İ T A P / K Ü L T Ü R / S A N A T » KİTAP & DERGİ » YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA.....

önceki konu   sonraki konu
Bu konuda 46 mesaj mevcut
Sayfa (1): (1)
Ekleyen
Mesaj
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA.....

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
ithaf
“Bu kitap; izzetli, onurlu mücadelelerinden dolayı eşi, babası, kardeşi şehid olmuş, zindanlara düşmüş, muhacir ve mahkum olmuş tüm Müslüman kadınlar ile başörtüsü direnişiyle onurlu bir mücadele sürdüren bacılara ithaftır”



BU ÇAĞIN ZEYNEPLERİNE YAŞAYIŞLARI ZEYNEBİ FATİMETÜL ZEHRAİ OLANLARA SELAM OLSUN....
çok güzel bir kitap ilgiyle okuyacakısnız......


bismihi teala
YETERKİ KURAN SUSMASIN....................

Yaşamın kıyısında bir yer, korku, dehşet, kan, gözyaşı, yokluk, kimsesizlik, ihanet… hepsinin bir arada olduğu bir belde. Yüzyılların getirdiği bir yaşam mücadelesi…

İslam, iman ve cihadın bütünleştiği, sadakat bağlılık, itaat ve feda oluşun, güzel bir ahenk içinde seyrettiği, kendini gösterdiği mazlum bir belde. Yıllarca çeşitli şekillerde dininden uzaklaştırılmak istenen bir toplum. Verdiği binlerce şehidin ardından bağrından çıkarılan ihanet dolu çıban ve onun verdiği acı, gözyaşı ve hüzün.

İstiklal Mahkemelerinin ve o dönem katliamlarının izini silememişken, çekilen acılar unutulmaya çalışılırken… yine katliam ve gözyaşı dolu günler. Ve.. bahaneler… olağanüstü bir yaşamdan başka bir olağanüstü yaşama geçiş.

İnançtan, imandan, İslami hayattan uzaklaştırma… yargılar; sistemli çalışmalar sonucu değişiyor ve hayat başkalaşıyordu. Firavun’un sarayında bir Musa, putları kıran İbrahim, İsa ve Hira’dan çıkıp gelen bir Muhammedi uyanış. Muhammed (sav)’in Medine’sindeki cami ve …

Ve… Kur’an, cami, namaz, öze dönüş… iffet, şeref, namus, hayanın tekrar dirilmesi…Buna karşı korku, dehşet, vahşet ve işkencelerin dönüşü…

Yeni bir güne merhaba diyordu. Şehri güneş ışıklarının sokak ve caddelerini aydınlatması ile buz gibi hava, az da olsa ısınmaya başlıyordu. Sanki mevsim, insanların ruhlarını kalplerini, yüzlerini ayna yapıp yansıtıyordu. Soğuk kış, yavaş yavaş kendini hissettirmeye ve evlerin bacalarını tüttürmeye başlamıştı. Okulların açık olmasından bu saatlerde sokaklar öğrencilerle doluydu. Tek tip elbise giyinmiş öğrenciler sanki okula değil de askeri kışlaya gidiyorlardı.

Resmiyetin soğuk yüzü ile küçücük yaşlarda tanışıyor çocuklar. Tıpkı olağanüstü bir yaşama alıştıkları gibi…

-Uyan! Hadi kızım uyan! Yeter artık geç kalacaksın.

-Of!.. tamam kalkıyorum.

-Bak! Kahvaltı hazır, okula geç kalacaksın. Hep böyle yapıyorsun zaten. Ya kahvaltı yapmadan gidiyorsun, ya da kahvaltı yaptığında da okula geç kalıyorsun.

-Tamam anne, kalkıyorum.

Ayşe Hanım, işleri ile meşgul olurken, kızının kalkmadığını fark edince mutfaktan: “Fatma! Kalkmadın mı hâlâ?” Diye seslendi. Annesinin sesi ile irkildi Fatma.

Uykunun en güzel yerinde kalkıp okula gitmek. “Nereden çıktı bu okul, olmasaydı olmaz mıydı?” diye mırıldandı.

Gözlerini ovarak lavaboya gitti. Buz gibi suyu yüzüne çarpınca biraz daha kendine geldi. Bir yandan da “okulmuş, sabahın köründe okul mu olur? Of!.. acaba doyasıya uyuyabilecek miyim bir gün?” diye söyleniyordu.

Ayşe hanım tekrar içerden seslendi.

-Kızım uyandın mı?

-Evet anne hazırlanıp geliyorum.

Hazırlanıp sofranın başına geçti Fatma. Genelde yalnız kahvaltı yapardı. Küçükler ondan sonra okula giderlerdi. Bunun için onlar daha sonra uyanıp kahvaltı yaparlardı. Şükrü bey de esnaf olduğundan dilediği zaman dükkânını açmaya giderdi ama genelde küçüklerle kahvaltı yapıp onlarla beraber çıkardı.

Fatma, kahvaltısını yapıp evden çıktı. Hafta başıydı bugün. Havalar da epey soğumuştu. Üşüyordu. Kitaplarını göğsüne bastırmış ilerlerken, yolda okul arkadaşlarından çiğdem, Tuba, Zozan ile karşılaştı.

-Günaydın Fatma!

-Size de günaydın.

-Suratından düşen bin parça, ne oldu? Dedi Çiğdem.

-Ne olacak?.. Her sabah o güzel uykudan uyanmak yok mu? Of!.. Allah’ım! O kadar zor ki… hâlâ uyku sersemliği var üzerimde.

-E… ne yaparsın. Hayallerini gerçekleştirmek için katlanacaksın. Dedi Tuba.

-Ne hayali ya!.. Bizim ağabeylerimiz okuyup bir şey mi oldular sanki? Neymiş; üniversite sınavları imiş. Onlarda da hile yapıyorlar zaten. Bizim bölge insanını geri bırakmak için ellerinden geleni yapıyorlar dedi Zozan.

Yıllardır olağanüstülük yaşıyordu bölge. Şehirlerde, kasabalarda hemen hemen nüfusun yarısını polisler ve askerler oluşturuyordu. Olağanüstü hal bölgesi olduğundan burada kanunlar farklıydı. İnsanlar kendilerini güvenlik içinde görmüyorlardı. Devlet kuruluşları burada diğer bölgeler gibi tam işlemiyordu. Bu uygulamalardan dolayı bölge insanının hiçbir konuda güveni kalmamıştı.

Okullarda derslerin çoğu boş geçiyordu. Öğretmenler buraya gelmiyorlardı çünkü.

-Ne yani, biz şimdi boşuna mı okuyoruz? Dedi Çiğdem.

-Ne yani, boşuna okuyoruz demedim; yalnız pembe hayaller kurmanın bir anlamı yok demek istedim. Görmüyor musun liseyi bitirip de üniversiteye girenler parmak ile gösterilecek kadar az, dedi Zozan.

-O zaman evde oturup dantel işleyelim. Annelerimiz gibi cahil kalalım. Ya da ev hanımı olalım daha mı iyi?! Dedi Fatma.

Dalga geçmenin anlamı yok. Biz geri bırakılıyoruz. Bölgemize sanayi getirilmiyor, fabrikalar kurulmuyor, okullarımızın halini görüyorsunuz. Biz her halimizle bir sömürge bölgesinin halini yaşıyoruz.

Fatma, Zozan’a itiraz etti:

-Neden böyle düşünüyorsun? İstediğimiz yere gidebiliyoruz, istediğimiz giysiyi giyebiliyoruz, okula gidiyoruz, müzik dinliyoruz.

-Evet, birkaç yıl öncesine kadar buralarda pantolon giymek ya da etek giymek başı açık dolaşmak, hatta yabancı bir erkekle dolaşmak imkansızdı. Bunu büyüklerimiz hep anlatmıyorlar mı? Ama şimdi böyle mi? Dedi Tuba.

Çiğdem, Tuba’nın sözünü kesti:

-Ay!.. Nasıl dayanıyorlar bu yaşantıya?.. Pantolon giymeyeceksin, başını örteceksin, erkeklerle konuşmayacaksın, dışarı çıktığında çarşaf giyeceksin… aman Allah’ım! İntihar ederim ben.

Çiğdem bunu söylerken iyi ki yok der gibiydi.

-Aslında “yoldaşların” çalışmaları olmamış olsaydı, bu dedikleriniz olmayacaktı zaten. “hevallerin” özverili çalışmaları sonucu bu dedikleriniz, yeni neslin arasından kalktı. Çünkü; sosyalizmde “din” yoktur. Dinden kaynaklanan her şeye karşıdır sosyalizm. Çünkü; bizi geri bırakan dindir. Özgürlüğümüze engel olan yine dindir. Özgürlüğümüzü kazanmanın yolu dini halkın arasından kaldırmaktan, dinden kaynaklanan her şeyi tamamı ile yok etmekten geçer, diyen Zozan’a, Fatma itiraz etti:

-İyi vallahi! Tüm yaşlıları, hacı-hocaları, şeyhleri yok edelim. Böylece din ortadan kalkar.

-Of!.. sıkıldım bu konuşmalardan, yeter ardık, şu anda bizim öyle bir sorunumuz yok. Ailelerimiz bizi namaz için zorlamıyor. Oruç, tutmak zorunda değiliz. Örtünmemizi de bizden isteyen yok. Bize dışarı çıkmayın diyen de yok. Yabancı erkekler ile konuşup dolaşabiliyoruz ve istediğimiz her şeyi yapabiliyoruz, dedi Tuba.

Şayet “yoldaşlar” olmasaydı, asla böyle olmazdı. Ben de diyorum ki: bugün yaşadığımız bu özgürlükleri sosyalizmi benimsemiş ve onu bir hayat şekli olarak kabul etmiş, Marksist bir dünya görüşüne sahip “heval”lere ve bu bilinci onlara veren “parti”ye borçluyuz. Yoksa şimdi bizler de kara çarşaflara bürünmüş ve istediklerimizi yapamıyor olacaktık.

Bu esnada sınıf arkadaşlarından Serdar’ı gören Zozan;

-Serdar, Serdar! Diye seslendi. Zozan’ın seslenmesiyle yanlarına gelen Serdar;

-Merhaba! Günaydın kızlar! Dedi yılışık bir şekilde.

-Günaydın.

-Ne var ne yok?

-İyilik sağlık seni sormalı..

-Fatmacığım sen nasılsın?

-İyiyim, teşekkür ederim, derken istemeyerek konuştuğu belli idi, yüzüne bile bakmamıştı cevap verince. Oldum olası hoşlanmıyordu bu çocuktan. Belki de Serdar’ın ona olan ilgisini bildiğinden ve yanında yapmacık davranışlarda bulunup çokça gösteriş içine girmesindendi.

Fatma, evin en büyük çocuğu olduğundan ve annesinin geçirdiği bir hastalıktan dolayı uzun süre başka çocuğunun olmamasından nazlı ve şımarık büyümüştü. Düzgün fiziği ve uyumlu yüz hatları ile güzel bir genç kız idi. Bunun için ilgi odağı olmakta fazla gecikmiyordu. Bunun verdiği bir havayı taşıyordu. Kendinden küçük iki erkek kardeşi vardı.

Babası toptan gıda ticareti yapıyor, maddi olarak rahat bir hayat yaşıyorlardı. Rahat bir ortamda büyüdüğünden kendi kararlarını kendi almayı öğrenmiş olmasından dolayı başına buyruk hareket etmekten geri durmuyordu. Tüm bunlara rağmen çok iyi kalpli sevecen, cana yakın, duyarlı ve vefalı bir kızdı. Bunun için de arkadaşları tarafından çok seviliyordu,

Serdar’a fazla yüz vermemesi, Serdar’ı çileden çıkarıyordu. Defalarca Zozan’ı aralarını bulması için devreye soktuğu halde bir şey elde edememişti. Zozan, belki aralarını bulurum umudu ile Serdar ile planlı olarak anlaşmış ve bir rastlantı görüntüsü vermişlerdi. Ne var ki Fatma’nın ona yüz vermeye hiç niyeti yoktu. Serdar’ın yakınlaşma çabalarına baştan savma cevaplar vererek bunu belli ediyordu.

Bu şekilde dört genç kız ve yanlarında Serdar ile okula doğru ilerlemeye devam ettiler.


Bu mesaj 1 kez ve en son muhammed yusa tarafından 05.05.2007 - 11:11 tarihinde değiştirilmiştir.
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 10:37
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA.....BÖLÜM:2....

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Şükrü bey ve çocuklar uyanmış her sabahki gibi kahvaltı yapmak için sofranın başında toplanmışlardı. Bir yandan kahvaltılarını yaparken bir yandan da konuşuyorlardı. Ayşe hanım kızı Fatma’dan şikayet etti.

-Uyanmıyor, onu uyandırıncaya kadar canım çıkıyor. Bazen kahvaltı bile yapamadan gidiyor. Dersleri hiç iyi değil..

-Ne yapayım, okuması için elimden geleni yapıyorum. Onu hiçbir konuda zorlamıyorum. Giyimine dahi karışmıyorum. Önceleri öyle miydi? Bizim bacılarımızın, analarımızın başlarını açmaları, örtüsüz dolaşmaları hadlerine miydi? Mümkün değil yapamazlardı. Ama şimdi buna da karışmıyorum. Yeter ki okusun deyip elimden geleni yapıyorum.

-Zaten bu duyarsızlığın onu şımartıyor. Okuldan gelir gelmez bu defa da dışarı arkadaşlarıyla dolaşmaya gidiyor. Bana hiç yardım etmiyor. Aklı bir karış havada.

-Hımm…

-Beni dinlemiyorsun galiba.

-Yo, dinliyordum, ne diyordun?

-Dinleseydin ne dediğimi bilirdin. Düşündüğün şeyler kızından daha mı önemli?

-İşleri düşünüyordum. Son zamanlarda işler biraz durgunlaştı. Acaba yapılan yeni zamların mı etkisi var? Genelde bizim gıda sektörünün işleri pek durgunlaşmazdı. Evet evet kesinlikle yapılan yeni zamların etkisi olacak.

Ayşe hanım, konu ekonomik durumlarından açılınca kızını unuttu.

-İşyerini değiştirsen; belki değişiklik işe yarar da işlerin açılır. Ya da farklı şeyler satmaya çalışsan olmaz mı?

-Değişiklik biraz zor. Çünkü, müşterilerim şu an bulunduğum yere alışmışlar. Farklı şeylere gelince, olabilir; ama onlar için de para lazım. Şu anda biliyorsun ev için kooperatif işindeyiz. Evin taksitlerini ödüyorum. Bunun dışında yeni aldığın makinenin ve diğer ıvır-zıvırların taksitlerini ödüyorum.

Bir an daldı ve köydeki evlerini, tarlaya gidişini, oduna gidip odun taşıyışını, yoksulluk içinde geçen gençliğini düşündü şükrü bey. Şimdi böyle değildi. Tarlada çalıştığı kadar yorulmuyor, odun toplamıyordu, ama yine de o zaman şimdikinden daha rahat olduğunu düşündü.

-Yine daldın. Söylediklerimi dinlemiyorsun. Son zamanlarda sende bu haller çok olmaya başladı. Bir sorunun mu var?

-Hayır, merak etme bir şeyim yok, deyip ayağa kalktı. “ben gidiyorum, bir ihtiyacın var mı?

Babalarının ayağa kalktığını gören Ali ve Ahmet de hemen sofradan kalkarak bir ağızdan babalarına:

-Bize para vermedin. Para vermezsen okula gitmeyiz, dediler.

Ali ilkokul 5. sınıfta okuyordu. Sarı saçları ve mavi gözleri ile çok güzel bir çocuktu. Çalışkan olduğundan babası tarafından çok seviliyordu.

Ahmet, ilkokul 2. sınıfta okuyup kardeşinin tam tersine, esmer, siyah saçlı ve kara gözlü bir çocuk olup bölge insanının yapısındaydı. Ahmet derslerinde biraz zorlanıyordu. Çünkü Türkçe’yi hâlâ tam sökememişti. Bu da derslerini etkiliyordu.

Aslında bölge insanın çoğu böyle. Bu sebepten bir çok konuda meramını ve ihtiyaçlarını ifade edememekte.

Şükrü bey evden çıkıp işyerine doğru ilerlerken yolda uzun süredir görmediği bir dostuna rastladı. Bu rastlantı onu çok sevindirmiş çoktandır görmediği arkadaşını dükkana götürerek derin bir sohbete dalmışlardı.

-Nasılsın, ne yapıyorsun? Çoktandır görünmüyorsun, nerelerdesin? Dedi Şükrü bey.

-İyiyim sağ olasın. Vallah işten güçten fırsat yok. Yaklaşık bir yıldır işim gereği şehir dışındaydım. Bunun için arayıp soramadım, seni sormalı. Sen ne yapıyorsun, diye mukabelede bulundu Mecit bey,

-Gördüğün gibi evden işyerine, işyerinden eve gidip geliyorum. Başka bir şey yapmıyorum. Zaten başka da yapılacak bir şey yok. Çocukların nasıl, Ayşe yenge..

-İyidirler, iyidirler. Ayşe bildiğin gibi ev işleriyle uğraşıyor. Fatma lise 3’te okuyor. Aklı bir karış havada. Zamane gençlerinin çoğu öyle olmuş. Sahi sizin Hasan ne yapıyor, okulu bitirdi mi?

-Sorma birader, benim ondan çektiğimi yağ ateşten çekmemiştir. Şu an üniversitenin ikinci sınıfında okuyor.

Merak içinde sordu Şükrü bey:

-Neden? Ne oldu ki?

-Daha ne olsun? Tam bir sofu olmuş. Cebinde takkesi, misvakı camiden çıkmaz olmuş. Oğlum diyorum, gençsin, toysun, bırak bunları biraz hayatını yaşa, sonra istersen derviş de olursun. O ise bana “ölüm gençliğe bakmaz. İslam’ı yaşamak için ille yaşlı olmak gerekmiyor. Asıl olan genç iken İslam’ı yaşamaktır” diyor. Tamamen kendini dine vermiş durumda. Ne yapacağımı şaşırdım. Oysa ben onun okul okuyup bir makam sahibi olmasını beklerken o tam tersi davranıp dünyayı bir kenara itmiş durumda. Varsa-yoksa cami ve dini ibadetler. Bunları hedef edinmiş.

-Ne yaparsın Mecitciğim. Bizler sabahtan akşama kadar çalışıp çabalıyoruz. Çocuklarımızın belli bir yere gelmeleri için didiniyoruz. Onlar ise bizin dediğimizi değil başkalarının dediğini yapıyorlar.

-Evet, biz böyle miydik? Bizim baba tarafımız bize bir şey söylediler mi itiraz etmek haddimiz değildi. Gerçi itiraf etmeliyim ki, Hasan’ın edep ve terbiyesi diğer çocuklarımınkinden daha fazla. Beni hiç kırmıyor. Bana ve annesine çok saygılı. Ne var ki benimsediği yaşam tarzı bana aşırı geliyor. Bu konuda onun ile anlaşamıyoruz. Biz de Müslümanız; ama onlar gibi aşırı değiliz. Gerçi namaz kılmıyorum; lâkin illa namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek mi gerekiyor? Müslümanlık kalp işidir. Kalbin ile inanmışsan tamam. Bunları söylediğim zaman bana: “İslam sadece kalp işi olsaydı; Allah ameli gerektirecek emirlerde bulunmazdı. İslam’ı sadece kalp işi olarak görenler, Allah’a iftira ediyor, haşa bir nevi onu bilgisizlikle suçluyorlar.

Ne demek kalp işi olacak da Allah buna rağmen bizden ameli şeyler isteyecek? Allah’ı tenzih ederim. Allah K. Kerim’de “İnandık deyip de bir başınıza bırakılacağınızı mı sandınız?” buyuruyor. Bu da sadece inandım demekle Müslüman olunmayacağının en büyük delilidir” diyor.

İşte bana bu ve buna benzer şekilde karşılık vererek benim hakkıyla inanmadığımı ima ediyor, diyerek dert yanıyordu.

Aslında oğluna içten içe hak vermiyor değildi Mecit bey. Ne car ki yakın çevresi ve yaşam tarzı onun oğluna karşı tavır almasına sebep oluyor, oğlunun yaşadığı temiz İslami yaşantıyı aşırı buluyordu. Oysa ki İslam’ı en iyi yaşayan sahabelerin yaşantısı tam anlamı ile günümüzde yaşansa toplumun büyük bir çoğunluğu yeni bir din çıkarıldığını söyler.

İslam için sayısız şehit vermiş bir toplumda İslami hayatın garipsenmesi küfrün ne kadar da sinsi ve ciddi çalıştığını gösteriyor.

-Hasan da camilerde halkın çocuklarına K. Kerim dersi vermek istiyoruz diyen ve hanımları çarşaflı olanlara mı katılmış yoksa?

Derin bir of çekti Mecit bey

-Ta kendileri. Yediği içtiği onlardan ayrı gitmiyor. Bir düşün… gencecik çocuk gece yarıları uykudan uyanıp namaz kılıyor. Ramazanın dışında oruç tutuyor. Yabancı hiçbir bayan ile konuşmuyor, akraba kızları dahil. Cami vakti geldi mi işini gücünü bırakıp camiye gidiyor. Neymiş beyefendi orda K. Kerim dersi veriyormuş… Kur’an dersi sana mı kaldı? İmamlar var onlar versinler dediğimde;

-Allah Resulü “En hayırlınız Kur’an öğrenen ve öğretininizdir” diye buyuruyor. Bu emir tüm Müslümanları kapsar, sadece imamları değil. Kur’an-ı Kerimi öğrenip öğretmek sadece onlara has değildir. Hepimizin ödevidir. Hıristiyan aleminde olduğu gibi İslam’da din adamı sınıfı yoktur. Yani toplumda sadece bir kısım insan dini hükümlerle ilgilenecek toplumun diğer kısmı onları takip edecek ve kendisini sorumlu kabul etmeyecek. Hayır! İslam’da bu yoktur. Allah K. Kerim’de “Ey iman edenler!” diyor, “Ey İmamlar!”demiyor. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim öğretmek, İslam’ı anlatmak küçük-büyük, erkek-kadın tüm Müslümanlara farzdır. Bunun için bugün ben camiye Kur’an dersi vermeye gidiyorum. Toplumun çocuklarına hiçbir ücret beklemedin ben ve benim gibileri gidip ders veriyoruz. Hatta çok büyük fedakârlıklarda bulunarak, bacılar da camide kız çocuklarına ders veriyorlar. Bu yaptığımız işten dolayı bizim alnımızdan öpeceğinize bize karşı cephe alıp
alıkoymaya çalışıyorsunuz. Bu bir Müslümana yakışır mı?

Gibi uzun uzun cevaplar veriyor. Şaşırıp kaldım. Ne yapacağımı bilemez durumdayım. Aslında yaptıkları hoşuma gitmiyor değil; ama şu parti mensupları ona zarar verebilirler. Çünkü, onların İslam’a pek tahammülleri yok. Zaten İslamcılara da savaş açmışlar. Oysa onun hiç umurunda değil. Öldürülürsem şehidim diyor. Ben de şehid olmak istiyorum deyip ölümle dalga geçiyor. Ya yakalanırsa, çünkü devlet de camilerde ders verilmesini istemiyor. Hatta ders verenlere karşı büyük bir baskısı var. Bunun için yakalanmasından da korkuyorum. Mecit bey anlatıyor, şükrü bey de dinliyordu.
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 10:39
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA.....BÖLÜM:3,,...

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Bayan öğretmen hararetli hararetli kadının toplumdaki yerini ve medeni kanunun kadına verdiği özgürlükleri övüyor, cumhuriyet öncesi kadının bulunduğu durumu ise yerden yere vuruyordu. Kadının nasıl iş hayatına atıldığını, çalıştığını, istediği her şeyi yapabildiğini, kara çarşaftan kurtulduğunu vs. anlatıyordu.

Öğrencilerden Berivan söz almak için elini kaldırdı. Öğretmenin söz vermesiyle ayağa kalktı.

-Toplumumuzda dini duygular o kadar ağır basmaktadır ki şu anda bile toplum içindeki kadınlar, sözü edilen özgürlüklerden yararlanamamaktadır. Örtünmemek, başını açmak, yabancı erkeklerle konuşmak, hâlâ çok büyük ayıplardan kabul edilmektedir. Cumhuriyetin kadına verdiği özgürlükler toplumumuz tarafından benimsenmemiş; bilakis ters etki yaparak daha çok dine sarılmalarına sebep olmuştur.

Oysa bölgede çalışma yapan ve sosyalizmi benimseyen bazı yurtseverlerin özverili çalışmaları, kadını dinin kontrolünden çıkartmış, asıl özgürlüğünü vermiştir. Çünkü toplumda din olduğu sürece kadın asıl özgürlüğünü yaşayamaz.

Konuşmalar o kadar çok İslam’a saldırıya yönelikti ki öğrencilerden Hamdullah’ın tahammülü kalmamıştı. Sınıfta dindar kişiliğiyle biliniyordu. Temiz bir yüzü ve düzgün fiziğe sahipti. Bilgi birikimiyle konuştuğunda karşıdakini mat eden ve ikna edebilen bir yapıda olmasından; söz için el kaldırdığında diğer öğrenciler güzel bir tartışma dinleyeceklerini anlamışlar ve tam bir sessizlik olmuştu.

Öğretmen kendisine söz verdi.

-Öncelikle özgürlüğü tanımlamak lazım. Nedir özgürlük? Bu kelimeyi tam olarak anlamlandırabiliyor muyuz acaba? Özgürlükten kasıt insanın her isteğini yapması mıdır? Şayet özgürlükten kasıt buysa kusura bakmayın sosyal bir varlık olan insanın bu söylediğiniz şeyi yapabilmesi mümkün değil. Eğer bir toplumda yaşıyorsak o toplumun diğer bireylerine zarar vermemek ya da haklarına tecavüz etmemek için uymak zorunda olduğunuz bazı kural, kaideler, kanunlar olması lazım. Bu anlamda kastettiğiniz mutlak özgürlük mümkün değil,

Öğretmen söze karıştı.

-Hayır, zaten bizim de kastettiğimiz özgürlük; mutlak bir özgürlük değil. Bizim söylediğimiz özgürlük; çağdaş kadının yaşadığı şekildeki, yani günümüz medeniyetine uygun bir hayat tarzı benimseyen kadının özgürlüğüdür.

-O zaman söz ettiğiniz medeniyetin ve kastettiğiniz özgürlüklerin kadına neler verdiğine ve ondan neler aldığına bakalım. Bizler mantıklı insanlarız. Kâr ve zararı birbirinden ayırabilecek yaşta ve karşımızdaki olguyu yargılayabilecek olgunluktayız. Öyleyse;

Günümüz medeniyetinin kadından aldıklarını önce bir ele alalım. En başta özel oluşunu elinden almıştır. Çünkü kadın, kendi varlığıyla değerlidir. Öyle ki Allah Kur'an-ı Kerim’de; “Ziynet yerlerini örtsünler..” buyurmakta. Bunun için kadının varlığı bir ziynettir. Bu günkü medeniyet ne yaptı? Kadının vücudundan yararlanmak suretiyle sömürmeye başladı. Kölelik döneminden bir farkla o da kadına sözde bazı haklar tanıyarak onu tam bir sömürü aracı yaptılar. Oysa ki bu hakları verirken aslında ondan çok şey aldılar. Ondan özel şeyleri alıp genelleştirdiler. Onu kullanarak zenginleştiler; ama ona sadece pastadan bir dilim verdiler.

Hamdullah bunları söyleyince öğretmen yine müdahale etti.

-Hukuksal açıdan tanınan eşitlik kadına tanınmış en büyük hak ve özgürlüktür. O diğer dediklerine gelince, onlar tanınmış özgürlüklerin kullanılmasıdır.

-Erkek ve kadın arasında eşitlik ararsanız kadına en büyük zulmü yapmış olursunuz.

-Neden? Eşitlik zulüm olur mu hiç?

-Evet, olur. Ateşi yerinde kullandığınızda size faydalı, yerinde kullanmadığınızda en zararlı şey olur. Şimdi siz kalkıp eşitlik adına kadını erkekle bir tutarsanız kadını ezmiş olursunuz. Çünkü kadının fizyolojik farklılıkları var. Kadına has özel durumlar var. Kadın istese de istemese de tabii olarak anne olacak tek yaratıktır. Bunun getirdiği özel durumlar var.
Bunların dışında toplumsal yaşamda sosyal adaletin gözetilmesi lazım. Bunun hesabı yapılarak hakların tanınması gerek. Bu olguyu göz ardı ederseniz birilerinin hakkını gözetelim derken başka birilerine haksızlık yapmanız, hakların gözetilmesi olmaz. Özgürlük de olmaz, eşitlik de..

Konuşulanları sınıftakiler pür dikkat dinliyor, acaba ne olacak diye merak ediyor ve Hamdullah’a içten içe hak veriyorlardı.

Hamdullah’ın bir an durmasını fırsat bilen Berivan söze karıştı.

-Toplumumuzda yaşayan kadınların durumlarını görüyoruz. Hiç bir hakları ve özgürlükleri yok. İslam değil mi erkek hegemonyasını perçinleyen, kadını evin içine tıkan, ona çocuk doğuran bir araç olarak bakan?

Eğer sen İslam’daki kadın haklarını ve özgürlüklerini tam anlamıyla bilseydin şu anda söylediklerinin tam aksini düşünürdün

diyerek Hamdullah, İslam’ın kadına verdiği hak ve özgürlükleri anlatmaya başladı,

-İslam; kadını erkeğe ve onların yapacaklarına karşı koruma altına almıştır. İslam’daki kadın Haklarına bakıp hakkıyla değerlendirme yaptığınızda bunu apaçık bir şekilde görürsünüz. İslam’ın geldiği dönemlerdeki kadının durumunu incelediğimizde, İslam’ın ne kadar büyük çapta inkılaplar yaptığını görürüz. Diri diri gömülen kız çocuklarının katledilmesinin tamamıyla kaldırılması, alınıp satılan kadını bir meta olmadığını, bilakis erkekle aynı durumda olduğunu hukuksal anlamda hiçbir farklarının olmadığını, getirdiği ceza hukukunda ortaya koyması “Üstünlük ancak takva iledir” kaidesini getirerek ne erkeğin kadından üstün olduğunu, ne de kadının erkekten üstün olduğunu, üstünlüğün Allah korkusuyla ölçüldüğünü açık bir şekilde ifade etmesi insanların, bilhassa erkeklerin kafasındaki üstünlük anlayışını yıkması..

Öğretmen;

-Peki kadını çarşaf altına alarak onu eve hapsederek, toplumsal yaşamdan koparmamış mıdır? Buna ne diyeceksin dedi.

-Başta da belirttiğim gibi eğer sosyal bir varlıksanız yaşadığınız toplumsal hayatta uymanız gereken bazı kuralların olması lazım. Kaldı ki insanı hayvandan ayıran özellik sadece akıllı olması değildir. İnsanı insan yapan bazı özellikler vardır. Siz bu özellikleri göz ardı edemezsiniz. İnsana has olup da hayvanlarda olmayan ve olması da imkansız olan en baştaki özellikleri; şeref, namus, haysiyet, ar, haya, vicdan vs.. gibi ahlaki değerlerdir. Siz bu değerleri özgürlük adına hiçe sayarsanız insanı insan olmaktan çıkarır, iki ayaklı hayvan durumuna sokarsınız. Kurallar konduğunda bu değer yargılarının da dikkate alınması lazım. Aksi halde yapılan sadece bir soysuzlaşma olur.

-Peki saydığınız bu değer yargıları ya da ahlaki değerler sadece kadınlara mı hastır?

-Hayır, değildir tabi. Sadece kadın her dönemde tartışılan bir olgu olmuştur. Hep sömürülmüş ve ezilmiştir. Günümüz medeniyeti dediğiniz şey bunu biraz daha ustaca yapmaktadır. Sizce kadının soyulup milyonlarca insana teşhir edilip reklam aracı yapılması bir hak mıdır? Ya da etini satarak para babalarını eğlendirmeleri onlara tanınmış bir özgürlük müdür? Şaşarım size ki açılıp saçılmaya özgürlük diyorsunuz. Eski çağlarda cariyeler ile özgür kadınların aralarındaki en belirgin fark özgür kadınların daha kapalı giyinmeleri, cariyelerin ise açık saçık giyinmeleridir. Özgürlüğünü kazanan cariyelerin yaptığı ilk iş örtünmekti. Örtü iffetini muhafaza anlamına gelirdi.

Tam bu sırada Merve adlı kız öğrenci söz aldı:

-Ne yani açık olanlara iffetsiz mi demek istiyorsun?

-Hayır hayır kastım o değil sadece bir saptamada bulundum. Bununla şunu anlatmak istiyorum; Kadının açılmasını isteyenler onun yapısında olan ve en fazla kadında bulunan haya duygusunu yok edip kadının her zaman ve şartta muhafazaya, korumaya çalıştığı iffetini yok etmektir. Bir toplumu ifsat etmenin en kolay ve en etkili yolu budur.

Berivan söze karıştı:

-Neden toplumun fesadı kadından geçiyormuş?

-Çünkü kadın, toplumun anasıdır, öğretmenidir, ilk terbiye edicisidir. Bundan dolayı zaten toplumları hep o yönden yok etmeye çalışıyorlar. Önce kadının başını açarlar bunu normal gösterirler, daha sonra eteğinin boyunu kısaltırlar, sonra kollarını açarlar, o şekilde çıkmaya başlarBununla beraber haya duygusu da silinmeye yüz tutar. Daha sonra yabancı erkeklerle konuşur, el ele tutuşur, bütün bunlar ona doğal gelmeye başlar ve derken… olan olmuş. Bugün kötü yollara düşmüş kadınların isteyerek o hale geldiklerini mi sanıyorsunuz? Çoğu yavaş yavaş kandırılıp o çirkef hayata girmişlerdir.

Öğretmen:

-Sebepleri çok basite indiriyorsun gibi. O tür hayat yaşayanların, yaşadıkları hayat sadece açılıp saçılmalarından mı kaynaklanıyor, başka sebepleri yok mu yani? Dedi.

-Var, geri kalanı çarpık düzenin getirdiği ekonomik sorunlar ve insanlardaki değer yargılarının değişmesindendir. Bugün medeniyet dediğiniz günümüz yaşantısında kimin eli kimin cebinde belli değil.

Berivan tekrar söze karıştı:

-Ne yani şimdi bizim toplum ile burjuva kesimi denilen üst zengin tabakayı aynı kefeye mi koyuyorsun? Bu söylediklerinin bizim toplumumuzda yok olması da mümkün değil.

Hamdullah, Berivan’ın bu itirazına tebessüm edip memnun kalmıştı.

-O zengin tabaka deyip de söylemlerimi onlara has kıldığın kişiler de bir zamanlar bu halde değillerdi. Onlar olmasa bile babaları, dedeleri, anneleri, nineleri böylesi bir hayattan çok uzaktılar. Eğer bugün insani değerlerden uzak özgürlük adına her haltı işliyorlarsa, bu onların ahlâki değer yargılarının bozulmasındandır.

-Bizim özgürlük dediğimiz şey bu değil ki. Neden öyle yorumluyorsun? Biz insanlar inandıkları gibi yaşasınlar diyoruz. Bunun senin söylediklerinle bir ilgisini göremiyorum.
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 10:41
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA.....BÖLÜM:3,,DEVAMI...

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
-İnsanların ahlaki yapıları inandıkları şeye göre şekillenir. Neye değer veriyorsan onu korumaya çalışırsın. İnsani değerlere önem vermiyorsan onları korumak gibi bir kaygın da olmaz. Senin ananı

öldürseler de başını açmaz. Boyu kısa etek giymez. Peki ya sen? Sosyalizm ile anlayışın, fikrin, düşüncen değiştiğinden ahlaki değerlerin de farklılaşmıştır. Bunun için şu anki yaşam şeklini çok normal görüyor hatta onunla da kalmayıp bunu kazanılmış bir hak kabul ediyorsun. Eğer şu anda toplumumuzda hâlâ namus, şeref, haysiyet, haya.. gibi ahlaki değerler varsa bu İslam’ın bir ürünüdür. Onu kaldırdığında onlar da gider.

Bir ara kısa bir sessizlik oldu. Herkes bir şeyler düşünüyordu. Bilhassa Hamdullah çok şey düşünüyordu. İslam’dan uzaklaştırılan bu gençlerin tekrar özlerine dönmeleri için çalışması gerektiğine inancı daha da artmıştı.

Öğretmen tekrar sessizliği bozdu;

-Peki hoş, güzel de… İslam’ın kadına verdiği haklar nelerdir? Bizim şu anda gördüğümüz toplumumuzda geriye itilmiş, her şeyden mahrum bir kadın portresi var.

-Öncelikle şunu söyleyeyim, toplumumuz yaklaşık olarak bir asırdır İslam’dan ve onun hükümlerinden uzaktır. Siz eğer İslam’ı bütünüyle uygulamazsanız İslam’ın insanlığa getirdiği sosyal adaleti yakalayamazsınız. Bu gün durum budur. Bizim için kıstas şu anki toplumun hayat tarzı değil, İslam’ın insanlığa sunduğu hayat tarzı olmalıdır.

Merve söze karıştı.

-Benim anlamadığım, neden kadın ve erkek eşitliği tam olarak uygulanmıyor? Ya da neden İslam’da kadın ve erkek eşit değildir? Bu sorumu cevaplandırmanızı istiyorum.

-İslam evvela adaleti ön palanda tutar. Her eşitlik adalet değildir. Bunun için ilk bakışta bazı şeyler kişiye tuhaf gelebilir. İslam hukuksal olarak kadın ve erkeği eşit tutmuştur. Hemen tüm cezalarda eşitlik vardır. Cezalar kesinlikle farklılaştırılmamıştır. Kadının özel mülkiyet hakkı vardır. Malını mülkünü kendisi kullanır. İsterse onu işletir, isterse sadaka olarak verir, isterse kocasına ya da bir başkasına bağışlar. Hiç kimsenin bu mala müdahale etme ya da ondan zorla alma hakkı yoktur.

Öğretmen Hamdullah’ın sözünü keserek onu zor durumda bırakmak niyetiyle lafa karıştı.

-Madem öyle neden yıllarca kız çocukları okullara gönderilmedi, ilim tahsil etmelerine izin verilmedi. Bu İslam’dan kaynaklanmıyor mu?

-Hayır kesinlikle İslam’dan kaynaklanmıyor. Kadın aynen erkek gibi ilim tahsil edebilir, ki; Allah Resulü (SAV) bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır: “ilim, kadın-erkek her mü’minin üzerine farzdır.” Bu konuda İslam’ın hiçbir engelleyici tutumu yok. Bilakis teşvik edici emirleri ve tavsiyeleri vardır. Siz bunu söylerken bugün sırf baş örtülü

oldukları için binlerce kız okul okuyamıyor. Hem kız çocukları okula gönderilmiyor diyorsunuz, hem de geldiklerinde onları okullara almıyorsunuz. Bu nasıl eşitlik, bu nasıl okuma özgürlüğü, bu nasıl kadın hakları!..

Öğretmen zor durumda kalmıştı. Hemen sözü değiştirdi.

-O siyasi bir konu, o konu hakkında konuşamam. Yalnız sana şunu sormak istiyorum. İslam’da kadın nasıldır, mesela seçme ve seçilme hakkı var mıdır?

-Evet, kadının seçme ya da seçilme hakkı vardır. İslam’da kadın nasıldır sorunuza kısa kısa cevaplar vererek izah etmek istiyorum. Mesela İslam’da kadın kocasının değil babasının soy ismini taşır. Allah Resulu (SAV) döneminde erkekler nasıl camiye gidip namaz kılmışlarsa kadınlar da aynı şekilde camiye gidip Allah Resulü’nün arkasında namaz kılmışlardır. Cuma namazına gitmişlerdir. Allah Resulü (SAV) özel olarak onlara bir gününü tahsis edip onlarla sohbet etmiş, onlara ilim öğretmiştir. İslam kadınlara o kadar önem vermiş ki onların özel hallerinden adet ya da lohusalık hallerinden de bahsetmiş hatta onlara merhamet etmiştir. Namaz her halükarda kılınması zorunlu olmasına rağmen bu özel hallerinden kadınlara tolerans tanımış, kılmayabilecekleri hatta kazasının bile edasının mecburi olmadığını belirtmiştir. Allah Resulü (as) “Cennet annelerin ayakları altındadır” hadisiyle kadını yükseltebildikçe yükseltmiştir,

Berivan atılarak:

-Ama biz şimdiye kadar böyle bir şey görmedik. Erkeklerin tahakküm ve baskılarının dışında tabii ki, dedi,

-Sen beni dinlemiyordun herhalde ya da anlamak istediğin şekilde anlıyorsun. Ölçü İslam olmalı, toplumun yaşantısı değil. Diğer bir hadiste Allah Resulü (as) şöyle buyurmaktadır, “Kadınlar Allah’ın size emanetleridirler” kişilikli, şahsiyetli, doğru, ve haysiyet sahibi hiçbir insan kendisine emanet edilene ihanet etmez. Yanında bulunan emaneti en iyi şekilde korumaya, kollamaya, muhafaza etmeye çalışır.

-Peki neden kadın eve hapsedilmiş çarşafın içine konulmuş, sosyal hayattan koparılmış? Hep ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyor?

-Kadınlar toplumun anasıdırlar. Bunun gerektirdiği yükümlülükler vardır. Neslin korunması onlara bağlıdır. Siz bu görevleri az mı sayıyorsunuz? Bu asli ve asil görevi daha iyi yapması için ve ona zarar gelmesin diye ağır işlerden uzak tutulmaya çalışılmıştır. Yoksa başta da belirttiğim gibi sosyal hayattan koparılmış değildir. Hem kadın fizyolojik ve psikolojik olarak da bu işe daha yatkındır. Siz bir erkekten çocuk doğurmasını isteyemezsiniz. Çocuk emzirmesini de. Bana kalırsa siz yarın öbür gün neden erkekler çocuk doğurmuyorlar da dersiniz.

Bu sözü üzerine sınıftaki öğrencileri bir gülme tuttu. Kız öğrenciler de gülmekten kendilerini alamamışlardı. Berivan sinirlenmişti:

-Kadın hep itilip kakılıyor. İslam değil mi erkeği kadından üstün tutan, bunun belirtisi olarak da erkeği değil de kadını çarşaf altına almıştır.

-Öfkelenmene gerek yok. Belirttiğimiz gibi toplumumuzda kadın itilip kakılmış değil. Bir çok ailede evin reisi kadındır. Tüm işi onlar organize ediyorlar. Çarşafa gelince; Allah kadına örtünmeyi onu muhafaza etmek için emretmiştir. Kem gözlere karşı.

Öğretmen müdahale etti:

-Kadının korunmaya ihtiyacı mı var? Hangi çağda yaşıyoruz? Orta çağ değil 21. yüzyıldayız. Modern medeniyet çağındayız. Kadının korunmaya ihtiyacı yok. Hem çarşaf veya örtü kadını nasıl bir korumaya alıyor?

-Kısaca kadını yabancı erkeklerin sözlü ya da fiili tacizlerinden, iftiralardan vs.. gibi kadına yönelik olabilecek maddi ve manevi tüm saldırılara karşı muhafaza ediyor. Bugün örnek alınan sözde karşı gelişmiş dünya ülkelerinde istatistik yapılırsa sözlü ya da fiili tacize uğramayan çok az kadın vardır. Bu kadınlar bu saldırılardan dolayı zamanla dengelerini kaybediyorlar. Siz, bu günkü dünya medeniyetinin kadına özgürlük ya da haklar verdiğin mi sanıyorsunuz? Dünyanın tümüne bakın kaç tane kadın filozof, dâhi bulacaksınız. Bunlar bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdır. Ama vücuduyla ün salmış binlerce manken, şarkıcı, artist vardır. Bu mudur çağdaş medeniyetin kadına verdiği hak ya da özgürlük?

Merve heyecanlı heyecanlı sordu.

-Yani örtüyle kadın bu tür saldırılardan uzak mı kalıyor?

-Evet, İslam, kadını örterek, bir elmasın cam fanusta koruma altına alınması gibi koruma altına almıştır. Kadına elmas değeri vermiştir.
Bugünkü medeniyet ise kadına cam değeri vermiş, yaptığı ise o camı sadece süslemek olmuştur. Ne yazık ki o süsleme bazı kadınları cezp etmiş olacak ki elmas yerine cam olmayı tercih ediyorlar.

Berivan tekrar söze karıştı:

-Peki neden bir erkek her türlü haltı işlediğinde ona kimse bir şey demiyor da bir kız ya da kadın yaptığında bu namus meselesi yapılıp kadın cezalandırılıyor. Bu mudur adalet?

-Hayır, bu adalet değildir. Zaten İslam’ın uygulamaları da bu adaletsizliği yok etmeye yöneliktir. Hem daha önce belirttiğim gibi bizim ölçümüz, kıstasımız, toplumun yaşayış şekli olmamalıdır. İslam’ın belirlediği şekilde olmalıdır. Bu arada zil çaldı.

Öğretmen:

-İkinci dersimizde sohbetimize devam ederiz. Diyerek sınıftan ayrıldı.

Bölgede yaşayan insanların geleneksel bir İslami yaşantısı vardır. Bu geleneksel yapıdan dolayı İslam’ın sosyal alan ile ilgili yaklaşımı pek fazla bilinmiyor. Bu nedenle de siyasi akımlara karşı pasif kalınıyordu.

Ta ki İslam’ın bir hayat ve yönetim metodu olduğu, insanın tüm yönlerine hükmettiği, bu nedenle İslam’ın hükümlerinin hakim kılınmasının gerekliliğini savunan muvahhid Müslümanların bir çalışma içerisine girmeye başlamasına kadar. Bu İslami çalışma bölgedeki siyasal akımlara karşı İslam öğretisiyle karşı koymuş, bu karşı atakla İslam’ın özünün gün ışığına çıkması sağlanmıştır.

Hamdullah da ailesinden aldığı geleneksel İslami anlayışla belli bir yaşa gelmiş kişisel farizaların dışında başka bir konuda fikir sahibi olamamıştı. Ta ki İslami Cemaatle tanışana kadar. Onlarla tanıştıktan sonra İslam’ın aslının sadece kişiyi ilgilendirmediği, sadece kişisel ibadetlerden oluşmadığı, sosyal, siyasal, ekonomik, hukuksal alanlarda da söz sahibi olduğunu anlamış ve emri bil ma’ruf nehyi anil münker kaidesince her Müslümanın üzerine tebliğin farz olduğunu ve İslamsız bir hayatın olamayacağını anlamıştı. İslam’ın diğer yönlerinin de anlatılması gerektiğine, gün geçtikçe İslam’dan uzaklaştırılan toplumun tekrar İslam’a döndürülmesi gerektiğine ve Kur'an-ı Kerim’in zamanla unutulmaya yüz tutulmaması için camilerde Kur’an dersi vermenin gerekliliğine can-u gönülden inanmıştı. Bunu hayata geçirmenin en iyi yolu da İslami Cemaatin camilerde başlattığı Kur’an dersi verme çalışmalarına katılmakla mümkün olduğunu görmüş ve camide Kur’an derslerine bilfiil katılarak bu ulvi vazifede yerini almıştı.

Hamdullah lise son sınıfta okuyordu. Okuldan sonra da babasının marangoz dükkanında çalışıyordu. Camide Kur’an-ı Kerim dersi verme saatinde ne pahasına olursa olsun işini bırakıp camiye gidiyordu. Çünkü Allah Resulü (AS)’ın “En hayırlınız Kur'an-ı Kerim öğrenen ve öğreteninizdir” hadisini en iyi şekilde hayatında uygulamaya koymanın yegane fırsatıydı bu.

İslam’a olan bağlılığı, helal ve haramlara karşı gösterdiği itina, gece namazlarına kalkışı, nafile oruç tutması ağzının hep zikirle meşgul olması, aile içindeki saygı, sevgi, edep ve terbiyesiyle herkesin takdirini kazanmıştı. Ne var ki toplumdaki değer yargıları değiştiğinden “neme lazım” anlayışı, “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” düşüncesi; “aman başım belaya girmesin” fikri, rızk korkusu… ailesinin ve onun gibi bu ulvi göreve soyunup gencecik yaşta İslami mücadele içine giren genç muvahhid Müslümanların ailelerinin çoğunun bu güzel hasletleri görmezden gelmelerine sebep oluyordu. Bunun için sosyalist düşünceyi savunup toplumu İslam’dan uzaklaştırmak için çalışan, gerektiğinde Müslüman kanı dökmekten çekinmeyen, mürted örgüte ve yaklaşık bir asırdır İslam’a savaş açmış, binlerce alimi şehit etmiş, her fırsatta Müslümanları hedefleyerek her türlü saldırıdan geri kalmayan, son olarak camilerde Kur’an derslerinin verilmesine engel olmak için her türlü baskıyı yapan, binlerce genç insanı sırf Kur’an dersi verdiklerinden cezaevlerine tıkan, küçücük çocukları bile yakalayıp işkence etmekten çekinmeyen rejimin baskılarına karşı direnip mücadele etmeleri yetmiyormuş gibi ayrıca ailelerinin baskı ve engellemelerine karşı da direnmek zorunda kalıyorlardı.Bugünkü medeniyet ise kadına cam değeri vermiş, yaptığı ise o camı sadece süslemek olmuştur. Ne yazık ki o süsleme bazı kadınları cezp etmiş olacak ki elmas yerine cam olmayı tercih ediyorlar.

Berivan tekrar söze karıştı:

-Peki neden bir erkek her türlü haltı işlediğinde ona kimse bir şey demiyor da bir kız ya da kadın yaptığında bu namus meselesi yapılıp kadın cezalandırılıyor. Bu mudur adalet?

-Hayır, bu adalet değildir. Zaten İslam’ın uygulamaları da bu adaletsizliği yok etmeye yöneliktir. Hem daha önce belirttiğim gibi bizim ölçümüz, kıstasımız, toplumun yaşayış şekli olmamalıdır. İslam’ın belirlediği şekilde olmalıdır. Bu arada zil çaldı.

Öğretmen:

-İkinci dersimizde sohbetimize devam ederiz. Diyerek sınıftan ayrıldı.

Bölgede yaşayan insanların geleneksel bir İslami yaşantısı vardır. Bu geleneksel yapıdan dolayı İslam’ın sosyal alan ile ilgili yaklaşımı pek fazla bilinmiyor. Bu nedenle de siyasi akımlara karşı pasif kalınıyordu.

Ta ki İslam’ın bir hayat ve yönetim metodu olduğu, insanın tüm yönlerine hükmettiği, bu nedenle İslam’ın hükümlerinin hakim kılınmasının gerekliliğini savunan muvahhid Müslümanların bir çalışma içerisine girmeye başlamasına kadar. Bu İslami çalışma bölgedeki siyasal akımlara karşı İslam öğretisiyle karşı koymuş, bu karşı atakla İslam’ın özünün gün ışığına çıkması sağlanmıştır.

Hamdullah da ailesinden aldığı geleneksel İslami anlayışla belli bir yaşa gelmiş kişisel farizaların dışında başka bir konuda fikir sahibi olamamıştı. Ta ki İslami Cemaatle tanışana kadar. Onlarla tanıştıktan sonra İslam’ın aslının sadece kişiyi ilgilendirmediği, sadece kişisel ibadetlerden oluşmadığı, sosyal, siyasal, ekonomik, hukuksal alanlarda da söz sahibi olduğunu anlamış ve emri bil ma’ruf nehyi anil münker kaidesince her Müslümanın üzerine tebliğin farz olduğunu ve İslamsız bir hayatın olamayacağını anlamıştı. İslam’ın diğer yönlerinin de anlatılması gerektiğine, gün geçtikçe İslam’dan uzaklaştırılan toplumun tekrar İslam’a döndürülmesi gerektiğine ve Kur'an-ı Kerim’in zamanla unutulmaya yüz tutulmaması için camilerde Kur’an dersi vermenin gerekliliğine can-u gönülden inanmıştı. Bunu hayata geçirmenin en iyi yolu da İslami Cemaatin camilerde başlattığı Kur’an dersi verme çalışmalarına katılmakla mümkün olduğunu görmüş ve camide Kur’an derslerine bilfiil katılarak bu ulvi vazifede yerini almıştı.

Hamdullah lise son sınıfta okuyordu. Okuldan sonra da babasının marangoz dükkanında çalışıyordu. Camide Kur’an-ı Kerim dersi verme saatinde ne pahasına olursa olsun işini bırakıp camiye gidiyordu. Çünkü Allah Resulü (AS)’ın “En hayırlınız Kur'an-ı Kerim öğrenen ve öğreteninizdir” hadisini en iyi şekilde hayatında uygulamaya koymanın yegane fırsatıydı bu.

İslam’a olan bağlılığı, helal ve haramlara karşı gösterdiği itina, gece namazlarına kalkışı, nafile oruç tutması ağzının hep zikirle meşgul olması, aile içindeki saygı, sevgi, edep ve terbiyesiyle herkesin takdirini kazanmıştı. Ne var ki toplumdaki değer yargıları değiştiğinden “neme lazım” anlayışı, “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” düşüncesi; “aman başım belaya girmesin” fikri, rızk korkusu… ailesinin ve onun gibi bu ulvi göreve soyunup gencecik yaşta İslami mücadele içine giren genç muvahhid Müslümanların ailelerinin çoğunun bu güzel hasletleri görmezden gelmelerine sebep oluyordu. Bunun için sosyalist düşünceyi savunup toplumu İslam’dan uzaklaştırmak için çalışan, gerektiğinde Müslüman kanı dökmekten çekinmeyen, mürted örgüte ve yaklaşık bir asırdır İslam’a savaş açmış, binlerce alimi şehit etmiş, her fırsatta Müslümanları hedefleyerek her türlü saldırıdan geri kalmayan, son olarak camilerde Kur’an derslerinin verilmesine engel olmak için her türlü baskıyı yapan, binlerce genç insanı sırf Kur’an dersi verdiklerinden cezaevlerine tıkan, küçücük çocukları bile yakalayıp işkence etmekten çekinmeyen rejimin baskılarına karşı direnip mücadele etmeleri yetmiyormuş gibi ayrıca ailelerinin baskı ve engellemelerine karşı da direnmek zorunda kalıyorlardı.
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 10:45
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
EĞER OKUYAN KARDEŞLERİMİZ VARSA BU BÖLÜMÜN SONUNDA HABER VERSİNLER DEVAMINI YAZACAĞIM İNŞALLAH....

ÇOK GÜZEL BİR KİTAP EMİNİM ÇOK DUYGULANACAKSINIZ..... BACILARIMIZIN NELER ÇEKTİĞİNİ NE ACILAR YAŞADIĞINI ÇOK GÜZEL BİR ŞEKİLDE BU KİTAPLA ANLAYACAĞIZ.....
SELAM VE DUA İLE
WESSELAM
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 10:50
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA.....BÖLÜM:.4

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
-Fatma sen mi geldin? Diye sordu Ayşe hanım kapının açılma sesini işitince.

-Evet anne benim, dedi Fatma.

Hırkasını askıya aldıktan sonra odasına çekildi. Yatağında biraz uzanıp dinlendikten sonra üzerindeki okul üniformasını çıkarıp elbiselerini giydi. Daha sonra oturma odasına geçip müzik setine çok gürültülü bir kaset koyup sesini de yükselterek kanepeye uzandı.

Evin içi bir anda gümbürtülerle dolmuştu. Ayşe hanım, başta ses etmeyip belki kısar ümidiyle mutfakta yemek yapmaya devam etti. Sesin kesilmediğini görünce içerden birkaç seslenmesine rağmen gürültüden duyan olmamıştı. Fatma’nın bulunduğu odaya geldi.

-Kes bu müziğin sesini, ne bu, sanki düğün salonundasın.

-Kısmıyorum, sana ne, sen ne anlarsın ki müzikten?! Diye karşı çıktı Fatma.

-Şimdi baban ve kardeşlerin gelecek, yemek için bana yardım et.

-Bana ne, yapamam, yorgunum. Okuldan yeni geldim bilmiyor musun? İşim yok kalkıp yemek mi hazırlayacağım. Hem zaten sen yapıyorsun, bana ne gerek var?

Bu cevabı üzerine Ayşe hanım hiddetlendi:

-Bu tavırları nerden öğreniyorsun böyle? Annene karşı gelmeye utanmıyor musun? Okulda size bunları mı öğretiyorlar? Size hiç annenize babanıza saygılı olun denmiyor mu?

-Yoo.. Okulda bunları bize öğretmiyorlar. Hem sana ne okuldan, sen öğretmedikten sonra başkalarından niye şikayet ediyorsun? Siz bana okul oku senden başka bir şey istemiyoruz demiyor musunuz? E… alın işte ben de okul okuyorum. O zaman benden başka bir şey istemeyin.

-Bu zamane geçlerinde terbiye kalmamış ki… Bizim yanımızdan çok dışarıdasınız. Sizi nasıl terbiye edelim. Biz size bir şey söylüyoruz, başkaları size on şey söylüyor. Tabii ki bizim değil onların dediklerini yapacaksınız. Arkadaş çevreniz saygılı olsaydı, siz de olurdunuz, diyerek söylene söylene mutfağa doğru gitti Ayşe hanım.

Fatma tekrar müziğin sesini açarak dinlemeye başladı. Ayşe hanım telefon sesini duymuş olacak ki mutfaktan salona geçti. Çalan telefonu alıp cevapladı. Telefonun diğer ucundaki Fatma’yı istemiş olacak ki Ayşe hamın tekrar oturma odasına gidip müziği kapattı
Bunun üzerine Fatma;

-Niçin kapattın, bu evde ağız tadıyla bir müzik dinleyemeyecek miyiz? Dedi.

-Telefondan seni istiyorlar. Müziğin sesini yükseltmemiş olsaydın telefonun zilini duyardın. A aptal kızım anladın mı?

Telefon sözünü duyunca Fatma;

-Öyle söylese, diyerek telefonun bulunduğu salona geçip cevap verdi.

-Alo!

-Merhaba! Fatma, ben Çiğdem; ne yapıyorsun?

-Müzik dinliyordum. Tabi annemle biraz atıştık bu yüzden.

-Telefonu odana çek seninle rahat konuşalım, olmaz mı?

-Olur, neden olmasın?

Telefonun kablosu uzundu. Evin telefon bulunmayan odalarına götürülüyordu. Kaç defa babasına ahizesi telsiz gibi taşınan telefonlardan almasını istemiş, babası borçlarımız var diyerek almamıştı. Telefonu biraz zor da olsa odasına götürdü.

-Tekrardan merhaba dedi Fatma. Evet rahat konuşabiliriz.

-Ya! Bugün işin yoksa bize gel diyecektim, biraz laflarız.

-Kuzum okulda beraberdik ya! Daha ne laflayacağız? Doğru söyle niçin çağırıyorsun?

-İşin doğrusu biriyle buluşacaktım. Senin de gelmeni istiyorum.

-Kim o birisi? Bizim kızlardan biri mi? Onun için mi beni çağırıyorsun?

-Dalga geçmesene, gelecek misin, gelmeyecek misin?

-Evet gelirim de kim olduğunu söyle önce.

-Yaa biliyorsun işte. Hani sana anlatmıştım. Şu…

-Anladım. Tarık’la buluşacaksın öyle mi?
-Evet, gelecek misin?

-Kız ağabeylerin duyarsa seni keserler valla!..

-Hayır ne münasebet, benim ağabeylerim çağdaş insanlar, o tür şeylerde tutucu değiller. Hem zaten kardeşlerine güvenirler. Kötü bir şey yapmayacağımı da bilirler.

-Nereye gideceksiniz? Programınız ne olacak, anlat hele..

-Çay bahçesine gidecektik. Biraz dolaşacak ve geri döneceğiz.

-Tarık kızmasın, belki yalnız kalmak istersiniz, sonra aramıza kara kedi gibi girdi demeyesiniz.

-Yok yok merak etme. Zaten kendisine seni de çağıracağımı söylemiştim. Kendisi de gelebilir dedi. O öyle art niyetli düşünen biri değildir.

-Bakıyorum da şimdiden onu övmeye başlamışsın bile.

-Ne münasebet, dalga geçmeyi bırak da çabuk gel.

-Tamam yemek yiyip geliyorum.

Kızının odaya kapanıp gizli telefon görüşmesi yaptığını gören Ayşe hanım odaya gelerek;

-Konuşman bitmedi mi? Ne konuşuyorsun öyle, yine bir şeyler karıştırıyorsunuz değil mi? Diye kızına çıkıştı.

Fatma:

-Kapatıyorum, annem yine söylenmeye başladı. Hadi görüşürüz Çiğdemciğim deyip telefonu kapatıp annesine dönerek;

-Ne var ne oldu yine? Telefonda da mı konuşmayacağım? Her şeyime karışmasan olmaz mı? Dedi.

-Yemek hazır, kardeşlerin seni bekliyorlar, baban da gelmedi bu gün.

Yemek için odadan çıktı Fatma. Sofrada kardeşleriyle hem didişiyor hem de yemek yiyordu. Yemekten sonra annesine döndü:

-Ben çıkıyorum, Çiğdem ile buluşacağım. Derslerimiz var. Onlarda çalışacaktık.

-Bana yardım etmeyecek misin? Sabahtan beri canım çıktı.

-Of anne! Yaptığın ne ki. Yani illa da bir şeyler yaptıracaksın bana. Tamam tamam bulaşıkları yıkar giderim. Ama elimi başka hiçbir şeye sürmem ona göre.

-Sen de kız olacaksın öyle mi? Ben senin yaşındayken evin tüm işlerini yapardım. Anneme hiçbir iş bırakmazdım. Yarın öbür gün evlenirsen ne yapacaksın. Ben mi gelip işlerini yapacağım?

Fatma burun kıvırdı.

-Ben senin gibi eve kapanıp köle olacak değilim. Devir değişti. Evleneceğim adam, hizmetçi tutsun ya da ortaklaşa ev işlerini yaparız.

-Seni alacak adama acıyorum. Allah yardımcısı olsun.

-Ben çıkıyorum. Sen de beni alacak adama acımaya devam et. Deyip Çiğdem ile buluşmak üzere evden çıktı Fatma.

Süslenmişti iki genç kız, yaşları fazla olmamasına rağmen televizyon ve yeni çağdaş anlayış dedikleri gayri Müslimlerin anlayışıyla aşılandıklarından hep özenti ile yaşıyorlardı. Özendikleri toplumlara benzeyelim derken benliklerini yitiriyor, tümden kişiliksizleşiyor, özendikleri toplumların seviyesine de bir türlü ulaşamıyorlardı.

Öz varlıklarından uzaklaştıkça kendileri de kayboluyor, böylece ne yapacağını bilmeyen, kendilerine özgü yargıları olmayan, düşünemeyen, sadece taklit eden, özenen bu özenti sebebiyle hep kendini küçük gören ve bunun neticesinde aşağılık kompleksi ile büyüyen bir nesil oluşuyordu.

Fatma ve Çiğdem beraber Tarık ile buluşacakları çay bahçesine doğru ilerlerken bir yandan da laflıyorlardı.

-Kız işi ilerletmişsiniz bakıyorum. Buluşmalar muluşmalar neler oluyor?

-Ne bileyim!.. bizimkisi sadece bir arkadaşlık, başka bir şey değil.

-Bana kalırsa bu pek de masumca bir arkadaşlığa benzemiyor. Gerçi gönül eğlendirmek güzel; ama yine de kendini fazla kaptırma.

-Beni deli mi sandın? Daha yaşım ne ki gerçi aşkın yaşı yoktur derler ama

Bu sözü üzerine gülüştüler. Bu arada çay bahçesine varmışlardı. Tarık bir masada oturmuş onları bekliyordu. Fatma bir ara Çiğdem’e baktı.

-Kız yüzün kıpkırmızı kesilmiş. Bahse girerim ki kalbin de güm güm atıyor. Elini göğsüne koy da kalbin dışarı fırlamasın.

Çiğdem, “dalga geçme, bize bakıyor” diyerek Tarık’ın bulunduğu masaya doğru ilerledi. Kızları gören Tarık ayağa kalkıp onları karşıladı. Çiğdem;

-Merhaba Tarık, diyerek elini uzattı.

-Merhaba hoş geldiniz, tokalaştılar.

Tarık kızlarla aynı okulda, ama başka bir sınıfta okuyordu. Babasının işi dolayısıyla bölgeye kaç yıl önce gelmişlerdi. Orta boylu, esmer, kilolu, yapısıyla fazla ilgi çekici olmasa da Çiğdem’in kalbini çelmesini bilmişti. Babasının sol görüşlerinden etkilenmiş, okuduğu Marks, Lenin vb.. düşünür ve sol liderlerinin kitaplarıyla ve katıldığı sol görüşlü bir örgütün öğretileriyle tam bir sosyalist olmuştu. Okuldaki sosyalist görüşlü milliyetçilik söylemlerinde bulunan grupla diyalogu vardı. Her sosyalist gibi İslami değer yargılarına karşı tarifsiz bir nefret içinde olup her fırsatta saldırmaktan geri kalmıyordu. Aslında Çiğdem’e karşı fazla ilgi duymuyor; sadece gönül eğlendiriyordu. Kurduğu arkadaşlık vasıtasıyla onu fikren değiştirip kazanmak ve aynı zamanda da güzel vakit geçirmek istiyordu. Ama Çiğdem’e, kendisini sevdiğini her fırsatta söylemekten de geri kalmıyordu.

Kızlar oturduktan ve hal hatır faslından sonra, Tarık bir şeyler ısmarladı. İkram edilenler içilirken bu arada sohbete daldılar. Onlar hararetli hararetli konuşup arada bir de kahkaha atarken uzaktan bur çift göz onları izliyordu. Onları izlerken; “Aman Allah’ım toplumumuzun değer yargıları ne kadar da değişmiş!” dedi. Müslüman bir toplumda yaşamamıza rağmen neler oluyor. Bu toplum değil mi ki İslam için sayısız şehit vermiş. Çok değil yarım asır önce Şeyh Said bu toplumun bağrından çıktı. Kıyam etti ve binlercesiyle beraber şehit oldu. Şimdi ise neler görüyor ve nelere şahit oluyoruz. Anne-babaları, kendileri

Müslüman olan şu gençlerin yaptıkları… Yaşamları bir Müslüman’dan çok bir Avrupalıya benziyor. Bu anne ve babalar, ya bu gençler, ya Rabbi!.. ne yüzle karşına çıkacaklar? Sana nasıl cevap verecekler? Resulünün yüzüne nasıl bakacaklar? Ya şehit düşmüş dedelerinin, babalarının, amcalarının yüzüne nasıl bakacaklar?

Ya Rabbi! İslam’dan ne kadar da uzaklaşılmış. Bu toplum değil miydi namusu için gözünü kırpmadan canını veren? Maraş’ta, Fransızların başörtüye el uzatmalarından dolayı “Sütçü İmamlar” kıyam etmemiş miydi? Ama şimdi erkekli kızlı toplantılar, gezmeler, tenhalarda yalnız kalmalar… “küfür çok çalışmış hem de çok” dedi kendi kendine. Müslüman bir toplum olmamıza ve bir çok adet ve geleneklerimiz İslami olmasına rağmen yavaş yavaş uzaklaştırılıyoruz. Önce kızlarımızın. Kadınlarımızın başını açtılar, sonra bacaklarını, derken namazdan uzaklaştırdılar. Helal haram tanımaz oldular. Öyle ki haram da neymiş diyecek duruma geldiler. “Allah’ım çok çalışmamız lazım” diye düşünürken karşısındaki kızlardan birini tanıdı Hasan. Evet evet bu oydu. Şükrü amcanın kızı Fatma. Ne kadar da büyümüştü. Yıllarca komşu
kalmışlardı. Babaları iyi dosttu. Daha sonda başka eve taşındıklarından ayrılmışlardı. Çoktandır görmemişti Hasan. Ne Şükrü beyi ne de kızı Fatma’yı.

Fatma da birkaç kez karşı tarafta oturan genç adama bakmış, ama çıkaramamıştı. Tanıdığından emindi. Peki nerden diye düşündü. Eskilerden olsa gerek diyerek hafızasını yoklamaya başladı. Aman Allah’ım. Evet bu oydu. Mecit amcanın oğlu Hasan. Nasıl tanıyamamıştı. Oysa yıllarca komşu kalmışlardı. Çocuklar onu dövdüklerinde Hasan abisinden yardım istemişti. Onu gördüğüne çok sevinmişti Fatma. Hemen kalkıp Hasan’ın yanına gitti.

Genç kızın kendisine doğru geldiğini fark eden Hasan onu görmemiş gibi davranmaya çalışarak önündeki gazeteyi karıştırdı. Fatma’nın, “merhaba Hasan abi” sesiyle dalmış gibi göründüğü gazeteden sıyrıldı.

-Merhaba… dedi Hasan.

-Beni tanıdın mı? Ben Fatma.

-Evet tanıdım.

Fatma bu cevabı alınca elini uzatıp tokalaşmak istedi. Ama Hasan elini uzatmayınca bir müddet eli havada kaldı. Acaba dargın mı? Diye düşündü Fatma. Bunun için mi elimi sıkmadı?

Fatma utanmıştı; ama sormadan da edemedi:

-Elimi sıkmadın, dargın mıyız?

-Hayır dargınlıktan değil. Abdestliyim ve hem de yabancı bir kızın elini sıkmak dinimizce caiz değil. Bile bile bu haramı işleyemem.

-Öyle mi? Deyip devamla; E, Hasan abi nasılsın iyi misin? Okulu bitirdin mi? Diye sorular sorup sohbet etmek isteyen Fatma’ya Hasan;

-Hamd olsun iyiyim. Üniversitede okuyorum. Kusura bakma gitmem lazım, diye cevap verdi.

-Biraz otursaydık, ne acelen var? Eski günlerden konuşurduk.. dedi Fatma,

-Kusura bakma yabancı bir kızla hem de tek başıma bir yerde oturup konuşmam caiz değil. Bunun için konuşamam. Annene ve babana selam söylersin deyip hızla uzaklaştı.

Arkasından bakakalmıştı Fatma. Çok tuhaf davrandığını düşünüyordu Hasan’ın. Elini sıkmayı, yalnız oturmayı haram sayıyordu. Konuşurken yüzüne bakmamıştı. Bu düşünceler içinde masasına geri döndü.

-Hayrola kimdi o? Diye sordu Çiğdem.

-Eski bir tanıdık. Dedi Fatma.

-Neden soldun öyle bir anda? Kötü bir şey mi oldu, sana kötü bir şey mi söyledi? Diye sordu Çiğdem.

-Hayır, yok bir şey. Sadece eski günleri hatırladım, o kadar…
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 11:23
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...bölüm 5

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Hacı Abdullah gece yarısı uyanmış. Gecenin sessizliğinde karanlık odada Rabbinin huzurunda durmuş, namaz kılıyordu.

Yeni emekli olmuştu. Yıllarca yoksulluk çektikten sonra bu işe girmişti. Yıllar sonra özel şirketteki çalışma süresini doldurmuş ve emekli olduktan sonra yıllardır yaşadığı kiracılık hayatından kurtulmak için kooperatif işine girmişti. Nihayet emeklilik parasını da aldıktan sonra bir ev satın almıştı. Yaklaşık bir hafta olmuştu bu eve taşınalı. Evi kendisine bahşettiği için Allah’a hamd ediyordu. Aslında daha önceleri de alabilirdi. Ama o parasını daha çok İslam yolunda harcıyordu. Genelde İslami Cemaat’e infak ya da sadaka olarak gelirinin ihtiyaçlarından arta kalanını veriyordu.

Bunun için şu ana kadar ev sahibi olamamıştı. Ancak emeklilik parasını alınca bir ev sahibi olmak için girişimde bulunmuş ve yaklaşık bir haftadır bu eve taşınmışlardı. Yedi çocuğu vardı Hacı Abdullah’ın. Dört erkek üç de kızı. Hepsine İslami terbiye vermek, onları Allah ve Resulünün istediği şekilde yetiştirmek için çok uğraşmış bunun da semeresini almıştı. Çocuklarının hepsi İslami mücadelede yerlerini almışlardı. Muvahhid gençlerle omuz omuza üzerlerine düşeni yapıyorlardı. Bunları gördükçe Allah’a hamd ediyor, şükrünü eda etmek için Allah’ın emirlerini yerine getirmeye çalışıyordu. Yirmi seneden fazladır gece ibadetlerini hiç kaçırmamıştı. Tadı başkaydı gece karanlığında kılınan namazların, yapılan duaların, okunan Kur’an-ı Kerim’in, cevşenin, zikirlerin, yapılan tövbe ve istiğfarların. Kalbe etkisi bambaşkaydı bu saatlerde.

Bir hışırtıyla kendine geldi Hacı Abdullah. Arkasına dönüp baktığında kızı Hatice’yi gördü. O da gece namaz kılmak için kalkmıştı. Çocuklarının beşincisiydi Hatice. Çok severdi onu, çünkü çok utangaç, edepli, uysal, abide, İslam’a aşık, terbiyeliydi. Namazı çok severdi Hatice. Genellikle gece namazlarını kaçırmazdı. Çok küçük yaşlarda örtünmüş, evin içinde bile başörtüsünü açmaz, “Başörtüm olmadığında kendimi elbisesiz hissediyorum” derdi. Çokça Kur’an okur, kitap okur, okuduklarını ilk başta kendi uygular, daha sonra arkadaşlarına ya da çevresindeki diğer tanıdıklarına anlatırdı. O da babası gibi İslami mücadele veren muvahhidlerle beraber İslami mücadele saflarında yerini almıştı. Küçük çocuklara Kur’an-ı Kerim dersi vermek için camiye gidiyor ve üzerine düşeni yapıyordu.

Hatice son rekatı da kılmış, dua ediyordu. Sessizlik her tarafı örtmüş tam bir sükunet olmuştu. Rabbiyle mülakattaydı Hatice. Karanlığın çöktüğü, tüm canlıların uykuda olduğu, sadece hiç uyumayanın hep uyanık kaldığı bir vakitte uyanmak, alemlerin Rabbi ile yalnız kalmak, sohbet etmek, dertleşmek, fısıldaşmak, teslim olmak bambaşka bir duyguydu. Ancak sevgilisiyle yalnız tenhada kalmak isteyenler anlayabilirdi bu duyguyu. “Keşke herkes tadabilse bu duyguyu” diye geçirdi içinden Hatice. “Ne olurdu sanki insanlar, insanlara kulluk edeceklerine birkaç
kuruş için el pençe duracaklarına, rızk korkusundan imanlarını satacaklarına, Allah’a yönelseler, ondan isteseler, ona dayansalar, ona güvenseler.. O ki tüm alemleri yaratmış, küçüğüne büyüğüne tümüne rızk vermiş. Neden insanlar ondan değil de hiçbir şeye gücü yetmeyen, hatta kendisinden kan emen sivri sineğe bile engel olamayan, gözle görülmeyen bir mikrobun onu hastalandırmasına engel olamayan kendileri gibi insanlara kul köle oluyorlar? Neden, neden, neden? Diye iç geçirip gözyaşlarına boğuldu Hatice.

Gözyaşları ile Rabbine yalvarıyordu:

“Ya İlahi! Küfrün, zulmün, vahşi Yahudi’nin zulmüyle inleyen mazlum Filistinli kardeşlerimize yardım et. O şanlı direniş ve mücadelelerinde onları muzaffer ve İslam düşmanı Siyonistleri kahr-u perişan et. Peygamberler şehri Kudüs’ü necis Yahudi’nin çizmeleri altından kurtar. Bizlere Kudüs’ün kurtuluşunu tez zamanda göster. Çeçenistan, Keşmir, Afganistan, Türkistan ve ismini bilmediğim ama zalimlerin, kafirlerin vahşi ve canilerin saldırıları altında inleyip, her türlü işkence ve katliamlara uğrayan muvahhid, mazlum, abid kardeşlerimize yardım et. Onları muzaffer kıl. Kalplerimizi kaynaştır. Zalim ve tağutları zulüm ve tuğyanlarında boğ!”

Başörtülerini muhafaza etmeye çalışan ve senin emrini hiçbir şeye değişmeyen iffet, ar, namus abideleri olan mazlum kardeşlerimize yardım et. Onların azmini, kararlılığını, tavizsizliğini arttırdıkça arttır. Başörtülerini açmaya çalışanları Ben-i Kaynukacıları kahrettiğin gibi kahret. Kalplerimizi kaynaştır. Aramızdaki sevgi bağlarını güçlendir. Mazlum İslami cemaatimize yardım et Allah’ım!...

O bu dualarla meşgul olurken bir memlekette Müslümanların yaşadığını gösteren en büyük nişane olan ezan sesi duyuldu.

Ezanın okunması ile evin diğer sakinleri de kalkıp tek tek abdest aldılar. Cemaat oluşturmak üzere odada bir araya geldiler. Sünnetlerini kılıp farzı eda edecekler iken evin küçüğü Selman:

-Ben de kılacam, beni bekleyin, abdest alıp gelecem. Deyip koştu. Bu sözü üzerine hepsi gülüşüp onu beklediler.

Selman evin küçüğü olup henüz 4 yaşındaydı. Onun da katılımı ile namazlarını kıldılar. Tesbihatlarını da verip Kur'an-ı Kerim okumasını bilenler Kur'an-ı Kerim okumayla meşgul oldu. Güne böyle başlamışlardı.

Zeynep hanım ve Hatice erkenden uyanmış, kahvaltıyı hazırlamak ile meşguldüler.

-Kızım! Babanı ve ağabeylerini uyandır. Onlar abdest alıp sünnetlerini kılana kadar kahvaltı hazır olur.

-Peki anne gidiyorum.

Herkes uyanmış, Duha (Kuşluk) sünnetlerini kılmış, kahvaltı yapılırken de tatlı bir sohbet başlamıştı.

-Kızım! Kur’an dersi nasıl gidiyor? Öğrencileriniz çoğalmış mı?

-Elhamdulillah baba. Biz üzerimize düştüğü şekilde gidiyoruz. Eskiye göre öğrenciler çoğalmış. Onlara en iyi şekilde ders vermeye çalışıyoruz. Bunun dışında İslam’ı da anlatıyoruz. Hazreti Peygamberimiz (as)’in hayatını bilhassa anlatıyoruz. Müslüman bir toplumun çocuklarının peygamberinin hayatını bilmemeleri bizim için utanılacak bir şey. Bunun için onlara anlatmaya çalışıyoruz.

Hacı Abdullah, derin bir of çekti.

-Babam anlatırdı hep. Derdi ki: “Oğlum, bu Kur’an-ı Kerim’in kıymetini bilin. O Allah’ın insana gönderdiği en büyük kitaptır. Bir zamanlar bu memlekette bu kitabı okumak en büyük suçtu. Camiler kapatılıp ahıra dönüştürüldü. Alimler idam edildi. Sürgün edilip işkencelerden geçirildi. Yıllarca ezan susturuldu. Ya da Türkçeleştirildi.

O dönem İslam alimleri Kur’an-ı Kerim’in unutulmaması için gizliden ahırlarda ders vermek zorunda kaldılar. Ders verdikleri duyulduğundaysa ya yakalanıp işkence görüp hapse atılıyor, ya da mahkum olup yerlerinden yurtlarından oluyorlardı. Sırf Kur’an unutulmasın diye mağaralarda gizliden Kur’an okuyorlardı. Çok zorluklar yaşandı çook… Bunun için bu günlerin kıymetini bilin. Çocuklarınıza Kur’an-ı Kerim’i öğretin. Bilin ki bu Kur’an-ı Kerim’in unutulmaması için çok şehid verilmiş, çok canlar yanmış, çok gözyaşları dökülmüş” Hacı Abdullah bunları babasının dilinden anlattıktan sonra sustu.

Bir süre derin bir sessizliğe gömüldü ev. Herkes yaşanmış o acı tabloları hayal edip zihninde canlandırmaya çalışıyordu. Nasıl olurdu İslam ülkesinde böylesi bir zulüm, baskı… Aman Allah’ım!... ne acı… ama olmuştu. İnşallah bir daha olmaz diye içlerinden geçirdi hepsi.

Hatice iç geçirerek sessizliği bozdu.

-Ya baba, görüyor musun? Bu gün devir ne kadar değişmiş. Biz, gönüllü olarak Kur’an dersi vermek için camiye gidiyor, hatta evleri ziyaret edip çocuklarını camiye göndermelerini istiyoruz. Buna rağmen tam anlamıyla kimse göndermiyor. Oysa ki çekilen acıların üzerinden fazla bir zaman da geçmiş değil.

Hep suskun kalan Hüseyin söze karıştı:

-Bizler, Müslüman olmamız hasebi ile yükümlülüklerimizi yerine getirmek zorundayız. Bu halkın çocuklarına Kur’an dersi vermek boynumuzun borcu. Bu halk çocuklarını camiye gönderir. Sadece çekindikleri birileri var. Görmüyor musunuz, bir taraftan mürted örgüt ve yandaşları, diğer taraftan rejimin polisi sırf camilerde Kur’an-ı Kerim dersi verilmemesi için ellerinden geleni yapıyorlar. Buna rağmen hamd olsun, yine de binlerce çocuk camilerde Kur’an-ı Kerim dersi okuyor.

-Camiler, İslam’ın mektepleridirler çocuklar. Hazreti Resulullah (as) Medine’ye ayak basar basmaz, yaptığı ilk iş; bir cami inşa etmek olmuştur. Çünkü cami mü’minlerin bir araya gelip, tek vücud olup orda Allah’a yönelip ibadet ettikleri yerdir. Camiler bu gün Kur’an-ı Kerim okunup öğrenilecek, İslami terbiyenin verileceği yerdir. Okullarda İslami ilimler öğretilmiyor. Şayet okullarda öğretilmiş olsaydı, belki bu anlamda camilere ihtiyaç kalmazdı. Ama bu gün böyle bir şey söz konusu değil. Kaldı ki İslam tarihinde en önemli alimler, bilim adamları, fikir adamları, mutasavvıflar, örneğin; Mevlana, şeyh Abdulkadir Geylani, İmam Gazali gibi büyük şahsiyetlerin çoğu camilerin bünyesinde bulunan medreselerde yetişmişlerdir. Allah hepsine rahmet etsin.

Camiler ilim yuvalarıdır. Bu gün ise sadece namaz kılınan, kılındıktan sonra da kilit vurulan resmi daireler haline getirilmişlerdir. Camileri eski fonksiyonlarına kazandırmak ve toplumun çocuklarına Kur’an-ı Kerim dersi vermek için İslami cemaat tüm mesaisini harcıyor ve bu uğurda başlarına gelen tüm baskılara direniyor.

Hatice babasının anlattıklarından duygulanmıştı.

-Baba, İslami mücadeleye gönül vermiş, tüm genç kızlar olarak, üzerimize düşeni yapacağız. Kur’an-ı Kerim öğretmek gibi ulvi bir görevi en iyi şekilde yerine getirmek için elimizden geleni yapacağız. Bu konudaki baskılar bizi yıldıramayacak inşallah.

Kahvaltı bitmiş, Hacı Abdullah ve Hüseyin beraber evden ayrılmışlardı. Hatice de annesine yardım ettikten ve ev işlerini bitirdikten sonra çarşafını giymiş, çıkmaya hazırlanıyordu.

-Anne ben camiye gidiyorum. Çocuklar gelmeden önce ders verilecek yerin temizliğine yetişmem lazım. Diğer arkadaşları yalnız bırakmak olmaz.

-Çok iyi olur kızım. Aferin, böyle duyarlı ol işte. Allah yolunda hizmet etmek kadar insana kâr getiren başka bir şey yoktur. Ve yapılan işler severek yapılmalıdır. Çocuklara iyi davranın. Onları sevin ki onlar da sizleri sevsinler.

Diyerek hem memnuniyetini dile getirdi, hem de kızına yol gösterdi Zeynep hanım.

-Biliyor musun anne, İslam cemaati bize çocukları sevmemizi, onları dövmememizi, yanlış yaptıklarında onlara şefkatle yaklaşıp yanlışlarını anlatıp doğruyu izah etmemizi, onlara İslam’ı ve İslami hayatı sevdirmemizi, bunu da önce bizim hayatımızda uygulamamızı, bizim çocuklara ahlakımızla, konuşmamızla, edebimizle, hayamızla, ibadetlerimizle, birbirimizle olan ilişkilerimizde saygı ve sevgi ile gösterip örnek olmamızı her fırsatta anlatıp dile getiriyor. Çünkü diyorlar ki: “Biz yapmadıklarımızı başkalarına diyemeyiz.”

Gerçekten de anne, bize bu güzel şeyleri anlatıp, yol gösteren Müslümanlar ile beraber olmak çok güzel.

Diyerek muvahhid Müslümanların tavsiyelerinin küçük bir kısmını bir çırpıda annesine anlattı Hatice. Bu duygularla evden çıktı.

Camiye doğru giderken çocuklara vereceği Kur’an-ı Kerim dersini ve anlatacağı Peygamberlerin hayatını düşünüp tasarlıyordu. Bu düşünceler içinde camiye girdi. Ders verdikleri camide bayanlara ayrılan yerin temizliği için hazırlık yaparken arkadaşları Zehra ve Sümeyye de geldiler. Sümeyye:

-Esselamu Aleykum, deyip arkadaşını Allah’ın selamı ile selamladı.

-Ve aleykumusselam ve rahmetullahi ve berekatuhu deyip selamı daha güzeli ile karşıladı Hatice.

Hemen musafaha edip hal hatır sorduktan sonra odayı temizlemeye başladılar. Bu arada kız çocukları yavaş yavaş gelmeye başlamışlardı. Her gelen öğrenci yerine oturup dünkü dersi tekrar etmeye başlıyordu. Yavaş yavaş oda yaşları altı ile on yedi arasında değişen öğrencilerin Kur’an-ı Kerim okuyuşları ile dolmuştu. Hatice bir an öğrencilere baktı.

“Ya Rabbi ne kadar güzel bir tablo, senin kitabını öğrenmek isteyen şu güzel insanlar, onların okuyuşları, o birbirine karışan sesleri dünyanın en güzel şeyi, o kadar güzel ki anlayıp kavrayan için cennet kadar güzel” diye düşündü.

Dalgınlığını fark eden Zehra sordu.

-Hayrola Hatice, daldın, bir sorun mu var?

-Hayır, hamd olsun bizim tek sorunumuz davamız. Bir an bu güzel çocuklara baktım. Bu sahne bu tablo hiç bozulmasın, dünyanın tüm çocukları gelip Kur’an-ı Kerim okusun istiyorum.

-Bize böylesi bir görevi bahşeden Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Şu anda biz de bazıları gibi evde ne idüğü belirsiz bazı dizilerin karşısında oturup o pislikleri seyrediyor ya da namahrem erkekler ile çay bahçelerinde fısıldaşıyor olabilirdik. Allah’a hamd olsun ki bizi o çirkeflikten korudu ve bu güzel ve ulvi görevi bahşetti.

-Geçenlerde eski mahallemizden bir arkadaşımı gördüm, dedi Zehra. Açılıp saçılmıştı. Dar bir pantolon giymişti üstüne de kolsuz bir tişört vardı. Saçını da kuaförde yaptırıp ona dünyanın boyasını sürmüştü. Ben çarşaflı olduğum için beni tanıyamadı ona seslenip kendimi tanıttım. Hal hatır sorduktan sonra kendisine: “Ne bu hal kız, sana yakışıyor mu bu şekilde giyinmek?” dedim. Bunu söyleyince o; “Ne varmış halimde, özgür bir ülkede yaşıyoruz. İstediğimi giyerim,” dedi. Ben de ona; “Hayır eğer Müslümansak istediğimizi giyemeyiz. Bizim giyinmemiz gereken elbise şeklini İslam belirlemiştir. Ayıp değil mi daracık pantolon giymişsin? Üstüne de dar bir tişört. Yüzün ise boya tahtasına dönmüş. Söze gelince hepimiz Müslümanız diyoruz. İş amele gelince bir Müslümandan çok bir gayri Müslim gibi yaşıyoruz.

Senin bu giyim tarzın İslam’ın neresinde var? Hem sen o kadar çirkin misin ki kendini güzel göstermeye çalışıyorsun? Bunu söylediğimde o da: “Ne münasebet, hangi çağda yaşıyoruz ki kara çarşafa bürüneyim? Bu çağda böyle giyim tarzı olur mu?” dedi. Ben de ona “bak kardeş! Bizler Müslümanız, Allah’a ve Peygambere inanmış insanlarız. Bunun için yapmamız gereken görevler var. İman, sadece dil ile olmaz. Biri gelip sana ben uçuyorum derse ve bunu sana göstermezse ona inanır mısın? Hayır, neden? Çünkü uçtuğunu görmemişsin de ondan. İşte bunun gibi biz de Müslümanız dediğimizde, eğer İslam’ın dediği gibi yaşamıyorsak başkalarını Müslüman olduğumuza inandıramayız.

İnancımızın delili olmalı. Bu deliller de: Allah’ın emrettiği şeyleri yapmak ve nehyettiği şeyleri yapmamaktır. Allah bize namaz kılmamızı, oruç tutmamızı, harama bakmamamızı, yalan söylememizi, örtünmemizi, kâfirlere benzemememizi emrediyor. Bu emirleri yerine getirmek zorundayız. Getirmediğimiz zaman yalan atmış oluruz. Bak! Avrupalılar Hıristiyan. Onlar açılıp saçılıyorlar. Eğer biz de onlara benzersek onlardan ne farkımız kalır? Halbuki biz Müslümanız, onlar Hıristiyan. Bunun için aramızda büyük farklar var. Bunların en başında kadının örtünmesi geliyor. Allah Kur’an-ı Kerim’de bunu emrediyor. Peygamber (SAV) emrediyor. Biz Müslüman olarak onların emrettiklerini yapmak zorundayız.”

Şeklinde kendisiyle konuştum. Çok mahcup oldu. Hatta utandı ve ayrıldık.

-Toplumumuz İslam’dan yavaş yavaş uzaklaştırılıyor. Küfür sadece bir koldan saldırmıyor. Kimisi kavmi, ırkçı söylemlerle toplumu etkileyip onlara sosyalizmin ideolojisini aşılıyor. Bunlar direkt olarak İslam’a saldırmıyorlar. Mazlum halkımızın bu yönünü kullanarak onlara fark ettirmeden İslam kaidelerini aralarından kaldırıyorlar.

Bugün memleketimizde, çevremizde bulunan insanların anneleri, babaları, dedeleri, nineleri hep namazlı niyazlı, oysa çocukları İslam’dan uzaklaşmış durumda. O kadar ustaca çalışıyorlar ki geri bırakılmış halkımızı çok rahat kandırıyorlar. Açıktan İslam’a saldırırlarsa tepki görürler. Bunun için hilelere baş vuruyorlar. Bakın bir ara şöyle diyorlardı: “Toprağımız namusumuzdur. Namusumuz esaretten kurtulmadıkça namaz üzerimize farz değil.” Oysa ki namus mefhumunu insanlara veren İslam’dır. İslam kalktı mı namus mefhumu da kalkar. İnsanlara namaz kılmayın diyemiyorlar, bu tür hilelere baş vuruyorlar. Oysa ki savundukları sosyalizmde namus diye bir şey yoktur. Kadın bile ortak maldır.

Diğer yandan mevcut rejim çağdaşlık adı altında tamamıyla Hıristiyanların yaşam tarzını topluma benimsetmek istiyor. Televizyonlarda her türlü pislik var. Gazetelerde de aynı şeyler mevcut. Okullarda hep onların öğretileri var. Her şeyleri ile İslami yaşantıyı toplumdan kaldırmak için çalışıyorlar, diye sohbeti devam ettirdi Sümeyye.

Sohbetlerini gören Hatice çocukların tümünün geldiğini onlara haber vermek için yanlarına sokuldu.

-Sohbetinizi bölmek istemezdim; ama öğrencilerin tümü hazır. Artık ders verme zamanı. Sohbetinizi başka zamanda tamamlarsınız.

Üç arkadaş beraber öğrencilere ders vermeye başladılar. Öğrencileri üç guruba ayırıp tek tek onlar ile ilgilenmeye; önceki derslerini dinledikten sonra yeni bir ders vererek onlara belletene kadar sabırla, tatlı dille, yumuşak davranarak, alacakları dersi öğrencilere anlatmaya başladılar. Anlamadıkları yerleri defalarca tekrar ederek, sıkılmadan öğretmeye çalışıyorlardı. Böyle sabırlı, yumuşak, tatlı dilli olmaları öğrencilerinin başarısını da arttırıyor. Aynı zamanda da aralarında bir sevginin oluşmasını sağlıyordu. Öyle ki üzgün ya da sıkıntılı gördükleri öğrencileri ile çok yakından ilgileniyor, onların sıkıntılarını paylaşıyor, gerektiğinde yol gösteriyorlardı.

Ders bitmiş sıra günün sohbetine gelmişti. İslam Cemaatinin tavsiyesi Kur’an-ı Kerim dersinden sonra 15-20 dakikalık bir İslam tarihinin hikaye edilmesi idi. Konuyu bugün Hatice hazırlamıştı. Hazreti Adem (as)’in hayatını anlatacaktı. Öğrenciler kısa bir teneffüs yaptıktan sonra tekrar pür dikkat Hatice’ye bakıyordu. Hatice besmele çekip kısa bir sûre okuduktan, Allah’a hamd-u sena ettikten, Hazreti Resulullah (as) ‘a selat ve selam getirdikten sonra başladı konuyu anlatmaya.

-Yüce Allah meleklere: “Ben yeryüzünde bir insan yaratacağım” dedi ve Hazreti Adem’in yaratılış kıssasını anlatmaya başladı.

Öğrenciler anlatılanları pür dikkat dinliyorlardı. Hatice acele etmiyor, mümkün mertebe konuyu çocukların anlayacakları şekilde hikaye edip anlatmaya çalışıyordu.

-Allah ona bazı şeyler öğretti. O da o öğrettiği şeyleri ezberledi. Daha sonra Allah ona “Adem” ismini verdi. Meleklere, Adem’e secde edin diye emir verdi. Tüm melekler secde ettiler. Ancak Şeytan etmedi.

-Hocam! Şeytan da melek miydi? Şeklinde öğrencilerden biri soru sordu.

-Hayır, o melek değildi. Ama çok ibadet ettiği için onların derecesine yükselmiş, onlarla beraber kalıyordu. Şeytanın adı “İblis”tir. İblis, Adem’e secde etmediğinde Allah ona sordu: “Niçin secde etmiyorsun?” İblis; “Beni ateşten yarattın, onu çamurdan, ben ondan üstünüm. Onun için ona secde etmeyeceğim” deyince Allah; “Defol, çık oradan, sen artık kovulmuşlardansın” dedi. Böylece onun adı Şeytan oldu. Şeytan da dedi ki: “Ya Rabb, sen bana kıyamete kadar ömür ver. Ben de Adem ve çocuklarına düşman olup, onları yoldan çıkaracağım. Onları cehennemlik yapacağım” diyerek insana düşman oldu.

Bir başka öğrenci; “Hocam! Şeytan, Allah isyan etti. Onun emrini yapmadığı için cehenneme girecek değil mi?” diye sorunca Hatice:

-Evet, dedi. Biz de onun emirlerini yapmazsak cehenneme gireriz. Daha sonra Allah, Adem’i cennete koydu. Çok güzel bir yerdi orası… diyerek Hazreti Adem’in kıssasını anlatmaya başladı. Kıssayı tamamlamadan kesti Hatice.

-Hocam daha sonra ne oldu, anlatır mısın?

Hatice; “Devamını yarın anlatacağım. Dinlemek isteyenler yarın muhakkak gelsinler” diyerek öğrencileri merak içinde bırakıp ertesi gün gelmezlik yapmamaları için tedbirini aldı.

Öğrenciler dağılıp gittikten sonra bulundukları yeri iyice temizleyip oradan ayrıldılar. Yolda giderlerken arkadan biri;

-Hatice, Hatice diye seslendi.

Hatice arkasına dönüp baktığında… Aman Allah’ım! Gözlerine inanamıyordu. Bu da kim?
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 11:25
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...BÖLÜM:6

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
-Ayşe nerede kaldı çekiç. Bulamadın mı hala? Diye seslendi Şükrü bey.

Yeni evlerine taşınmışlardı. Yaklaşık iki senedir evin iç dekoru ve borçları ile meşgul olduklarından ancak eve taşınabilmişlerdi. Çok güzel bir ev olmasını istemişti. Bunun için tüm imkanlarını seferber etmiş, evin iç dekorunu müteahhide bırakmamıştı. Bu sebeple yaklaşık iki sene beklemişlerdi.

Şükrü bey ve Ayşe hanım bu ev için yememiş, içmemiş, para biriktirmişlerdi. İstedikleri gibi bir ev olmuştu. Gerçi daha güzeli olabilirdi ama şimdilik imkanları buna yetiyordu.

Eve yeni taşınmış, bu taşınmanın telaşını yaşıyorlardı Şükrü bey ve ailesi. Tam bir koşuşturmaca içinde idiler. Yeni mobilyalar, perdeler, yatak odası vs… almışlardı. Yeni aldıkları eşyalar henüz gelmemiş olduğundan evi tam olarak kuramıyor, sadece ufak tefek işleri halletmeye çalışıyorlardı.

-Ayşe! Nerede kaldın, dedim. Çekici hala bulamadın mı?

-Tamam, arıyorum, bulduğumda getiririm. Fatma, Fatmaaa! Kilerdeki eşyalara bir bak. Belki çekiç oradadır diye seslendi Ayşe hanım.

-Bana ne… kendin bak… benim işim var.

-Ah şu kızdan çektiğim. Kafama taş vur desem, al kendin vur diyecek. Ya Rabbi! Şu kıza biraz akıl ve terbiye ver, diye mırıldanıyor, bir yandan da çekici aramaya devam ediyordu, Ayşe hanım.

-Baba al, diyerek çekici uzattı Ali.

Zilin çalması ile kapıyı açtı Fatma. Gelenler mobilya mağazasındandılar. Siparişleri getirmişlerdi.

-Baba! Eşyalar gelmiş. Seni çağırıyorlar, diye seslendi Fatma.

Şükrü bey işini yarım bırakarak kapıya geldi. Eşyaları dikkatli ve yavaş yavaş getirmelerini tembih etti.

-Ayşe! Bak eşyalar gelmiş. Gel de nerelere konulacağını söyle. Arkadaşlara yardımcı olalım.

Ayşe hanımın da gelmesi ile ailenin hepsi bir araya gelmiş, getirilen eşyaların hangi odalara bırakılacağını tarif ediyorlardı. Şunu yatak odasına, şu oturma odası için, bunu oraya bırakın, burası misafir odası, şunları da buraya bırakın… diye eşya taşıyan taşıma görevlilerine talimatlar yağdırıyordu Ayşe hanım.

Eşyaların taşınması bitmiş, taşıma görevlileri de gitmişlerdi. Ailenin hepsi bitap düşmüş, kimsenin konuşacak mecali kalmamıştı. Akşam olmuştu. Kimse bir şey yememiş olduğundan açlıktan bitap düşmüşlerdi. Ali dayanamadı:

-Baba ben açım. Annem yemek yapmamış. Bu gün yemek yemeyecek miyiz?

Ahmet de kardeşini destekledi.

-Evet baba, ben de açım. Yemek istiyorum. Yemek yemeden yatmam.

Bu istekler üzerine Şükrü bey hanımına ricada bulundu.

-Ayşe bir şeyler hazırlasan da yesek. Biz çok acıktık.

-Kusura bakmayın çok yorgunum. Ayrıca mutfak çok karışık. Sen zahmet edip de bize dışardan bir şeyler getirsen olmaz mı?

Bunun üzerine çocuklar da; “Evet, evet dışardan bize getir” deyince… Şükrü bey çaresiz dışarıya çıkıp yemek getirmek için bir lokanta aramaya başladı. Bir süre dolaştıktan sonra bir lokanta buldu ve bir şeyler aldı.

Şükrü bey gelmiş, Ayşe hanım getirilen yiyecekleri hazırlamakla meşguldü. Her zamanki gibi Fatma yine yardım etmemek için bir bahane bulmuş, evde başka şeylerle meşgul oluyordu. “Sofra hazır” diye seslendi Ayşe hanım.

Ali ve Ahmet bir yandan yemek yerken bir yandan da “Baba lahmacunlar çok güzel olmuş. Her zaman al olur mu?” diyorlardı. Babaları da “Tabii tabii, bankam olduğunda her gün alırım!” diye cevap verdi.

Günün yorgunluğundan yemekten sonra hemen uyumuşlardı.

Ertesi gün evde yine bir koşuşturmaca bir curcuna almış başını gidiyordu. Mobilyaların da dün gelmesi ile artık evi düzenleme zamanı gelmişti. Mobilya mağazasından gelen elemanlar, monte edilmesi gereken parçaları monte etmişlerdi. Geriye onların yerleştirilmesi kalmıştı.

“Kanepeyi şuraya bırakalım” dedi Ayşe hanım. “Yok, orada pek çirkin durur, en iyisi şuraya koymak” dedi Şükrü bey.

Şunu şuraya koyalım, bunu buraya koyalım derken bazen tartışıyor, bazen burun kıvırıyor, bazen de işi yarım bırakıyorlardı.
Sonunda Ayşe hanım dayanamadı:

-Ev hanımı ben miyim, sen misin? Bırak, işime karışma. Sen kendi işine bak. Hem neden işine gitmiyorsun. Bu iki gündür dükkanı el aleme teslim etmiş, burada benim işlerime karışıyorsun!

-Ne demek senin işin, bu evde yalnız mı oturacaksın, dün eşyaları taşıyınca dükkana gitmem aklına gelmiyordu da bu gün iş düzeltmeye gelince mi aklına geldi? Neden? Çünkü, her şey senin istediğin gibi olmayacak. Onun için öyle mi… laf açıldı mı erkekler hiç bize yardım etmiyorlar diye söylenirsiniz. Size yardım edelim dediğimizde de, “bizim işimize karışmayın” diyorsunuz. İşinize gelince öyle, işinize gelmeyince böyle. Ne haliniz varsa görün, elimi bir şeye sürmeyeceğim, deyip hızla lavaboya yönelip ellerini yıkadıktan sonra dışarı çıktı.

Ayşe hanım rahatlamıştı. Evi istediği gibi düzenleyebilirdi artık. Kızı Fatma’ya seslendi.

-Fatma, kızım gel bana yardım et. Şu oturma grubunu düzenleyelim.

-İşim var, hem babam yanında, o sana yardım etmiyor mu?

-Baban çıktı. Hadi gel de beni bağırtıp saçını başını yoldurtma bana.

-Babam neden gitti? Oysa yardım etmek için dükkana birini bırakmıştı. Böyle olmadık yerde niye gitti.

-Tartıştık onunla.

-Neden, ne oldu ki?

-Eşyaları düzeltme konusunda anlaşamadık. Ben de; “Benim işime karışma, sen dükkanına git” deyince o da çekip gitti.

-Onun da saçını başını mı yolacaktın yoksa…Neden kırdın adamı? Bu evi düzenlemek için neler yaptığını bilmiyor musun? Onca borç altına girip eşyalar aldı. Aman anne! Ne kadar şom ağızlısın.

-Sus terbiyesizlik yapma. Onun avukatı mısın?. Hem sen neden karı-koca arasına giriyorsun? Karı-koca arasına girilmez bilmiyor musun? Sen evlendiğinde benim gibi yapmazsın tamam mı? Hem zaten senin koca sana hizmetçi tutacak(!) Elini sıcak sudan soğuk suya sokmayacak (!) Sen hanımefendi olacaksın (!)

-Dalga geçmesene… Bak sana yardım etmem, yalnız kalırsın. Babamı kovduğuna pişman olursun.

-Haydi haydi fazla gevezelik yapma da gel şu vitrinin eşyalarını düzeltelim.

-Anne, bu kadar eşyayı vitrinde durması için mi aldın? Yazık değil mi?

-Neden yazık olsun? Evimize gelenlerin; “Bunların vitrinleri bomboştu, ne kadar da cimriler bir şeyler alamazlar mıydı?” demelerini mi istiyorsun? Vitrinimizin boş durması bizim için ayıp değil mi a aptal kızım?

-Anne, ben oda takımımı pek beğenmedim. Çalışma masam istediğim şekilde değil. Babama söylesen de değiştirsek.

-Nesi varmış? Çok güzel. Dünyanın parasını verdi baban ona. Nesini beğenmiyorsun? Hem değiştirilmesi için de masraf gider. Baban çok borçlanmış. Şükret, bir masası bile bulunmayan insanlar var.

-Bak hele! Nasıl savunmaya geçti. Sanki biraz önce söylenen kendisi değildi.

-Benim söylememle seninki bir değil. Ben onun karısıyım. Yıllardır onun kahrını çekiyorum. Benim hakkım var; ama senin hakkın yok. Bunun için kendinle beni bir tutma, tamam mı, a benim aptal kızım?

Akşam olmuş, Şükrü bey dönmüştü. Suratı asıktı. Hiç kimse ile konuşmuyordu. Bu asık surat ile yemeğini yedi. Ayşe hanım havayı yumuşatmak ve gündüzki hatasını telafi için:

-Günün nasıl geçti? Buradan çıktıktan sonra dükkana mı gittin? Dükkanın durumu nasıldı? Diye sorular soruyor, her defasında koca bir suskunluk alıyordu.

Bu durumu gören Fatma:

-Ooh, canıma değsin. Seninle konuşmadı. Onu kovarsan o da böyle yapar dedi.

Ayşe hanım umursamaz bir tavırla

-Bir şey olmaz. Nasıl olsa yumuşar. Diyerek mutfağa yöneldi. Her zamanki gibi Fatma yine yardıma gelmemişti. Oturma odasına geçip orda televizyon izliyordu. Küçükler de erken yatmıştı. Ailenin tümü çok yorucu bir gün geçirmişlerdi, ama değmişti doğrusu. Evi tümden yenilemişlerdi. Gerçi çok borçlanmışlardı, ama bir şey olmazdı. Nasıl olsa öderlerdi.

Evin içinde biraz gezdi Ayşe hanım. O eski modası geçmiş eşyalardan kurtulmuştu. Tek tek yeni aldıkları mobilyalara bakıp el sürüyor, gururlandıkça gururlanıyordu. Bir yandan da kendi kendine “şuraya güzel bir tablo lazım. Şuraya da iki tane yeni moda fiskos masası, bu masalar için el işi dantel işlemeli örtü. Ayrıca onların üzerine de şöyle güzel suni çiçekler lazım. Masanın üzerine şöyle güzel bir kristal vazo lazım ki görenleri hayran bıraksın.” Diye diye gezinip duruyordu. Daha alınacak çok şey var diye düşündü.

O gece sabaha kadar yatamamıştı Ayşe hanım. Evi ve eksiklerini düşünmüş, bir yandan gelecek konu komşuyu ve akrabaların getirecekleri hediyeleri hayal ediyor, “Keşke düşündüğüm şeyleri getirseler” diye ümit besliyordu. Bir yandan da evinin güzelliği karşısında nasıl hayran olacaklarını hayal ediyor, bunu düşündükçe için için gülüp sevinçten uçacak gibi oluyordu.

“Anne, anne!” diyen Ali’nin sesi ile irkildi Ayşe hanım. Ne zaman uyumuştu, nerdeydi? Bir an nerede olduğunu unutmuştu. Her nasılsa kendine geldi. Evet,evet yeni evlerinde idi.

-Ne var, ne oldu? Sabahın köründe ne istiyorsun, diye kendisini uyandıran oğluna biraz sertçe çıkıştı.

-Kalk artık acıktık, kahvaltı hazırla, dedi Ali.

-Oğlum git yat, sabahın köründe ne kahvaltısı istiyorsun.

Her nedense bir an Şükrü beyin yatakta olmadığını fark etti. Nereye gitmişti bu adam, sabahın köründe?.. diye düşündü. Allah’ım ne kadar da inatçı bir adam, kahvaltıyı da beklemeden gitmiş. Diye mırıldandı.

-Anne acıktım, hem saat 10:00’a geliyor.



-10:00 mu? Diye sordu. Dünkü hayallerini düşündü, demek çok geç yatmış olmalıyım ki şimdiye kadar uykuda kaldım, diye mırıldandı. Kendi kendine mırıldandığını gören Ali;

-Kendi kendine ne konuşuyorsun, kalkacak mısın? Dedi.

-Yok bir şey oğlum, tamam kalkıyorum, diyerek doğruldu. Bir yandan da kocasına; “İnatçı herif, erkenden kalkıp gitmiş, beni uyandırma zahmetine bile katlanmamış. İnsan gider de uyandırmaz mı? Ne olacak şimdi, o kadar işimiz var. Bir de misafirler gelirse… bizi hazırlıksız yakalarlar. Aman olur mu, misafirler habersiz gelirler mi? Ya gelirlerse… İnatçı herif, iyi ki bir şey söyledik, artık bir hafta surat asar”

Söylene söylene yataktan çıkıp üzerini değiştirdikten sonra mutfağa geçip kahvaltı için ocağa çay suyu koydu. Diğer çocuklarını uyandırmak için odalarına geçti.

-Fatma kızım uyan. Öğlen olmak üzere, her an misafir gelebilir.

-Ne var ne istiyorsun, bırak yatayım. Bugün okul da yok.

-Kalk işimiz var. Zaten geç uyandık. Birileri gelirse ayıp olur.

-Tamam tamam senden kurtuluş yok biliyorum.

Kahvaltı hazırlanmış hep beraber yiyorlarken Fatma annesine baktı.

-Babam ne zaman çıktı? Kahvaltı yapmadı mı?

-Hayır yapmadı. Çıktığını da görmedim insan giderken bir sorar, lazım bir şey var mı yok mu diye? Ama nerde…

-Onu kırarsan böyle olur.

Ali annesine;

-Anne artık hep burada mı oturacağız? Diye çocuksu bir soru sorunca annesi;

-Evet oğlum, artık hep burada oturacağız. Burası bizim evimiz, dedi.

Hem kahvaltı yapıyor, hem de konuşuyorlardı. Ayşe hanım evin eksiklerini anlatıyor, alınacak yeni eşyaların listesini sıralıyordu. Çocuklar da bu listeye eklemelerde bulunuyor, liste kabardıkça kabarıyordu.

-Aslında televizyonumuzu da yenileseydik iyi olurdu. Bu yeni eşyalara eski televizyon pek gitmiyor. Dedi Ayşe hanım.

Fatma onu onayladı.

-Evet anne, çok güzel televizyonlar çıkmış. Şöyle büyük 55 ekran bir tane alırız. Bir de bir tane video da alsaydık ne kadar iyi olurdu.

-Biliyor musun dün gece siz yattıktan sonra uyku tutmadı. Ben de gelip evi dolaştım ve şunları kararlaştırdım. Gel sana da göstereyim. Bak şuraya şöyle güzel bir manzaralı tablo çok güzel gider, diyerek ana kız evi dolaşmaya başladılar.

-Evet anne, gerçekten çok güzel olur.

-Bir de şu iki köşeye birer fiskos masası, büyük masa içinde kristal bir vazo, fiskos masalarının üstüne de şöyle güzel iki tane çiçek..

-İyi hoş düşünüyorsun da… babam alır mı? Bunca borçtan sonra hayatta almaz. Ay!..Anne şuraya güzel bir ağlayan çocuk resmi ne kadar güzel olur.

-Off!.. çok eksik var çook.. Bu eşyaların görüntüsünü güzelleştirecek aksesuarlarımız, hemen hemen hiç yok. Halbuki aksesuarlar olmazsa görüntü pek de o kadar güzel olmuyor.

-Ay anne! Çiğdem onların evinde o kadar güzel bir tavus kuşu resmi var ki… Kuyruk kısmına gerçek kuyruk yapıştırmışlar, kuş kısmını çizmişler, ama gördüğünde sahici sanırsın.

-Yavaş yavaş alırız. Şimdi hemen birden söylersek baban dünyada almaz. Onun için biraz zaman geçsin, yavaş yavaş alırız.
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 11:47
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...BÖLÜM7

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Uzun zamandır görmediği çocukluk arkadaşı Hacer ile karşılaşmıştı Hatice.

Hacer İstanbul’da oturan dayı oğlu ile evlendikten sonra oraya yerleşmişti. Birkaç yıldır orda kalıyordu. Ara sıra gelirdi. Memleketine geldiğinde muhakkak Hatice’yi görürdü. Hatice’nin ailesi ev değiştirdiklerinden dolayı son gelişinde görüşememişlerdi. Bu tevafuk çok güzel olmuştu. Her ikisini de ziyadesiyle memnun etmiş, iki arkadaşın hasret gidermesine sebep olmuştu.

Hacer’in oğlunu gören Hatice çok sevinmişti. Bir oğlunun olduğundan haberi yoktu. Eve davet etmiş Hacer’in izin almadığını söylemesiyle ev adresini verip ertesi gün buluşmak üzere ayrılmışlardı. Bugün can kardeşi Hacer gelecekti. Bunun için Zeynep hanım ve Hatice gelecek misafirlerine hazırlık yapmaktaydılar.

-Anne bir görsen ne kadar tatlı bir çocuk. Tıpkı annesi gibi yüzü tombul, çok güzel siyah saçları, kahverengi gözleri var.

-Evet kızım, çocuklar Allah’ın evli çiftlere verdiği en güzel nimettir. Allah’ın rahmeti gereği de bakımları çok güç olmasına rağmen anne ve babasının kalplerinde oluşan çocuk sevgisinden tüm o zorluklar sevgiyle kolaylaşmaktadır. Ama aynı zamanda da Allahu Teala Kur’an-ı Kerim’de; “Mallarınız ve çocuklarınız sizler için fitnedir” diye buyurarak Müslümanları uyarmaktadır. Yani onlar bizim için imtihandırlar. Çocuklar bizim davamızı yürütmemize engel olmamalıdır.

-Çok güzel söyledin anne. Müslümanlara düşen çocuklarını İslami bir terbiye ile büyütüp yetiştirmektir. Yoksa onlara kapılıp davayı terk etmek değildir.

Anne kızın bu güzel sohbetini çalınan zil bozdu. Zili duyar duymaz Hatice koşarak kapıyı açmaya gitti.

-Kim o?

-Benim, Hacer dedi kapının öbür tarafındaki.

Kapıyı hemen açtı Hatice. Misafirini buyur ettikten sonra geçen günkü karşılaşmaları sokakta olduğundan sarılamamışlardı, bir güzel sarıldılar.

İkisi de hasret gözyaşları döktüler biraz. Az sonra birinin kendilerini izlediğini fark ettiler. Evet Zeynep hanımdı.

-Hoş geldin kızım dedi Zeynep hanım.

Hacer hemen onun elini öptü. Zeynep hanım da onu öptü. Sarıldılar.

“Mü’minler kardeştir” diyor Yüce Allah, gönüller fikirler bir oldu mu sevgi katmerleşiyor. Allah için birbirini sevdi mi insan, o sevgiyi Allah arttırdıkça arttırıyor. Hem çocukluk arkadaşıydılar hem de aynı davaya baş koymuşlardı. Beraber yaşadıkları çok güzel anılar vardı.

Onlar sohbete dalıp hal hatır sorarlarken kapı tekrar çalındı. Bu sefer kapıya Zeynep hanım baktı. Çünkü iki arkadaşı rahatsız etmek istemiyordu. Gelenler Sümeyye ve Zehra idiler.

Selam vererek içeri girdiler. Musafahadan sonra oturdular. Hatice kısaca Hacer’i tanıttı.

-Benim çocukluk arkadaşım. İlkokulu beraber okuduk. Kur’an-ı Kerim dersini beraber aldık. İslam davasına beraber gönül bağladık. Bir müddet camide beraber ders verdik. Daha sonra evlenip eşinin iş durumundan dolayı İstanbul’a yerleşti. Yaklaşık bir buçuk yıldır da görüşmüyoruz.

Bu arada küçük M. Ata da annesiyle beraber gelmişti.

Hatice onu alıp bir müddet sevdi.

-Siz gelmeden önce anneme M. Ata’dan söz ettim. Biraz çocuklarla ilgili konuştuk. Çocukların anne babaları üzerindeki en baştaki hakkı İslami bir terbiye ile büyütmektir. Anne ve babalar bu konuda çok hassas ve dikkatli olmalılar. Çünkü çocuklar bizim geleceğimiz, bizim yarınlarımızdırlar. Bunun için küçük yaşta onlara Allah sevgisini, Peygamber (SAV)’in sevgisini, Kur’an-ı Kerim’in sevgisini vermek lazım, diye konuşuyorduk annemle, dedi Hatice.

-Biliyor musun bir annenin en büyük görevlerinden biri Allah’ın kendisine emanet ettiği çocuğu iyi yetiştirmesidir. Çünkü çocuk belli bir yaşa kadar hep annesiyle beraber kalmak zorundadır. Bu zorunluluktan dolayı annesinin ona vereceği her şeyi alır. Çünkü annesine muhtaçtır. Ayrıca çocuk doğumundan ölümüne kadar hep bir şeyler öğrenir. Süt emen çocuklar bile annesini onun kokusundan tanır, onu kalp atışlarından bilir. Bunun için ilk örnek alıp taklit ettiği annesidir. Ve çocuklarda karakter, küçük yaşlarda şekillenmeye başlar. Onun için onlara İslami bir kişilik kazandırmanın en güzel yolu: doğar doğmaz onlara bu terbiyenin verilmesidir yoksa ileride geç olabilir, dedi Hacer.
-Ooo, bakıyorum kendini epey geliştirmişsin. Çocuk sahibi olduktan sonra mı okumaya başlayıp bu konuda birikim elde ettin? Yoksa daha önce de birikimin var mıydı? Dedi Hatice.

-Bir Müslüman olarak ayrıca bir davetçi olarak bunları bilmemiz lazım. Tabii çocuk sahibi olmadan önce insan fazla önemsemiyor. Ama çocuğun olduğunda işin önemini anlıyorsun. İşte o zaman ya boş verip kendini de çocuğunu da eşini de yakacaksın, ya da işin ciddiyetini anlayıp en iyi şekilde kendini yetiştirip çocuğuna en iyi İslami terbiyeyi vermeye çalışırsın. Hem bizim gibi davetçi kadınların bu konulara çok dikkat etmesi lazım. Bir tebliğcinin önce kendisinin yaşaması lazım. Aksi halde yalancı durumuna düşülür. Hem Allahu Teala Kur’an-ı Kerim’de bizi bu konuda uyarıyor: “Yapamadıklarınızı neden başkalarına söylüyorsunuz?” Bir başka ayette; “Yazıklar olsun o kimselere ki yapmadıklarını başkalarına yapın derler.” Bunun için önce yaşamamız lazım. Yoksa söylediklerimiz riyadan, gösterişten öteye geçmez.

Bu arada Zeynep hanım, Hatice ile beraber misafirlerine ikramda bulundular. Bir yandan ikram edilenler yeniliyor, diğer yandan da sohbete devam ediliyordu. Zeynep hanım da işlerini bitirmiş, araların katılmıştı.

-İslam Cemaati sürekli olarak çocuk terbiyesi ve salih amel konusunda bize gerekli hatırlatma ve tavsiyelerde bulunur. Bizler öncelikle kutsal İslam davasının fertleriyiz. Davamız o kadar kutsal ve yücedir ki ona layık olabilmek için çok dikkatli olmamız lazım. Bugün bizler camide Allah’ın kutsal kitabı olan Kur’an-ı Kerim dersi veriyoruz. Ders verdiklerimizin hepsi çocuk. Tümünün sevgiye ihtiyaçları var. Onlara sadece öğretmek değil, aynı zamanda onları eğitmek de en başlıca görevimiz. İnsanlar bir şeyleri bir yerlerde bir şekilde öğrenirler. Ama eğitim, her zaman her yerde verilemez. Bilhassa İslami terbiye, küçük yaşlarda verilmeli ki kalbe işlesin. Kalbe işlenen bir şeyi sökmek çok zordur. Hazreti Resulullah (as)’ın; “Çocuklarınıza yedi yaşında namaz kılmayı öğretin” şeklindeki buyruğu bizim için en büyük yol işaretidir. Bunu şiar edinerek hem kendi çocuklarımızı, hem de camilerde bize emanet edilen çocukları bu hadisin ışığında, eğitim ve öğretime tabi tutmak üzerimize bir haktır, diyerek sohbete katıldı Sümeyye.

Zehra da arkadaşlarının söylediklerini destekledi:

-İnanın bugün bizler üzerimize düşen tebliğ vazifesini hakkıyla yapmazsak, Allah’ın huzuruna ak yüzle çıkamayız. İyiliği emredip kötülükten nehyetmek tüm mü’min erkek ve kadınların üzerine farzdır. Bunu böyle bilip bu bilinçle hareket etmeliyiz. Kendimizi İslami konularda yetiştirmeli, bol bol okumalıyız. Siyeri, fıkhı, tefsiri çokça okumalıyız ki bu vazifemizi yapabilelim. Çünkü bizler, kendimizden sorumlu olduğumuz kadar ailemizden, akrabalarımızdan da sorumluyuz. Allah bizden onlara tebliğ yapıp yapmadığımızın hesabını soracaktır.

Zeynep hanım genç kızları dinliyor ve için için Allah’a hamd ederek İslam’a gönül vermiş böyle genç ve temiz erkek ve kızların çoğalması için dua ediyordu. Bu güzel, temiz insanların yetişmesine vesile olan muvahhidleri de koruması için hep niyazda bulunuyordu. Kendi zamanları böyle miydi? Kendilerine sadece namaz kılma, oruç tutma ve örtünme öğretilmişti. İslam’ın diğer yönlerini Hacı Abdullah ile evlendikten sonra öğrenmişti. Oysa şimdiki gençler, İslam’ı hem yaşıyor hem de öğretiyorlardı. Bu uğurda başlarına gelenlere de aldırış etmiyorlardı. Kimisi bu uğurda şehit oluyor, kimisi de zindanlara atılıyordu.

Buna rağmen gün geçtikçe azimleri artıyor, bu azimle çalışmalarını sıklaştırıyor, harıl harıl bir şeyler yapmaya gayret ediyorlardı.

Hatice’nin “Anne daldın” ihtarıyla kendine geldi.

-Sizin sohbetinizi dinliyordum. Bu azminizi gördükçe göğsüm kabarıyor.

Hatice biraz da batıda mücadele veren kardeşlerin durumunu konuşmak için Hacer’e;

-Batıda bilhassa İstanbul’daki okullarda devam eden başörtüsü direnişindeki kardeşlerin durumundan haberin var mı?

-Evet, komşu olduğumuz bazı kardeşler var. Bazen konuşuyoruz. Kendileri İslam’ın farzı olan ve Müslüman kadının en büyük şiarı olan örtüyü kesinlikle çıkarmayacaklarını, çünkü onu çıkarmakla Allah’ın emrini çiğnemiş olacaklarından böylesi bir durumun söz konusu olamayacağını, Müslüman bir toplumda böylesi bir baskının yaşanmasının utanç verici olduğunu her zaman dile getiriyorlar. Çok kararlı ve azimliler. Onurlu bir mücadele veriyorlar.

-Allah’a hamd olsun ki İslami değerlere sahiplenme her yerde var. Bizler inançlarımızla varız, inancımızı kaybettik mi her şeyimizi kaybederiz. Bugün bölgede İslami bir uyanış ve direniş olmamış olsa idi bırakın çarşaf giymeyi örtünmemiz bile mümkün olmayacaktı. Siz de bilirsiniz ki mevcut rejim İslami yaşantıyı yozlaştırmaya çalışırken, ona mürted örgüt de eklenince artık toplumumuz yavaş yavaş İslam’dan uzaklaştırıldı. Namaz kılan gençlerle alay ediliyor, örtünen kardeşler küçümseniyor, bu şekilde Müslüman halkımız sindirilmeye çalışılıyor. Hazreti Resulullah (as); “Küfür tek millettir” diyor. Adı, rengi, ismi ne olursa olsun fark etmez. Hedef İslam oldu mu düşmanlıkta birbirleriyle yarışıyorlar. Bugün batıda, örtülerinden dolayı bacılarımızı okullarına almayanlar bölgede de camilere baskınlar düzenleyerek Kur’an-ı Kerim derslerine engel olmak için ellerinden geleni yapıyorlar.

Biz, o onurlu başörtüsü direnişini sürdüren kardeşlerimizle gurur duyuyoruz. Biz ve onlar aynı cephede çarpışıp ayrı mevzilerde yer tutmuş askerler gibiyiz. Mü’minler kardeştir. Bunun aksi asla düşünülemez.

Hacer Hatice’yi onayladı.

-Küfrün her zamanki oyunu Müslümanları parçalamak olmuştur. Çünkü yek vücut olan Müslümanları mağlup etmek imkansızdır. Onları yenmenin tek yolu onları parçalamaktır. İşte bunu iyi tespit eden küfür, dünyanın her yerinde bunu yapmakta ve Müslümanları hakimiyeti altına almaktadır. Oysa ki vahdet bugün elzemdir. Çünkü Müslümanlar tek ümmettir.

Zehra da:

-Biliyor musunuz! Küfre karşı verilen mücadeleyi kazanmanın tek yolu daha çok Allah’a dayanıp İslam’a sarılmaktır. Çünkü, Müslümanlar İslam’a sarıldıkları sürece Allah’ın yardımı hep onlarladır. Şekil değişikliği arz etse bile. Bugün, batıda okullarda başörtüsü direnişini gösteren kardeşlerimiz, eğer davalarından en küçük bir ödün verirlerse küfrün baskısı daha da artacaktır. Örneğin, mantoyu çıkarıp uzun etekler giymeleri veyahut başörtülerinin üstüne peruk takmaları küfrü cesaretlendirmekte, baskıyı daha da artırmaktadır.

Oysa inanıyorum ki, Müslümanın dünyada kaybedeceği bir şeyi yok. Kaybedeceği tek şey ahiretidir. Bunun için Müslüman İslam’a ve değerlerine sarıldıkça şahsiyet kazanacaktır, diyerek bu güzel sohbete katıldı.

Genç kızlar bu şekilde sohbete dalmışlar, İslam’ı ve Müslümanların içindeki durumların ve yapılması gerekenler, Müslüman kişinin üzerine düşen görevlerin neler oldukları konularında tatlı bir sohbetle fikir alışverişi yapıyorlardı. Onlar biliyorlardı ki davetçi insanların bir araya geldiklerinde konuşacakları öncelikli meseleleri vardır. O da İslam’dır.

-Ooo! Epey geç olmuş, benim gitmem lazım. Dedi Hacer.

-Burada kalmak için izin almadın mı? Diye sordu Hatice.

-Hayır canım, hem zaten Muhammed Ata’nın bakımı için evde olmam daha iyi olur. Biliyorsun geleceğin mücahitlerini yetiştiriyoruz.dedi Hacer latifeli olarak.

-Ben senin birkaç gün bizde kalacağının hesabını yapıyordum. Diyerek üzüntüsünü belirtti Hatice.

-Surat asma bir aya kadar buradayım. Hem sen bize gelirsin, hem de ben gelirim. Şimdilik müsaadenle.

Diğerleri de kalkma zamanlarının geldiğini söyleyip Hacer ile beraber çıkmaya hazırlandılar. Hatice, kızların çarşaflarını getirip kendilerine verdi. Çarşaflarını giyip dışarı çıkarlarken salonda Hatice çıkan arkadaşlarıyla tek tek musafaha yapıp vedalaştı. Çıkarlarken tekrar selam vererek çıktı genç kızlar.

Misafirleri gittikten sonra annesiyle beraber etrafı toplayıp bulaşıkları yıkayan Hatice, bir an namaz kılıp kılmadığını düşündü. Evet kılmıştı, hem de cemaatle kılmışlardı. Kendini bildi bileli namazları mümkün mertebe hep vaktinde ve cemaatle kılardı. Çünkü cemaatle kılınan namazın sevabı daha fazlaydı. Bir de misvak kullanıldı mı.. Bu namazı 70 dereceye kadar yükseltiyordu.
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 11:50
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...BÖLÜM 8

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Bugün yine erkenden ev işlerine başlamışlardı. Hatice ve annesi işlerini bitirmiş ev halkının kahvaltı yapıp çıkmasından sonra Hatice’nin camiye gitme zamanı gelmişti.

-Anne ben camiye gidiyorum. Temizliğe yetişmem lazım. Arkadaşları yalnız bırakmak olmaz, dedi Hatice.

-Tamam kızım, Allah zihin açıklığı versin. Allah sizlere ve tüm Müslümanlara yardım etsin, iyiliklerinizi bereketlendirsin, sizleri kem gözlerden ve düşmanların şerrinden muhafaza etsin. İşinizi en iyi ve güzel şekilde yapmaya çalışın. Yoksa sana hakkımı helal etmem, diyerek kızına hem dua hem de onu teşvik ediyordu.

Çarşafını giyip annesine selam vererek çıktı Hatice. Evden hep; “Bismillah, tevekkeltu alallah, hasbunallah, ya Rabbi insi ve cinni düşmanların şerrinden sana sığınırım, işimi bereketlendir” şeklinde dua ederek çıkardı. Bugün yine bu duaları edip camiye doğru yol aldı.

Camiye vardığında Zehra ve Sümeyye gelmişlerdi. Hep beraber ders verdikleri yerin temizliğini yapmaya başladılar. Nihayet temizlik bitmişti. Bu arada kız öğrenciler de yavaş yavaş geliyorlardı. Kızlar öğleden önce, erkekler ise öğleden sonra ders alıyorlardı.

Öğrencilerin tümünün gelip gelmediğini kontrol ederlerken birkaç öğrencinin gelmediğini fark etmişlerdi. Onları sordu Sümeyye:

-Arkadaşlar! Perihan, Rumeysa ve Selma arkadaşlarımız gelmemişler. Niçin gelmediklerini bileniniz var mı?

Öğrencilerden biri; “Hocam, Selma hastaydı, onun için gelmedi” dedi. Bir başka öğrenci de; “Hocam, Perihan’ın annesi artık onu göndermiyor” dedi. Diğer öğrencinin ise niçin gelmediğini kimse bilmiyordu.

Hemen hemen tüm öğrencilerin ailelerini ziyaret ettikleri için evlerini biliyorlardı. Verilen cevaplar üzerine Hatice; “İnşallah dersten hemen sonra hastamızı ziyaret ederiz. Daha sonra diğer iki öğrencimizin ailelerini ziyarete gideriz” deyip diğerleriyle anlaştı. Bu konuda daha önceleri kendilerine öyle yapmaları gerektiği konusunda çok nasihat edilmişti.

Bunu da aralarında kararlaştırdıktan sonra öğrencilere ders vermeye başladılar. Zehra ders verdiği küçük öğrencisinin biraz üzgün olduğunu görünce ona;

-Hayrola canım, neden üzgünsün? Bir sorunun mu var, hocana söylemek ister misin? Diye sordu.

Küçük Şeyma ağlamaklı bir şekilde:

-Ben dünkü dersimi iyi okuyamadım. Nesibe de benimle alay etti, deyince:

-Ah güzelim, üzüldüğün bu mu? Bir şey olmaz. Bakma ona, sen çok çalışkan bir öğrencisin. Bak seninle bir anlaşma yapalım. Şimdi ben sana ders vereyim. Daha sonra sen bunu defalarca oku. Sonra gel benim yanımda yine oku. Daha sonra eve gittiğinde defalarca yine oku. Bak göreceksin çok iyi öğreneceksin. Buradakilerin hepsinden daha iyi öğreneceksin, deyince küçük Şeyma:

-Tamam hocam deyip neşe içinde hocasının yanından ayrıldı.

Onlar sadece öğretmen değil, aynı zamanda birer eğitimciydiler de. Eğitimsiz öğretim, yapraksız meyvesiz ağaca benzer. Bunu iyi anlamışlardı. Bu nedenle öğrencilerinin sadece öğrenimleriyle değil, sorunlarıyla da ilgilenerek onları eğitiyorlardı. Çünkü Allah Resulü ümmetine bunu öğretmişti.

Ders bitmiş, sıra günün sohbetine gelmişti.

Öğrencilerin hepsi merak içinde acaba Hazreti Adem’e ne oldu diye düşünüyorlardı. Bunun için bir an önce hocaları Hatice’nin anlatmasını bekliyorlardı. Tam sessizlik olduktan sonra Hatice besmele, kısa süre, Allah’a hamd, resulüne ve ehline, ashabına tüm müminlere selat ve selam getirdikten sonra kaldığı yerden başladı anlatmaya:

Hazreti Adem (as) ile annemiz Havva yasak meyveden yiyince Allah onlara “Size o ağaçtan yemeyin demedim mi? Şeytan sizin düşmanınızdır. Sizi kandırmak istiyor demedim mi? Haydi siz de inin oradan! Belli bir süreye kadar dünyaya inin, kiminiz kiminize düşman olarak” diye buyurdu. Ve onlar cennetten çıkarıp dünyaya gönderdi. Dünyaya geldikten sonra Hazreti Adem Allah’a yalvararak tövbe etti.

Allah da onları bağışladı. Hazreti Adem’e Peygamberlik verdi. Hazreti Adem ilk peygamber oldu. Böylece dünyaya yerleştiler ve çocukları oldu.

Bu gün de bu kadar, biraz da bu gün namaz nasıl kılınır bilmeyen arkadaşlarınıza onu öğreteceğiz. Diyerek namazın kılınış şeklini, içinde okunan sureler, rükuda, secdede neler söylendiğini detaylı olarak anlatmaya başladı Hatice. Bu esnada dışardan bazı gürüldü sesleri gelmeye başlamıştı. Bir öğrenci ne olduğunu öğrenmek için dışarı çıktı. Çıkmasıyla geri gelmesi bir oldu. Nefes nefese kalmıştı. Yüksek bir sesle; “Hocam polis camiyi bastı!” dedi.



Dalgın dalgın yürüyordu delikanlı. Kendi kendine mırıldanıyor, arada sırada “hayır” der gibi başını sallıyordu. Belli ki çok üzüldüğü bir durumla karşılaşmıştı. Ya da çok farklı hayallere dalmıştı. Orta boylu, sarıya çalan saçları, yeşil gözleriyle yakışıklı bir gençti. Her zamanki gibi elinde yine uzun tespihi vardı. Hiç ayırmazdı yanından. Sürekli beraberinde taşır, fırsat buldukça zikirlerini bununla çekerdi. Dalgın dalgın yürürken ağzı yine oynuyordu. Acaba yine zikirle mi uğraşıyor dedirten bir hali vardı. Ama bu seferki dalgınlığı pek de zikre benzemiyordu.

Bugün yine babasıyla tartışmış çok ağır laflar işitmişti. Neden böyle yapıyordu acaba? Onu bu kadar etkileyen neydi? Değer yargıları nedeniyle bu kadar değişmişti. İnsanlar bu kadar basit mi kandırılıyorlardı? “Evet evet, eğer insanlar bu kadar basit oyunlara gelip kandırılmasalardı bu yaşanan acı olaylar yaşanmayacaktı.” Dedi kendi kendine. Birden Kur’an-ı Kerim’den bir ayet takıldı kafasına: “Muhakkak ki biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik de onu yüklenmekten çekindiler. Ondan korktular, insan ise onu yükleniverdi. Doğrusu o çok zalim ve cahildir.” Allah ne kadar da doğru söylemiş diye düşündü. Çünkü teklifle beraber hesap vardı. Cennet ya da cehennem… Madem kabul ettik, neden şimdi görevlerimizi yapmıyoruz? Neden insan zoru gördüğünde kaçıyor? Ölümle her an karşı karşıya olduğu halde onu çok uzak görüyor. Yarın yaşayacağına dair elinde bir garantisi olmadığı halde yarın için didinip çalışıyorken, kesin öleceğini bildiği halde ölüm sonrasını düşünmüyor. Allah ne kadar da güzel söylemiş: “Şeytan sizi Allah’a güvendirip bununla kandırmasın.” Ne yazık ki bu ilahi uyarıya rağmen Şeytan, bir çok insanı bu yolla kandırıp saptırıyor.

Hasan bunları düşünüyor ve dalgınlığından yaptığı el veya baş hareketlerinden dolayı gelip geçen onu deli zannediyordu. Kimileri içten içe onun için üzülüyordu.

Bu düşünceler içinde ne kadar yürüdü o da bilmiyordu. Babasıyla yaptığı tartışma defalarca gözlerinin önüne geliyordu.

“Oğlum bırak bu yolu, din sana mı kalmış? Şeyhler var, imamlar var. Onlar ne yapılacaksa yaparlar. Eğer bugün onlar bir şey yapmıyorlarsa senin gibileri ne yapacak?”

-Neden yapamayalım, hepimiz Müslümanız, bu din belirli bir kesime inmedi ki, hepimizin dinidir. Hepimiz İslam’ı tebliğ etmekle yükümlüyüz. Bunun için her Müslüman üzerine düşeni yapmak zorundadır.

-Yap, sana yapma diyen mi var? Namazını kıl, orucunu tut, sana bunları yapma diyen mi var? Ama sen ne yapıyorsun, camiye gidip ders veriyorsun. Sana mı kalmış el alemin çocuğuna ders vermek?

-Niye, kötü bir şey mi yapıyorum? Kitabımız olan Kur’an-ı Kerim’i öğretiyorum. Her Müslümanın yapması gerekeni yapıyorum. Kahvehaneye gitmekten daha iyi değil mi?

-Hayır daha iyi değil!

-Ne demek daha iyi değil, bunu nasıl söylersin? Serseri olmam camiye gitmemden daha mı iyi diyorsun? Biz Allah’a, Resulüne, kitaplarına inanmış insanlar değil miyiz? “Muhammedunresulullah” diyoruz. Madem bunu söylüyoruz, onu takip etmek zorundayız. Yoksa imanımızın ne anlamı kalır? “En hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğreteninizdir.” Diyor Hazreti Peygamber (SAV). Onun emri her şeyin üstünde olmalıdır, yoksa hakkıyla inanmış olmayız.

Siz yalnız mı Müslümansınız? Neden sizden başka kimse camiye gidip ders vermiyor, Müslümanlık size mi kalmış, yoksa sizden başka Müslüman mı yok?

-Hayır, yalnız biz Müslüman değiliz. Böyle bir şey söylemekten Allah’a sığınırız.

Tüm insanlar aynı işi mi yapıyor? Senin işini yapmayan diğer insanlar sence insan değil mi? Ya da sen onlara göre insan değil misin?

Hepimiz Müslümanız, ama hepimiz aynı işi yapacağız diye bir kaide yok. İslam çok geniştir. Herkes bir tarafına tutunmuş. Biz her şeyimizle İslam’a hizmet etmeyi ve Rabbimizin rızasını kazanmayı istiyoruz. Bizim bulunduğumuz yerde olmayanların bize yanlış bakmaları onların sorunudur, bizim sorunumuz değil. Bizim hiç kimseyle bir alıp veremediğimiz yok. Biz camide Kur’an-ı Kerim dersi veriyoruz. Etrafımızdaki insanlara iyiliği emredip onları kötülükten men etmeye çalışıyoruz. İslami değerleri korumaya çalışıyoruz.

-Oğlum seni öldürecekler ya da yakalanacaksın, gençliğin cezaevinde geçecek, belki de cezaevlerinde sürüneceksin. … adlı örgüt sizin çalışmalarınızı kabullenmiyor. Şimdiye kadar sizden kaç kişi öldürdüler. Sizi yok etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Onlar yetmiyormuş gibi şimdi de devletin polisi habire size baskı yapıyor. Duyuyoruz, her gün birkaç camiyi basıp ders veren gençleri yakalıyorlar, onlara işkence yapıyorlar, cezaevine tıkıyorlar. Bu yol tehlikeli, kendini yakacaksın. Kendine acımıyorsan bize acı, senin yüzünden ya … adlı örgüt bize bir zarar verecek ya da devlet. Bunun da sorumlusu sensin.

-Ölüm Allah’ın emridir. “Her nefis ölümü tadacaktır, sağlam kalelerde de olsanız ölüm sizi yakalayacaktır” diyor Allah. Ölümden kurtuluş yok. Önemli olan ölmek değil, insanın nasıl öldüğüdür. Tüm değer yargılarını, şerefini, namusunu, haysiyetini en önemlisi dinini kaybederek ölmek var. Tam aksine hepsini korumak için de ölmek var. İnsan olan ikinci ölümü tercih eder. Bunun ötesinde ahiret var. Dünya hayatının hesabının görüleceği, cennet ve cehennemin ve Allah’ın rızasının olduğu yer var. Madem bunlar var, o zaman oraya bir hazırlık gerekmiyor mu?

Allah’a yemin ederim ki eğer bu isimlerini verdiğin mürtet örgüte ve sair zalim güçlere teslim olursak bizi dinimizden ve imanımızdan ederler. İşte o zaman hem dünyada hem de ahirette zelil oluruz.

-Oğlum onlar güçlüler, görmüyor musun? Her gün birilerini öldürüyorlar. Senin gibi toylar ne yapabilir? Resmi güçler de; camilerde ders vermenize müsaade etmiyor ve zaman zaman zor kullanarak sizi camiden çıkarıyorlar. Başımızı belaya sokacaksın. Kendin için korkmuyorsan bari bizi düşün.

-Bir Müslümanın Allah’tan başka kimseden korkusunun olmaması lazım. Onlar da bizim gibi insan ve ölümlü. Onlar bu toplumu İslam’dan uzaklaştırmak için çalışıyorlarken bizim oturmamız yakışık alır mı? Hazreti Resulullah (as)’ın hayatındaki mücadele hepimizin malumudur. Sahabelerin çektikleri… Allah; “İmanınızı deneyip sınamadan cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz?” diye buyuruyor. İman kalbe girdi mi muhakkak imtihan edilir. Hakiki iman ile suni iman arasındaki fark bu şekilde ortaya çıkar. Bugün benim için en önemli hizmet Kur’an-ı Kerim dersi vermektir. Ben bunu en iyi şekilde yapmaya çalışacağım.

-Dini getirmek size mi kaldı? Size ne el alemin çocuklarından kim ne yapıyorsa yapsın. Aramıza yeni adetler mi getiriyorsunuz? Siz de herkes gibi davranın. Bırak bu yolu, vazgeç bu sevdadan. Kur’an-ı Kerim dersi veriyormuş, adama bak! Camide ders vereceğine okulunu oku.

Hasan içi burkularak cevap vermeye çalışıyordu:

-Görmüyor musun, toplumumuz gün geçtikçe İslam’dan uzaklaşıyor. Gavurların adetleri her geçen gün aramızda yayılıyor. Kumar oynanıyor, içki içiliyor, zina başını almış gidiyor. Kızlarımız haya, ar nedir bilmez olmuş. Mahrem namahrem takmaz olmuş. Her geçen gün çıplaklık artıyor. Kimse bunlara ses çıkarmıyor. Bizim camide ders verip insanlara İslam’ı anlatıp onlara iyiliği emretmemiz mi insanların gözüne batıyor? Mürtet örgüt milletin kızlarını dağlara çıkarıp namusu ayaklar altına aldı. Resmi otorite kızlarımızı soyup buna modernleşme deyip namusu kaldırdı. Kimsenin umurunda değil. Niçin bunlara suskun kalıyorsunuz da ben ve benim gibi hiç kimseye zararı olmayanlara saldırıyorsunuz?

-Ya dediğimi yapar bu işten vazgeçersin ya da evimi terk edersin. Senin yüzünden başımı belaya sokamam. Hemen şimdi kararını vermelisin.

-Ben kararımı bu yola baş koyduğumda verdim. Allah dini için canımdan geçmişim, sizden mi geçmeyeceğim? Allah’ın üzerimdeki hakkı seninkinden daha fazladır. Ben yolumdan dönmem. Eğer gitmemi istiyorsan giderim.

Sonunda olan olmuş babası onu kovmuş, o da Allah’a ve Resulüne hicreti tercih ederek evini terk etmişti. Ne kadar dolaştı o da bilmiyordu. Saatlerce kendinde olmadan topluma acıma duyguları içinde, dalgın dalgın yürüdü. Birden kendine geldi, mezarlığın içindeydi. Niçin gelmişti, ne zaman gelmişti, bir an düşünüp hatırlamaya çalıştı. Etrafına baktı, mezarlara baktı. Tek tek önündeki mezarların isimlerini okudu. Refik DT. ÖT. .. Mehmet DT. ÖT. .. Hızni DT. ÖT. .. Başını elleri arasına alıp buraya niçin geldiğini hatırlamaya çalıştı. Nafile, bir türlü hatırlayamıyordu. Peki ama niçin gelmişti? Bir la havle çekti, tekrar çekti, şeytandan Allah’a sığındı. Yok yok yok.. Hatırlayamadı. Yürümeye başladı. Tek tek mezarları geçiyor ve isimlerini okuyordu. Birden tanıdık bir isim gördü. “Evet, ah kafam ne de akılsızım. Babam kafamda akıl bırakmadı ki” diye mırıldandı. Her sıkıldığında bu mezarlığa gelir burada yatan şehitlerle bilhassa can dostu … ile söyleşir içini dökerdi. Bugün yine öyle olmuştu. O dalgınlıkla ayakları onu buraya getirmişti. Tek tek şehitleri ziyaret edip fatiha okuyup dua etti. En son can dostunun yanına gelip selam verdi. Fatiha okudu, baş ucuna oturup; “Yine seni sıkmaya geldim. Bu davanın hak olduğunun canlı şahidisin sen. Kanınla bunu kanıtladın. Seninle konuşmayacağım da kiminle konuşacağım. Bu arada sana bir haberim var. Bugün hicret ettim. Yanlış duymadın, hicret. Benim için dua et. Artık sık sık seni rahatsız ederim. Biliyor musun, geldiğimde birkaç mezar taşı okudum. Üzerlerinde DT. ÖT. Yazılıydı. Demek insanlar ancak bir çizgi kadar yaşayabiliyorlar. Buna rağmen ibret alınmıyor. İnsanlar bu mezarlara gelmiyorlar mı? Şayet geliyorlarsa ibret almıyorlar mı? Almıyorlar, şayet alsalardı İslam bugün bu halde olmazdı. Dünyanın cazibesine dalınmış, sanki ölmeyecekler, ölüm onlara yetişmeyecek. Bizi ölümlü kendilerini ölümsüz sanıyorlar. Bize; “Camiye gitmeyin sizi öldürür ya da yakalarlar” diyorlar. Güzel arkadaşım, kalk da Rabbinin katında gördüğün güzellikleri anlat. Allah yolunda öldürülmenin güzelliğini anlasın herkes. Ölümsüzlüğün ölümde olduğunu bilsinler, öğrensinler ki yaşamak için ölmek, ölmek için de yaşamak gerektiğini anlasınlar.” Dedi.

Arkadaşıyla hem dertleşiyor, hem de yaşadıkları güzel anıları anlatarak bazen gülüyor, bazen de hüzünleniyordu.

Onlar bizim anlayamayacağımız bir iletişim içindeydiler. Şehit arkadaşı da onunla konuşuyordu. Çünkü Hasan’ın anlattıklarının yönünün değişmesi bunu gösteriyordu. Evet konuşup sohbet ediyordu her iki arkadaş. Belki de şehit arkadaşı Hasan’a bulunduğu yerin güzelliklerini de anlatıyor ve güzel mekanından haber veriyordu. Sonra aniden kendine geldi Hasan. Belli ki arkadaşı iletişimi kesmişti. Ama niçin? Hiç böyle yapmazdı. Hasan “Ben kalkıyorum demedikçe” diyalogu kesmezdi. Muhakkak önemli bir şey olmalıydı. Ne olabilirdi acaba, bir müddet düşündü, düşündü. Aniden saatine baktı. “Subhanallah, camide ders verme zamanına az kamış. Hemen gitmezsem yetişemem. Demek beni alıkoymamak için kesti. Allah razı olsun” diyerek ayağa kalktı. Bir avuç toprak alarak; “Biliyorum çok misafirperverdin. Bu huyunu bildiğim için bir avuç toprağı ikramın olarak alıyorum. Yanındakilere selamımı söyle. Bana dua edin, sizin yanınıza geleyim.” Diyerek yavaş yavaş uzaklaşmaya başladı. Bir ara durdu. Geriye dönüp “inşallah kısa bir süre sonra buluşuruz. O zaman uzun uzun konuşuruz.” Dedi gülümseyerek. Hızlı adımlarla camiye doğru yöneldi. Babası ile yaşadığı acı olaydan sonra mezarlık ziyareti ona iyi gelmişti. Rahatlamış bir vaziyette camiye vardı.
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 11:54
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...BÖLÜM 9

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Selamun aleyküm ve rahmetullahi ve berekatuhu , diyerek selam verdi arkadaşlarına Hasan.

Selamını misliyle karşıladı Hamdullah ve Hüseyin. Öğrenciler daha gelmemişlerdi. Hamdullah ve Hüseyin erken gelmiş camiyi temizlemiş ve oturup sohbet ediyorlardı. Her gün bu saatte tüm işlerini bırakıp camiye ders vermeye gelirlerdi. Hamdullah lise, Hasan üniversite öğrencisi olup hem okul okuyorlar, hem de cemide ders veriyorlardı. Hüseyin’in ise babasıyla beraber işlettikleri manifaturacı dükkanları vardı. Hüseyin evli ve üç çocuk babasıydı. Babası Hacı Abdullah ile aynı evde oturuyordu. Askere gitmeden evvel evlenmiş ve askerde iken ilk çocuğu Selman doğmuştu. İki yıl sonra ikincisi ve kaç ay önce de üçüncüsü doğmuştu. Her iki genç arkadaşıyla camide ders vermeye katılır ve “dünyada sevdiğim en güzel iştir” derdi. Hasan’ın dalgınlığı dikkatlerinden kaçmamıştı. Abdest almaya giden Hasan’ın dönmesini beklediler. Abdest alıp gelen Hasan iki rekat namaz kılmak için kıbleye yönelip tekbir aldı. Uzun bir kıyamdan sonra rüku ve secdeler de uzundu. Belli ki Rabbi ile söyleşiye dalmıştı. Namazını bitirip dua için ellerini kaldırdığında… Belki de yeni imtihanı için Allah’tan yardım istiyordu. Namazını ve duasını bitirip arkadaşlarının yanına geldi.

-Nasılsın Hasan, durumun iyidir inşallah, diye sordu Hüseyin.

-Hamd olsun abi iyiyim. Hiç bu kadar iyi olmamıştım.

-Hayrola keyifsiz gibisin, bir şey mi var? Anlatmak ister misin? Diye sordu Hamdullah.

-Evet anlatmak isterim. Hayatımın en önemli olaylarından birini yaşadım. Bunun için bir taraftan sevinçliyim, bir taraftan da üzgünüm.

-Hayra yorumlayalım ki hayırlı olsun. Dedi Hüseyin.

-İnşallah benim için hayırlıdır. Bugün babamla yine tartıştık. Bir türlü anlamıyor, ya da anlamak istemiyor. İlla ki camiye gidip ders vermeyeceksin diyor. Bu konuda sabah tartıştık, ben her şeye rağmen camiye gidip ders vereceğimi söyleyince beni evden kovdu. Yani anlayacağınız bugün benim hicretimin ilk günü.

Bunu duyunca iki arkadaşı ayağa kalkıp tebrik amaçlı onu kucaklayıp yeni imtihanında başarılı olması için dua ettiler.

-Hicret, insan hayatının dönüm noktalarından birisidir. Ortama ve şartlara göre değişiklik arz edebilir, ama hicretin ruhunda ayrılık, terk etme ve neticede kavuşma vardır. Bir şeyleri terk eder ayrılırsın, ama başka bir şeye kavuşursun. Bu anlamda aileni terk etmen senin için bir hicrettir. Çünkü o terk ediş nefsi değil, İslam davası amaçlıdır. Bu anlamda hicretin belki değişik olmuştur, ama özünde ayrılık ve birliktelik vardır. Diyerek arkadaşına destek olmaya çalıştı Hüseyin.

Üç arkadaş öğrencilerini beklerken bu yeni gelişme üzerine sohbete dalmışlardı.

Hamdullah:

-Çok garip bir şey dedi. Evet o kadar garip ki yaşadıklarımızı inanın ben bile bazen anlayamıyorum. Asr-ı Saadette sahabelere baskı yapan aileler müşriktiler, ayrı dinden olduklarından haliyle karşı çıkıyor, Müslüman olan çocuklarını dinlerinden döndürmek için baskı yapıyorlardı. Onları anlamak o kadar zor değil, ama bu günü anlamak çok zor. Bizim ailelerimiz Müslüman, namaz kılıp oruç tutuyorlar, İslam’ın emirlerine uyuyorlar. Buna rağmen bize uyguladıkları baskıyı anlayamıyorum. Bir Müslüman kafirlerden korktuğu için dininden taviz veremez. Biz camide Kur’an-ı Kerim dersi verdiğimiz için bize baskı uygulanması kadar bence garip bir şey yok.

Hüseyin:

-Allah Resulü (SAV); “Din garip geldi, garip gidecek, müjdeler olsun o gariplere!” diyor. Evet bugün din garipleşmiş, kumar oynamak, içki içmek, faiz yemek, fakir fukaranın malını gasp etmek, zina etmek, yalan söylemek serbest olduğu halde ve bunları yapanlar kınanmadığı halde, sırf Allah rızası için İslami bir çalışma içine giren, sadece “içinizde iyiliği emredip kötülükten men eden bir cemaat bulunsun” şeklindeki Allah’ın açık emrine uyarak toplumu ıslah etmeye çalışan ve Kur’an-ı Kerim dersi veren insanlar kınanıyor ve yaptıkları yasaklanıyor. Hem de Müslüman bir toplumda oluyor bütün bunlar. Dedi.

Hasan yumuşak, sakin ve düşük bir ses tonuyla:

-Eğer nimetin değeri anlaşılmazsa ve o nimete şükredilmezse, Allah o nimeti alır. Bugün bu nimetin değeri bilinmiyor. Bu güzel insanlar horlanıp dışlanıyor. Şayet bir gün Allah bu nimeti bu toplumun içinden alırsa o zaman çok geç olacak. Bugün bize baskı yapanların mezarları başında Kur’an-ı Kerim okuyacak çocukları olmadığında onlar için hayırlar yapan, üzerlerine fatiha okuyan çocukları olmadığında iş işten geçmiş olacak. Umarım Allah bu nimeti bu toplumun içinden almaz. Hasetçiler nimete haset edecekler ve onun yok olmasını isterler. Bunun için resmi otorite bugün camilere yoğun baskı yapıp Kur’an-ı Kerim derslerini yasaklıyor. Kur’an-ı Kerim’le büyüyen binlerce insan bu zulme bir gün mutlaka dur diyecek. Bunu bildikleri için insanları işkenceden geçirip cezaevine atıyorlar. Camilere baskın yapıp çocukları dağıtıyorlar. Nasıl ki mürted örgüt, İslam’ın ayak seslerini duyduğunda saltanatının yok olacağını anladı. İşte o zaman Müslümanları şehit etme yoluna gitti. Küfrün hedefi hep İslam olmuştur. Bu böyle gelmiş, böyle gidecek, dedi.

Onlar sohbet ederlerken öğrencileri de gelmeye başlamışlardı. Sadece erkek öğrencilere ders veriyorlardı. Kızlar bayan hocalardan ders alıyorlardı. Ders vermeye başladı, üç arkadaş. Tek tek öğrencilerle ilgileniyor, aldıkları dersi anlamaları için defalarca tekrarlıyorlardı. Dersten sonra hicreti anlattı, Hasan. Mekke’den Medine’ye hicreti… Anlatırken gözleri doldu. Çünkü muhacirleri daha iyi anlıyordu bugün. Hicret… Ayrılık… Anneden, babadan, yardan ve serden geçerek o güzel Resul (SAV)’e kavuşmak…
Bir minibüsle gelmişti polisler. Üç kişi içeri girmiş, ikisi dışarıda kalmıştı. Cami avlusundaydılar. Biri sol tarafta bulunan tuvalet bölümüne yöneldi. Tuvaletlere gitmeden önce tuvaletçi kulübesine baktı. Kimse yoktu. Kulübedeki tuvalet parası alan yaşlı adam yoktu bugün. İyi ki de gelmemişti. Yoksa ağır bir sorgulamadan geçirilirdi. Tuvaletlerin bulunduğu bölüme girdi iri yarı, esmer, 1.80 boylarında, çam yarması gibi cüsseli polis. Kıvırcık saçları, büyük bir burnu vardı. Konuşurken ağzını fazla oynattığından tükürük saçardı. Elindeki otomatik tabancayı bir eline alıp öteki eliyle tek tek kapıları açıyor, kimsenin olup olmadığını kontrol ediyordu. Kapılardan birisinin açılmadığını görünce; “Kim var içerde?” diye bağırdı. İçerdeki ses etmeyince; “Ben polisim, hemen çık seni bekliyorum.” Deyip silahı iki eliyle tutarak savunma pozisyonuna girdi. Her an saldırıya uğrayacakmış gibi bir vaziyet içine girip beklemeye başladı. Kısa bir süre sonra tuvaletten yaşlı bir adam çıktı. Yaşlılıktan beli bükülmüş, elleri kolları ve bacakları da zayıfladığından zar zor yürüyordu. Polisi görünce; “Ne istiyorsun, neden kapımı çalıp bana çık dedin. Girecek başka tuvalet bulamadın mı?” deyince polis; “Ben polisim amca, terörist arıyorum terörist” dedi. Bunu duyan yaşlı adam “Terörün camide ne işi var?” deyip söylene söylene tuvaletlerin bulunduğu bölümden çıktı. Abdest almak için camiye girdi. Şadırvan, caminin içinde bulunuyordu. Fazla büyük değildi camii. Mahalle sakinlerini ağırlayacak kadar vardı. Taştan yapılmış bir tane de minaresi vardı. Hani şu özel kesilmiş sarı taşlardan. Tarihi olmasa da öyle sayılırdı. Keresteden yapılmış bir minber ve imamın vaaz için üzerine çıktığı bir bölme de vardı. İkinci katı da vardı. Tabii geniş balkonlar şeklinde yapılmıştı. Caminin her iki yanından gidiliyordu bu ikinci kata. Özel bir de bölme vardı. Kışın orada namaz kılıyordu cemaat. Çünkü orası daha sıcaktı.

Halıları henüz yeni alınmıştı. Seccade şeklinde birbirine yapışık uzun tüylü olanlardandı. Camiye gelen ahaliden ve zenginlerden toplanmıştı halıların parası. Küçük avlusunun sağ tarafında bir oda vardı. O oda Kur’an-ı Kerim dersi okuyan kız öğrencilerine tahsis edilmişti. Küçüktü, ama olsun, hiç yoktan iyiydi. Küçük olduğundan kışın sıcaktı. Yazları ise camide okuyorlardı. Çünkü, çok sıcak olduğundan öğrencilerin sıkılmasına neden oluyordu. Mevsim kış olduğundan öğrenciler bu odadaydılar. Tuvalet bölümüne bakan iri cüsseli polis bahçeye gelerek amirine; “Kimse yok amirim, temiz.” Deyip amirinden gelecek ikinci emri beklemek üzere kenara çekildi. Arkadaşları arasında cellat olarak tanımlanan komiser kısa boylu, göbekli, başının tepesi kel, bıyıklarının uçları yandan uzun, sarışın, mavi gözlü, sanki içki içmiş gibi her zaman gözleri kırmızı, uzun burunlu, kalın dudaklı biriydi. Sağ elinde bir telsiz vardı. Sırtında bir deri mont vardı. Ayağında ise asker potinlerini andırır bir bot giymişti. Rapor veren polise; “Tamam bekle” diye sert bir ses tonuyla emir verip üçüncü polisin camiden çıkmasını beklediler. Camiyi didik didik arayıp orada namaz kılanların kimliklerini kontrol ettikten sonra dışarı çıktı diğer polis. Amirinin yanına gelip; “Kimse yok amirim temiz” deyip kenara çekildi.

Hatice ve arkadaşları hiçbir şey olmamış gibi öğrencileriyle ilgilenmeye devam ediyorlardı. Hatice namazın nasıl kılınacağını bilmeyen öğrencilere bizzat kendisi pratikte göstermek için kalkmış, namaz kılar gibi hareketlerini yapıyor, daha sonra her hareketin adını söyleyerek öğrencilere öğretmeye çalışıyordu. Bir öğrenci kalkmış namaz hareketlerini yapıyorken aniden içeri iri yapılı polis girdi. Polisin girdiğini gören bazı küçük yaştaki öğrenciler çığlık atmaya başladılar. Diğer bazıları da polis! Polis! diye bağırmaya başlamıştı. Çocuklara göre o kadar
iri yarıydı ki çocukların çoğu onu canavar sanmış ve belki de o yüzden bağırmışlardı. Onun girmesiyle komiser ve diğer polis de içeri girdi. Ayakkabılarla girdiklerini gören Hatice:

-Kimsiniz, ne istiyorsunuz? Hem ayrıca siz evlerinize ayakkabılarla mı giriyorsunuz? Biz burada namaz kılıyoruz. Dedi.

Komiser öfke ile ve sert bir ses tonu ile konuştu:

-Bu gevezelik yapan da kim? Gel bakalım buraya, siz çocuklar! Hemen dışarı, hiç kimse kalmasın.

Komiserin azarlayıcı ve sert sözlerine rağmen öğrenciler yerlerinden kıpırdamamıştı.

-Hey! Size söylüyorum, çabuk dışarı, diye daha yüksek bir sesle bağırdı. Öğrenciler hocalarına bakıp onlardan gelen izni bekliyorlardı.

-Kimsiniz, ne istiyorsunuz, hem ne hakla öğrencileri dışarı çıkarıyorsunuz? Deyince Komiser:

-Kim miyiz? Biz kanunuz, devletiz, azrailiz, bizden hesap mı soruyorsun? Alırım ayaklarımın altına seni. Çıkın çabuk! Yoksa hepinizi karakola götürürüm. O zaman aklınız başınıza gelir. Copları tattığımız zaman dünyanın kaç bucak olduğunu anlarsınız.

Komiserin yanında bulunan küçük bir öğrencinin; “Bizden ne istiyorsunuz, biz Kur’an-ı Kerim okuyoruz, çıkmayacağız” sözünü duyan komiser öfkeyle çocuğa öyle bir şamar patlattı ki çocuk tokatla yere kapaklandı. Bununla beraber burnu ve ağzı da kanadı.

-Pi..! çocuk mocuk demem hepinizi burada dayaktan geçiririm. Çıkın çabuk! Diye tekrar bağırdı komiser.

Hemen küçük öğrencinin yanına koşan Hatice, bir yandan kızcağızın kanını ve gözyaşlarını siliyor, bir yandan da;

-Sende acıma yok mu, parmak kadar çocuğa vurulur mu, Allah’tan korkmadın mı?

“Çıkarın şunları, çabuk olun!” diye diğer iki polise emir verdi komiser. Bu emir üzerine polisler ayakkabılarla halılara basıp küçücük çocukların kollarından tutarak çıkarmaya başladılar. Çıkmak istemeyenleri de dövüyor ve zorla çıkarıyorlardı.

-Bırakın! Ne yapıyorsunuz? Siz Müslüman değil misiniz? Burada Kur’an-ı Kerim okunuyor. Buraya kirli ayakkabılarla girmeniz yetmiyormuş gibi şimdi de küçücük çocukları mı tartaklıyorsunuz? İsrail’de mi yaşıyoruz?” diyen Zehra’ya komiser sert bir tokat indirince Zehra;

-En iyisi mi siz silahlarınızı doğrultup ateş edin. Bu daha iyi olur. Sonra da “birkaç terörist öldürdük” dersiniz, dedi.

-Alın şunu bu çok gevezelik yaptı. Bunu bu akşam karakolda terbiye edelim, aklı başına gelir.

Bu emri duyan iki polis, Zehra’yı almak için geldiklerinde Sümeyye ve Hatice önlerini kesti.

-Ne istiyorsunuz, hiçbir yere götüremezsiniz. Ne yaptı ki? Deyince onları tutuklamak isteyen polislere bu sefer öğrencilerden büyük küçük hepsi karşı çıkıp hocalarını korumak için önlerini kestiler. Bunu gören komiser:

-Bırakın onları (sakinleşmiş gözükerek) bakın biz emir aldık, burada ders vermek yasak. Onun için burayı boşaltın. Yoksa olacaklardan sorumlu değilim, dedi.

-Nasıl olur, Müslüman bir memlekette Kur’an-ı Kerim dersi verip, almak yasak mı? Öfkeden gözleri şimşek çakıyordu.

-Evet yasak. Yasalar böyle. Camilerde Kur’an-ı Kerim dersi vermek yasak.

-Ama biz Müslümanız. Kutsal kitabımız olan Kur’an-ı Kerim okumak zorundayız. Yoksa dinimizi nasıl öğreniriz?

-O benim sorunum değil, onu siz düşünün. Ben aldığım emri uygularım. Şimdi hemen burayı boşaltın. Bir daha da sizi burada görmeyeyimYoksa bu seferki kadar yumuşak olmam, hepinizi coplu dayaktan geçiririm. Bununla da kalmam, karakola götürüp orada güzel bir terbiyeden geçiririm!...

Gürültüler üzerine camide namaz kılan birkaç yaşlı dışarı çıkarak şaşkınlık içinde olanları izlemeye başlamıştı. Polisler kız çocukları çekiştirerek dışarı çıkarıyor; “Bir daha camiye gelmeyin” diye de tehditlerde bulunuyorlardı. Yaşlı adamlardan biri dayanamayıp; “Allah’tan korkun, bu çocuklar Kur’an-ı Kerim okuyor, namaz öğreniyor, hepsi de çok terbiyeli kızlar. Ne diye onları çıkarıyorsunuz? Siz Müslüman değil misiniz?” deyince komiser; “Sen karışma, gir camine, namazını kıl. Biz ne yaptığımızı biliyoruz” dedi. Yaşlı adam gün görmüş biriydi. Zamanında çekilen acıları biliyor ve görmüştü. Kendisi de Kur’an-ı Kerim’i gizli okuyup öğrenenlerdendi. Bunun için tekrar komisere yönelerek; “Burası Müslüman memleketidir. Müslüman memleketinde Kur’an-ı Kerim okunur. Yine camileri kapatmak mı istiyorsunuz?” karşılığını verince komiser sinirlenmişti:

-Kur’an-ı Kerim’i gidip evde okusunlar. Camide ders vermek yasak. Emir aldım, kesinlikle burada ders verilmesine izin vermeyeceğim.

-Kur’an-ı Kerim dersi camide verilir.

-Sen fazla oldun. Yaşlı maşlı dinlemem çekerim karakola. Bakalım o zaman da böyle konuşacak mısın? Sesi yükselmişti komiserin.

-Utan utan, baban yaşındayım, beni karakola çekip dövmekle tehdit ediyorsun. Senden de polislerinden de korkmuyorum. Kur’an-ı Kerim için canım feda olsun. Bu çocukları rahat bırak. Senin anan, baban sana böyle mi terbiye vermiş?

-Alın şunu minibüse, bunun iyi bir derse ihtiyacı var, diye bağırdı komiser.

Bu sözüyle yaşlı adamı ite kaka minibüse bindirdiler. Öğrenciler ve hocalarını da tartaklayarak dışarı çıkarıp içeri daldılar. Ellerine ne geçtiyse arama bahanesiyle yerlere savurup odayı darmadağın ettikten sonra yaşlı adama da; “Bu seferlik seni götürmüyorum. Ama başka sefere karşıma çıkarsan yaşlı falan demen seni bir güzel haşlarım ona göre” deyip serbest bıraktıktan sonra minibüse binip hızla uzaklaştılar.

Üç arkadaş, polisler gittikten sonra tekrar camiye dönüp ders verdikleri odayı toparlayıp temizlemeye başlamışlardı. Hem temizliklerini yapıyor, hem de aralarında değerlendirme yapıyorlardı. Bu arada öğrencilerine; “tekrar ders yapacağız, hepiniz gelin” demeyi de ihmal etmemişlerdi. Zaten öğrencilerin çoğu tekrar camiye dönmüş, onlara temizlikte yardım ediyorlardı.

-Hocam bunlar bizden ne istiyorlar? Biz kötü bir şey yapmıyoruz ki, Kur’an-ı Kerim öğreniyoruz.

-Evet canım, kötü bir şey yapmıyoruz. Bunlar kendilerini başkalarına yarandırmak için böyle yapıyorlar.

-Ama hocam, onların dini de İslam değil mi? Diye sordu diğer bir öğrenci.

-Sözde öyle, hatta bir çoğu İslam’ı herkesten daha iyi biliyorlar. Ama zalimlere yaranmak isteyen büyüklerinin emirlerini yerine getirmekten geri kalmıyorlar. Bunların ağızları ile kalpleri bir değil.

-Hocam biz yine de geleceğiz, bizi yakalasalar da gelip Kur’an-ı Kerim dersini alacağız ve vereceğiz. Onlardan korkmuyoruz.

Temizlik bitmiş, ertesi gün tekrar gelmek üzere öğrenciler dağılmışlardı. Üç arkadaş da hazırlanmış, çıkıyorlardı. “Ne yapıyoruz” diye sordu Zehra. “Programımızı biliyorsun, gelmeyen öğrencilerimizin ailelerini ziyaret edecektik. Daha sonra da bize gideriz” dedi Hatice.

Hep beraber önce hasta olan öğrencilerinin evine gittiler. Kapıyı küçük Selma’nın annesi açtı.

-Buyurun kimi sormuştunuz? Diye sordu evin sahibi.
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 11:57
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...BÖLÜM 10

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
-Biz Selma’nın Kur’an-ı Kerim hocalarıyız. Hasta olduğunu duyduk. Bir ziyaret edelim dedik.

Ev sahibesi memnun olmuştu. Onları içeriye davet edip hastanın yattığı odaya aldı. Küçük Selma fena halde soğuk almıştı. Bu yüzden bademcikleri şişmiş, bu iltihaplanma sebebiyle yatağa düşmüştü.

-Hastamız nasıl bakalım? Maşallah iyileşmiş görünüyor, diyerek hastanın yanına oturdular.

-İyiyim hocam.

-Doktor iğne vermiş. Hastalıktan çok, iğneden korkuyor dedi annesi.

İnşallah iğneleri yaparsa çar çabuk iyileşir ve tekrar aramıza gelir. İlaçlarını kullan, iyice dinlen ki çabucak iyileşip aramıza gelesin tamam mı? Dedi Sümeyye gülümseyerek.

-Tamam hocam.

Hastanın durumunu sorup biraz onunla konuştuktan sonra diğer odaya geçip annesiyle sohbete başlamışlardı. Biraz Selma’dan ve ders durumundan konuşup ne kadar başarılı bir öğrenci olduğunu anlattılar. Annesi anlatılanları dinledikçe yüzünde memnunluk ve mutluluk belirtileri oluşuyordu. Kızının başarısı onu epey sevindirmişti.

-Allah sizlerden razı olsun. Sizin gibi gencecik kızlar boş şeylerle uğraşmak yerine camiye gidip ders veriyorlar ya. Bu çok güzel bir şey. Sizin sayenizde çocuklarımız Kur’an-ı Kerim okumasını öğreniyorlar. İnanın utanmasaydım ben de gelirdim. Ama bizden geçti.

-Neden? Öğrenmenin yaşı yoktur. Gelirseniz çok memnun oluruz dedi Zehra.

-Yok kızım yok. Siz bizim çocuklara iyi bir İslami terbiye verin yeter. Biz de size dua edeceğiz.

-İnşallah ders vermekten vazgeçmeyiz. Bu halkın çocuklarına Kur’an-ı Kerim öğretmekte kararlıyız. Yeter ki çocuklar gelsin dedi Hatice.

Biraz Müslümanın yükümlülükleri, yapması gerekenler, imanın amele dökülmesi konularında ayet ve hadislerle ve sünnetten örnekler getirerek bir müddet sohbet ettikten sonra;
-Müsaadenizle biz artık kalkalım. Hasta ziyaretinin kısa olanı makbuldür biliyorsunuz. Hem ayrıca habersiz geldiğimiz için de bizi bağışlarsınız. Hasta olduğunu duyunca hemen gidelim dedik dedi Hatice.

-Biraz daha otursaydınız, ne güzel sohbet ediyorduk, aceleniz ne?

-İnşallah başka bir sefere geliriz.

Hazırlanan üç arkadaş tekrar küçük Selma’yı görüp ona şifa dileklerinde bulunduktan sonra evden ayrıldılar.

Ziyaretleri çok faydalı geçmişti. Hem zaten hasta ziyareti sünnetti. Sünnet olduğu için muhakkak faydalıdır. Ziyaret edecekleri iki ev daha vardı. Öğleye de bir saat kalmıştı. “İstiyorsanız Perihan’ın da ailesini ziyaret edelim. Diğer evi de artık öğleden sonra ziyaret ederiz” teklifinde bulundu Hatice. Bu teklif kabul gördü. Hemen Perihan’ın evine yöneldiler. Evleri caminin iki sokak ötesindeydi. Zehra kapıyı çalınca genç bir kız karşılarına çıktı.

-Buyurun kimi aramıştınız?

-Biz Perihan’ın Kur’an-ı Kerim hocalarıyız. Bu gün gelmemişti merak ettik. Acaba hasta falan mı bir soralım dedik dedi Hatice.

-Bir dakika annemi çağırayım. Anne!... Gelir misin?

Genç kızın seslenmesiyle 40 yaşlarında başında yazma bulunan, geleneksel kıyafetli bir bayan geldi. Karşısında üç çarşaflı görünce ürktü. Korktuğu her halinden belliydi. Bu korkunun sebebini ise o biliyordu.

-Hayrola ne istemiştiniz? (xére hwun çı dıxwazın?)

-Perihan için gelmiştik.

-Perihan artık gelmeyecek, onu göndermiyoruz.

-Ama neden, bir sorun mu var, memnun değil misiniz, ya da birileri mi engel oluyor?

-Yok kızım yok göndermiyoruz. (Seré xwe naxın belayé) Başımızı belaya sokamayız, onun için de göndermiyoruz.

Bu arada ev sahibesi kendilerini içeri davet etmemiş, kapı eşiğinde konuşuyorlardı.

-Kur’an-ı Kerim okuyacak, yarın öbür gün yasinler okur, namaz kılar. Hem zaten Müslümanlar olarak çocuklarımıza Kur’an-ı Kerim öğretmemiz lazım. Dünyanın masrafını yapıp okula gönderiyorsunuz. Kur’an-ı Kerim dersinde ise hiçbir masrafınız gitmiyor. Ayrıca dinlerini öğreniyorlar. Yazık değil mi şimdi göndermiyorsunuz?

-Kurban, vallah korkuyoruz. (Kurban, wallah em dıtırsın.) Bizi tehdit ediyorlar. Camiye çocuklarınızı göndermeyin (jı mer dıbén zaroké xwe neşinın camiyé) diyorlar.

-Kimdir sizi tehdit eden? Hem zaten ölüm Allah’ın elinde, onların değil. Bizim Allah’tan korkmamız lazım, onlardan değil. Bu kadar korkak olmamalıyız.

-Kızım A…ciler bizi tehdit ediyorlar. “Çocuklarınızı camiye göndermeyin” diyorlar. Hem şimdi buraya gelmeniz bile bizim için tehlikedir. Şimdi dedikodu yapıp diyecekler; “Çarşaflılar evlerine gelmiş” (keçam A… Me tehdit dıkın. Dıbén zaroké xwe neşinın camiyé. Ana vun hatın vıra, jı bo me tehlukeye. Wé bén so.. hatın mala wan.) onun için sizi eve almaktan bile korkuyorum. Bunun için kızım kusura bakmayın. Vallahi çocuklarımızı göndermek istiyoruz. Sizden hiçbir kötülük görmedik. Hatta iyiliğiniz dokundu. Siz çocuklarımıza Kur’an-ı Kerim dersi veriyorsunuz. Bundan daha büyük iyilik olur mu? Yalnız korkuyoruz.

Deyip genç kızları nazikçe geri çevirdi. Bu ziyarete üzülmüşlerdi. Göndermek istedikleri halde mürted örgütün tehditleri onları frenliyordu. Hatta uzaklaştırıyordu. Ama olsun, bu onların azmini kırmayacak, bilakis perçinleyecekti. Çünkü hak geldiğinde batıl zail olurdu.

Bu ziyaretleri kısa sürdüğünden programlarını değiştirip üçüncü öğrencinin evini ziyaret etmeye karar verdiler. Yönlerini oraya yöneltip ilerlediler. Defalarca zili çalmalarına rağmen kapıyı açan olmamıştı. Onları kapıda beklerken gören bir çocuk; “Abla onlar dün gittiler. Evde kimse yok” deyince Zehra; “Peki nereye gittiklerini biliyor musun?” diye sordu. Çocuk, bilmediğini söyledi.Oradan da ayrılarak evlerine doğru yönelip, ertesi gün cami tatil olduğundan Hatice’nin evinde bir araya gelmek için anlaşıp, selamlaşarak ayrıldılar. Zorlu ve yorucu bir günün ardından, eve gelen Hatice günün yorgunluğunu üstünden atmak için önce bir abdest alıp, iki rekat namaz kıldı. Namazdan sonra odasına çekilip bir müddet Kur’an-ı Kerim okudu. Kızının yorgun ve üzgün halini gören Zeynep hanım meraklanmış, ama bir şey sormamıştı. Dinlenmesini beklemiş “daha sonra konuşurum” diyerek işlerine devam etmişti. Kur’an-ı Kerim’i okuyan Hatice odadan çıkarak annesinin bulunduğu mutfağa geçti; “Kolay gelsin anne” diyerek annesine yardım etmek için “yapabileceğim bir şey var mı?” diye sordu. Kızının teklifini; “Sağ ol kızım, yapacak fazla bir şey yok. Namazdan sonra yemeği hazırlarız. O zaman yardım edersin” diyerek geri çeviren Zeynep hanım yorgun görünen kızını daha fazla yormak istemedi. “Acaba ne olmuş” diye düşünüyor, Hatice’nin sessizliği onu büsbütün meraklandırıyordu. Sonunda dayanamadı.

-Hayırdır inşallah, çok yorgun ve solgun görünüyorsun. Önemli bir şey yoktur umarım.

-Yok anne, merak edilecek bir şey yok. Bazı öğrencilerimizin ailelerini ziyaret ettik. Herhalde fazla ayakta kaldım ondan olsa gerek.

-Peki kızım, sen bilirsin, ciddi bir şeyin olmaması beni sevindirir.

Bu arada küçükler okuldan gelmiş, hazırlanan yemeği hep beraber yiyorlardı. Orta okul okuyan Selçuk;

-Abla bu gün camiyi polis basmış doğru mu? Gelirken yolda çocuklar anlatıyordu, dedi.

Selçuk’un bu sözü üzerine Zeynep hanım;

-Doğru mu kızım? Solgunluğun bundandı demek, neden anlatmadın? Dedi.

-Anlatıp da sizi üzmek istemedim.

-Nasıl oldu peki?

-Ders veriyorduk, birden içeri iri yarı dev gibi bir adam girdi ve “Biz polisiz, burayı arayacağız, hemen burayı boşaltın” dedi. O bunu söylerken ardından iki kişi daha girdi. Tabii biz çıkmadık, Kur’an-ı Kerim dersi verdiğimizi söyledik. Bu sefer kısa boylu olan herhalde komiserleriydi; “Kur’an-ı Kerim dersi vermek yasak hemen dışarı çıkın” diye bağırdı.

Hatice olanları biraz da özetleyerek annesine anlatmaya başladı. Küçük öğrenciyi nasıl dövdüklerini, Zehra’yı nasıl tokatladıklarını, öğrencileri tartaklayarak zorla nasıl çıkardıklarını, ayakkabılarla içeri girip dağıttıklarını, yaşlı adamı az daha götüreceklerini… Olanları özetleyerek anlattı. Küçük kızdan söz ederken gözyaşlarını tutamamıştı.

-Bir görseydin anne, o küçük çocuğa vurduğu tokadı… büyük birine vursaydın kesin bayılırdı. Ağzı burnu kan içinde kaldı. Öyle için için ağ…sözünü bitiremeden gözyaşlarına boğulmuştu Hatice. Zaten doğru dürüst yemek de yiyememişti. Küçük çocuğun ağlayıp ona sarılışını unutamıyordu. “Siz ne de yapsanız biz yine de camiye gelip ders vermekten vazgeçmeyeceğiz” dedi kendi kendine.

Annesi de duygulanmış, o da gözyaşlarını tutamamıştı. Sırf camide ders verip ders aldıklardı için küçük çocuklar ve gençler dövülüyor, dershaneler kapatılıyordu. Bu olanlar da nüfusunun yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir memlekette yaşanıyordu. Misyoner ve Siyonistlerin çalışmaları, dinlerini yaymaları serbest olduğu halde Müslümanlar çeşitli yaftalarla damgalanarak İslami çalışmaları engellenmişti. “Demek böyle bir ülkede yaşıyoruz” diye mırıldandı Zeynep hanım.

-Daha sonra ne yaptınız kızım?

-Polis gittikten sonra öğrencilerimizin çoğunun da yanıma gelmesiyle dershanemizi temizleyip toparladık. Gerçi halılarımız kirlendi, inşallah onları da bir ara yıkarız.

-Peki ya ders, devam edeceksiniz tabii…

-Ne demek, vazgeçer miyiz? Bizler Muhammed (SAV)’in ümmetiyiz. Ona yapılan işkence ve baskılar onun azmini artırmaktan başka işe yaramamıştır. Biz de onun takipçileri olduğumuza göre, bu olanlar kesinlikle bizi yıldırmaz. Bilakis azmimizi artırır. Daha çok çalışmamıza bağlanmamızı sağlar.

-Öğrenciler onlar gelecekler mi?

-Evet, onlar da gelecekler. Onlar da çok kararlı çıktılar. Defalarca çıkın, denmesine rağmen onları dinlemediler. Tekrar geleceğiz dediler.

-Aferin kızım! Böyle kararlı ol. İman imtihan olur. Bu da bir imtihandır. Sakın azminiz kırılmasın. Sizin bu kararlılığınızı gördükçe göğsüm kabarıyor. Bundan sonra ben de geleceğim.
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 12:03
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...bölüm:11

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Misafir odası misafirlerle dolmuştu. Ayşe hanımın akrabalarının bir kısmı, Şükrü beyin akrabaları, oturdukları apartmanın bazı komşuları, hayırlı olsuna gelmişlerdi. Önce evi bir güzel dolaşmışlardı. Ayşe hanım, evi dolaştırırken aldıkları yeni eşyaların da reklamını yapmaktan geri durmamış, “aslında Şükrü çok daha pahalı olanları alacaktı; ama ben bırakmadım. Bunlar neyimize yetmez? diyerek engel oldum” deyip daha da pahalı cinsinden almaya güçlerinin yettiğini demeye getiriyordu. Bankadan borçla faizli kredi çektiklerini söylemiyor, böbürlendikçe böbürleniyordu.

Gezme faslı bittikten sonra misafirler oturmuş, Ayşe hanım servise başlamıştı. Mönüde soğuk meşrubatlar, pasta, üzümlü kakaolu kek, kurabiye, çay ve lezzo vardı. “Oraya gittik bize doğru dürüst ikramda bulunmadılar” demesinler diye çok masrafa girmişti Ayşe hanım.

Misafirler hem ikram edilenleri yiyor, hem de aralarında evin durumu hakkında konuşuyorlardı.

-Bu binanın tüm evleri aynı plan, ama iç dekorasyonu herkes kendi zevkine göre yaptığından, insan farklı bir eve gittiğini sanıyor. Bizim evin, kartonpiyer işlemeleri biraz daha farklı, dedi ev komşularından biri.

-Mutfak dolapları çok güzel. Ben çok beğendim. Hem büyük hem güzel işlenmiş.

-Şu avizeleri de güzelmiş Allah için. Banyonun fayansları ve küveti de güzel yapılmış. Gerçi bizimkiler kadar güzel olmasalar da.. yine de güzeller.

Diğer taraftan akrabalar arasında da konu ev ve içindekilerdi.

-Dünyanın parasını harcamış Şükrü. Biliyorum çok borç altına girmiştir. Nasıl ödeyecek onca parayı. Bir de kalkmış Ayşe hanım: “Aslında daha da pahalılarını alabilirdik, ama ben bırakmadım.” Diyor. Ben biliyorum sen nesin… Kesin kardeşimi bunca masrafı yapmaya o zorlamıştır. Şimdi de kendine pay çıkarıyor, diye yengesine veryansın ediyordu Şükrü beyin ablası.

-Şu kadın yok mu? İnsanı susuz su başına götürür, susuz getirir. Bak görüyor musun yaptığı masrafı… bunca şey hazırlamış, dünyanın masrafını yapmış. Çay bisküvi neyine yetmiyor? Yoook. Hanım efendinin forsu kırılır diye ekledi halası.

Şükrü beyin akrabaları, girilen masraflara kendi aralarında tepki gösteriyor, Ayşe hanımı yerden yere vuruyorlardı.

Bunlar böyle konuşurlarken diğer bir köşede Ayşe hanımın akrabaları kendi aralarında:

-Evleri güzel olmuş. Dekoru da tam Ayşe’nin zevki, eşyaları da yenilemiş. Aferin Ayşe! Dediğini yaptı. Eşyaların çoğunu yenileyeceğim diyordu; dediğini de yaptı, dedi Ayşe hanım ablası.

-Kesin şimdi bu eşyaları aldırmak için Şükrü ağabeyin ağzından girip burnundan çıkmıştır, onu ikna etmek için… Şu avizenin güzelliğine baksana, ya şu yemek masası. On iki kişilik ve ceviz kaplama gerçekten güzel bir ev yapmış. Helal olsun Ayşe ablaya, dedi kuzeni.

Bunlar konuşurlarken Ayşe hanım yanlarına geldi.-Nasıl gidiyor, durumunuz nedir, beğendiniz mi?

-Yani dediğini yaptın. Bari ev istediğin gibi olmuş mu?

-Eh… iyidir. Yinede tam istediğim gibi değil ama şimdilik bu yeter.

-Eşyaları da yenilemişsin. Enişteyi bol bol borçlandırmışsındır şimdi.

-Balığa giden ıslanır. Ev yapıyoruz. Eski eşyalarla mı taşınalım yeni eve, olacak şey mi? Borçlandı ama bir şey olmaz, öder.

-Eski eşyaları ne yaptınız?

-Onların bir kısmını yeni eşyaların peşinatı olarak kabul ettiler. Bir kısmını da eskiciye sattık. Aslında daha çok eksik var, yalnız şimdi söylemekten korkuyorum. İleride onları da aldırtırım inşallah.

-Kesin aldırtırsın. Adam senin dırdırından kurtulmak için bile olsa yine de alır, dedi ablası.

Ayşe hanım tüm misafirlerini sıra ile gezip yanlarında oturup onlarla kısa sohbetler yaparak ilgileniyordu.

Fatma’nın da misafirleri gelmiş, kızlar kalabalıkta oturmak istemediklerinden Fatma’nın odasına geçmişlerdi. Çiğdem ve Zozan ortaklaşa bir çiçek almışlardı. Şu fiskos masalarının üzerine konulanlardan. Ayşe hanım bu hediyeye çok sevinmiş, ikisini de öpmüştü.

-Annem hediyenize çok sevindi. Çünkü kendisi de evden çiçeklerin eksik olduğunu söylüyordu. Bunun için hediyenize sevindi.

-Aslında ne alacağımıza karar veremedik. Sonunda iyisi mi bir çiçek alalım, çiçeğin hiçbir zararı yok. Muhakkak konulacak bir yer bulunur diyerek aldık, dedi Çiğdem.

-Nasıl evi beğendiniz mi?

-Güzel olmuş, hayırlı olsun. Eşyaları yenilemişsiniz. Tam bir burjuva evine benzemiş dedi Zozan.

-Halkımız yavaş yavaş zenginleşiyor. Zenginleştikçe de böyle şeylere para harcıyorlar. Bunun burjuva murjuva ile ilgisi yok. Hem zenginlerin evleri böyle midir sanıyorsun, diye itiraz etti Çiğdem.

-Hop hop hop, yine o konulara girmeyin. Başımıza devrimci kesilirsiniz şimdi. Zaten Zozan’ın ağzı açıldı mı artık kapatmak mümkün olmuyor. Sosyalizm’den girer, materyalizmden çıkar. O anlatır biz de kafamızı “hı hı” deyip sallarız. bugün bunları konuşmayacağız. Zozan’a söyledin mi?

-Neyi söyledim mi?

-Neyi olacak, onu…

-Fatmaaa! Hani aramızda kalacaktı? Söz vermiştin.

-Niye? Zozan yabancı mı ki? Hem ayrıca kimseye söylemiş de değilim.

-Kuzum siz hangi şeyden söz ediyorsunuz? Neyi söylemiş mi?

-Hiç, bir şey yok. Kendi kendine konuşuyor işte. Fatma’nın şom ağızlı olduğunu bilmiyor musun?

-Hadi Çiğdem nazlanma anlat. Zozan yabancı değil. Hem belki sana yardımcı da olabilir. Biliyorsun o bizim filozofumuzdur. Hemen işi halleder.

-Neymiş şu benden gizlediğin şey? Bizim birbirimize karşı gizlimiz saklımız mı var? Demek öyle… peki senin gibi olsun, ama bunu unutma.-Sen var ya sen.. ne de fitnecisin! Zozan, inan senden gizlediğim bir şey yok. Şu fitneciye kanma, kasti yapıyor.

-Kim, ben mi kasti yapıyorum? E, söyle ne olacak ki, sihri mi bozulur?

-Ah Fatma! Dilini eşek arısı soksun e mi? Tamam tamam anlatacağım.

-E hadi. Bir şey anlatıncaya kadar çıldırtırsın insanı.

-Madem konuyu sen açtın, o zaman sen başla. Sonra ben devam ederim.

Bunun üzerine Fatma ciddi bir hal alarak

-O gün bana telefon açtı. Biri ile buluşacağını, benim gidip gidemeyeceğimi sordu. Ben gittim. Buluştuğu şahıs kim biliyor musun?

-Nerden bileyim, müneccim miyim?

-Tahmin et. Haydi filozofluğunu koy ortaya.

-Bilmiyorum, tahmin de edemem.

-Tarık. Şu 6 sosyalde okuyan esmer çocuk var ya.

-Tarık mı? Çıkaramadım. Hem bizin bu yörede bu tür izimler yok. Bu Türk ismine benziyor.

-Zaten Türk. Babası burada işçi olarak çalışıyor. Aslen iç Anadolu’dan. Çıkaramadın mı daha? O da tam senin kafanda biri,

-Çıkaramadım. Nasıl benim kafamda? Yani Partiyle mi beraber demek istiyorsun?

-Yok yok, o da solcu. Senin söylediklerini söyleyip savunuyor.

Uzun uzun anlattı Fatma. Çiğdem’in çağırışını, gidip çay bahçesinde buluşmalarını, Çiğdem’in kızardığını orda konuşulanları biraz da mübalağalı olarak anlattı. Çiğdem, bazı yerlerde müdahale ediyor, öyle olmadığını söylüyorsa da diğer ikisi hem gülüyorlar hem de Çiğdem’e takılıyorlardı.

Daha sonra onlardan ayrıldığını ve sonrasını bilmediğini söyleyerek, Çiğdem’e:

-Sahi benden sonra ne yaptınız?

-Anlatacak bir şey yok.

-Hadi Çiğdem. Kalkıp giderim yoksa. Kesin sen benim için anlatmıyorsun. Demek senin arkadaşlık anlayışın bu. Diye serzenişte bulununca Zozan, Çiğdem çaresiz anlatmak zorunda kaldı.

-Fatma’yı eve bıraktıktan sonra biraz dolaştık. Hani … yerdeki sakin cadde var ya? Oraya gidip kendimize tur attık. Ve sohbet ettik.

-Ne konuştunuz? Diye sordu Zozan merak içinde.

-Filmlerden konuştuk. Hangi tür filmlerden hoşlandığını anlattı. Ben de ona anlattım. En son gittiği filmi anlattı. Hangi sahnelerinden etkilendiğini, baş rolün ne kadar başarılı olduğunu, filmin konusunun ne kadar gerçekçi olduğunu uzun uzun anlattı.

-Peki ya sen, hiç konuşmuyor muydun?

-Yoo, genelde dinliyordum. O konuşmasını çok iyi biliyor. Bir ara siyasi konulara girmeye çalıştı, ben bırakmadım. Bu konularda fazla konuşmak istemediğimi söyledim. O da tamam dedi.

-Aferin, iyi yapmışsın. Bilmiyorum, bunlar bu konulardan ne anlıyorlar? Daha güzel şeyler varken, kalkıp nelerden bahsediyorlar. Aşktan, sevgiden, sevgililerden söz edin. Öyle değil mi Zozan?

-Öyledir. Sanki biz hoşlanıyor muyuz o tür konuları sık sık konuşmaktan? Ama ne yapalım mecburuz.

-Sonra ne oldu? Hep aynı şeyleri mi konuştunuz, hiç birbirinizle ilgili konuşmadınız mı?

-Hayır. Hep böyle geçti. Daha sonra beni eve bıraktı.

-Çok ruhsuzsunuz, insan böyle mi davranır, dedi Zozan.

-Peki ya nasıl davranır? Diye sordu Çiğdem.

-Nasıl mı davranır? El ele tutuşulur. Birbirine iltifatlar edilir, birbirine şiirler okunur, şakalar yapılır. Ne bileyim, daha çok şey yapılır. Ruhsuzsunuz, ruhsuz! Dedi Zozan.

-Hakikaten daha sonra da buluşmanız olmadı mı? Diye sordu Fatma.

-Oldu tabii.

-E..? anlatsana, daha ne bekliyorsun?

-Bırakmıyorsunuz ki… Sen bir yandan, Zozan bir yandan, dır dır dır…

-Tamam tamam, hadi seni bekliyoruz.

-Kaç gün önce tekrar buluştuk. Bu sefer pastahaneye gittik. Biraz okul durumundan konuştuk.

-Ruhsuzsunuz siz, ruhsuz! Okul durumuymuş, diye sözünü kesti Zozan.

-Sabret, sabret cadı! Ne cadısın sen… bekle de anlatacaklarımı dinle. Baklava ısmarladı. Pastanede kimse yoktu. Sadece biz ikimizdik. Çok romantik bir müzik çalıyordu. Sonra bir ara biz ikimiz de sessiz kaldık. Birden başını kaldırıp, öylece bana baktı ve hayatımda duyduğum en güzel sözleri sıralamaya başladı. Konuştu, konuştu, konuştu…

-Sen, sen ne yaptın, hiç konuşmadın mı?

-Benim dilim tutulmuştu. Öylece durmuş ona bakıp dinliyordum ve bir ara…

Çiğdem, sessizleşti. Zozan ve Fatma merak içinde ne söyleyeceğini bekliyorlardı. Çiğdem’in sessizliği sürdükçe sabırsızlıkları artıyordu. Çiğdem gözlerini yummuş öylece bekliyordu. Zozan ve Fatma dayanamayıp bir ağızdan:

-Anlatsana, öldün mü? Dediler.

Çiğdem hiç ses çıkarmayıp meraklarını arttırmak istercesine susuyordu.

-Çiğdeem! Diye bağırdı Fatma. Anlatacak mısın, yoksa saçını başını yolalım mı? Zozan hazırlan bunun canı dayak istiyor. Bir güzel saçını başını yolalım şunun.,

-Ne sabırsızsınız. Bir an hayal etmeye çalıştım. Evet, o konuşuyor, ben ise dinliyordum.

-Kuzum onu anlattın. Sonra, sonra ne oldu?

-Ay! Kalbim duracak sanki. Derin derin nefes alarak ve birden… kızlar pür dikkat ağzından çıkacak kelimeyi bekliyorlardı. Ne olmuştu acaba? Çiğdem yine derin bir nefes alıp ve “birden elimi tutup avuçları arasına aldı. Heyecandan ölecektim az daha” deyince kızlar çığlık attılar.

-Hepsi bu mu, elini tuttu diye heyecanlanılır mı? Ne aptalsın. Bizi de bu kadar heyecana soktun. Elini tutmuşmuş deli kız deli. Baksana anlatınca bile yüzü kızarıyor. Elini göğsüne koydu, yüreğin fırlamasın, diyerek alay edip azarladı Çiğdem’i Zozan.

-Siz ne derseniz deyin, ben çok heyecanlandım. Diyerek uzun uzun aralarında geçen o günkü konuşmayı ve olanları anlattı.

Misafirleri yavaş yavaş uğurlamaya başlamıştı Ayşe hanım. Kalkıp gitmekte olanları kapıya kadar götürüyor, “bu seferlik kabul etmem başka sefere de beklerim” diyerek davet ediyordu. Misafirler de; “Tekrar tekrar eviniz hayırlı olsun. Uzun ve sağlıklı ömür yaşarsınız inşallah..” diye temenni ve dualarda bulunup çıkıyorlardı. Tüm misafirlerin gitmesinden sonra Çiğdem ve Zozan da kalkmış gitmek için salona çıkmışlardı. Kızları gören Ayşe hanım,

-Nasıl iyi zaman geçirebildiniz mi? Benim aptal kızım ikramda kusur etmemiştir umarım. Diyerek kızlarla şakalaşarak uğurladı onları. Kızlar da giderken; “Tekrar eviniz hayırlı olsun” dileklerinde bulundular. Ayşe hanım çiçek için kızlara tekrar teşekkür etti.

Misafirler gitmiş, Ayşe hanım etrafı toplamaya başlamıştı. Fatma yine kaytarmak istiyordu.

-Bugün kaçmak yok. Haydi gel ve şu evi temizleyip toparlamama yardım et.

-Yani illaki çalıştıracaksın beni, senden rahat yok.
-Bu evde bulunduğun sürece yok.

Çaresiz yardım edecekti. Oflayıp poflayarak işe başladı. Yerler süpürüldü, bulaşıklar yıkandı, sehpalar ve masa temizlendi. Mutfak eşyaları tek tek yerine yerleştirildi. Ev büyük ve eşyalar çok oldu mu, yapılacak iş ne kadar da çok oluyordu.

Temizlik bitmiş, anne-kız gelen hediyelere göz atmak için, hediyeleri bir araya getirmiş karıştırıyorlardı. Ayşe hanım tek tek hediyeleri eline alıp bunu halan getirmiş, şunu teyzen, bunu kuzenim, şunu komşumuz vs.. diyerek tek tek bakıyor ve kimlerin getirdiklerini anlatıyordu. Bazılarına burun kıvırıyor, bazılarına memnuniyetini dile getiriyor ve iyi ki getirmiş, diyordu. Fatma da bazılarına; “Ay çok güzel, bunu çok beğendim” gibi tepkiler göstererek annesini takviye ediyordu.

Yeni taşındıkları ev bir apartman dairesi idi. Kooperatif usulüyle satın almışlardı. Her katta dört daire vardı. Kaloriferli olduğundan soba derdi kalmamıştı. Evin taksitlerini ödemek ve iç dekorasyonunu yapmak için zaman zaman bankadan faizle kredi almak zorunda kalmıştı. Çok ağır bir borç altına girmiş, yeni aldıkları mobilya ve diğer eşyalarla bu borç ikiye katlanmıştı. Rahat edelim derken büsbütün rahatı kaçmış, borçlarını ödeyememe endişesinden geceleri uyku uyuyamaz olmuştu. Bu borçlarla uğraşırken bu kez apartmanın ortak kullanım giderleri ortaya çıkmıştı. Her ay kapıcı parası, temizlik malzeme parası, yakıt parası… gibi ödemek zorunda olduğu giderlerle de uğraşmak zorundaydı Şükrü bey.

Onlar dünyaya daldıkça, rahat edelim dedikçe, dünya onları köleleştiriyor, her gün geçen günden daha çok müşkül ve zor durumda bırakıyordu. Borçlandığı bankaya dükkanını ve yeni evini teminat olarak göstermiş, ödeyememe durumunda haciz tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktı. Bu korku Şükrü beyi daha şimdiden huzursuz etmeye başlamıştı.
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 12:06
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...bölüm 12

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Kaç gün önce yapılan baskın camiyi daha da hareketlendirmişti. Çok yoğun çalışıyorlardı. Bu gün yine yorgun eve dönmüştü Hatice. Namaz kılıp yemek yedikten sonra annesi:

-Bizim yeni komşuları ziyaret etmedik, ayıp olacak. Aslında bir hediye almıştım, uygun bir zaman kolluyordum. Tam yerleşip dinlensinler ondan sonra gideriz düşüncesindeydim. Bir iki gündür misafirleri gelip gidiyor. İstersen bugün hoş geldine gidelim, ne dersin?

-Çok iyi olur, zaten bugün herhangi bir programım da yok. Hem tanışmış oluruz.

-Evet, komşu hakkı çok fazla kızım, o kadar ki Hazreti Resulullah (as) şöyle buyuruyor: “Cebrail komşu hakkından o kadar çok söz etti ki ben az daha komşu komşuya varis edilecek düşüncesine girdim.” Bir başka hadisinde de “Komşusu aç iken kendisi tok yatan bizden değildir” buyuruyor. Bunun için komşuluk hakkı çok fazla.

-Anne istersen Selçuk’u gönderelim. Eğer müsaitlerse gideriz.

-Tabi, tabi kızım, habersiz gitmek olmaz.

Zeynep hanım oğlunu çağırarak yeni taşınmış komşularına gitmesini ve eğer müsaitlerse “annem onlar Hoş geldine gelecekler” deyip bir cevap getirmesini söyledi.

Gelen olumlu cevap üzerine Zeynep hanım ve Hatice yeni komşularını ziyarete gittiler.

Evi dolaştırmıştı Ayşe hanım misafirlerine. Evi gezdikten sonra misafir odasına geçmiş tanışmışlardı. Apartmandı oturan birkaç komşu daha vardı. Onlar da hoş geldine gelmişlerdi. Zeynep hanım, üzerinde besmele bulunan, simlerle işlenmiş, sağında Allah, solunda Muhammed yazılı güzel bir levha getirmişti. Bu hediyeye sevinmişti Ayşe hanım. Hem güzeldi hem de mübarek isimler ile süslenmişti. Gerçi ev yeterince süslüydü zaten. O kadar çok lüzumsuz şey vardı ki, bu lüzumsuz eşyaların parası ile yeni bir ev bile kurulabilirdi.

Bu kadar eşyayı ne yapacaklar, ne kadar da süslemişler evlerini! Duvarlar hep yağlı boya, kocaman avizeler, oturma grubu, koltuk takımı, adını bile bilmediği eşyalar… Neler yoktu ki… Birkaç çeşit fincan takımı, yemek takımları, insan heykelleri, havan heykelleri… Sanki bir zücaciye dükkanı! Diye düşündü Hatice.

İnsanlar ne kadar da gösterişe meraklılar, dünyayı ne kadar da imar etmek için uğraşıyorlar. Bu düşünceler içindeyken, “Merhaba, hoş geldiniz.” Sesiyle irkildi. Misafirlerin içinde en genç olanı Hatice idi. Bunun için özellikle onun yanına gelmişti Fatma.

-Merhaba, hoş bulduk.

-Benim adım, Fatma. Evin büyük çocuğuyum.

-Benimki de Hatice. Ben küçüklerden sayılırım.

-İstiyorsan benim odama geçelim. Orada baş başa daha rahat konuşuruz. Bu yaşlılar da kendi sohbetlerini koyulaştırmışlar zaten.

-Sen nasıl istersen, ev sahibi sensin.

-Anne! Biz diğer odaya geçiyoruz. Bizi ikramda unutma… haydi gel.

İki genç kız kalkıp diğer odaya geçtiler. İçeride çok tuhaf bir manzara vardı. Duvarda kim olduklarını bilmediği bazı resimler asılıydı. Büyük büyük resimlerdi bunlar. Odada bulunan kanepeye oturdular. Ev sahibi Fatma olduğundan söze o başladı.

-Okul falan okuyor musun, ya da okudun mu?

-İlkokulu bitirdikten sonra gitmedim.

-Neden, baban mı göndermedi?

-Ben gitmedim. Okuldan sonra Arapçamı geliştirdim.

-Arapça mı okudun, konuşmasını biliyor musun şimdi?

-Yo, konuşmasını değil, okumasını biliyorum. Ayrıca okuduğumda anlıyorum. Yani bir nevi İmam-Hatip okumuş gibiyim.

-Sahi sıkılmıyor musun şu baş örtüsünden? Bilhassa yazın, sıcak değil mi?

-Sıkılmıyorum. Bilakis ferahlıyorum. Baş örtüm olmadığında kendimi elbisesiz hissediyorum. Hem ayrıca Allah’ın emri. Bunun için sıkılsak da sıkılmasak da takmak, yani başımızı örtmek zorundayız. Tabii ki yabancı erkeklerin yanında. Bu her Müslüman kadının üzerine farzdır.

-Ben örtünmüyorum, yani ben şimdi Müslüman değil miyim?-Hayır Müslümansın, ama günah işliyorsun. Bu günahtan dolayı da cezalandırılırsın.

-Ama niye, din kalp işi değil mi? Kalbinle inansan yeter. İlla ki bir şeyler mi yapmak zorundasın?

-Evet, yapmak zorundasın. Çünkü bir dini kabul ettiğin zaman onu bütünüyle kabul ediyorsun. Bunun dışında, her düzenin uyulması gereken kuralları vardır. Bugün sen okula gidiyorsun, okulun koyduğu kurallara uymak zorunda değil misin?

-Ama okul ayrı, din ayrı. Okul bir kuruluş, orda bir şeyler öğreniyorsun. Bu öğrenimin sağlıklı yürümesi için kurallar konmuş, ama din öyle değil.

-Evet, din öyle değil, tam aksine dinin daha kapsayıcılık yönü vardır. İnsanın okulu dünyadır. İnsanoğlu dünyada hem öğreniyor, hem eğitiyor. İşte bu dünya okulunun sağlıklı işlemesi için bazı kurallar lazım. Bu kuralları dünyanın yaratıcısı olan Allah, insanlara, Peygamberler aracılığıyla kitaplar yollayarak belirlemiştir. Bu kurallar toplamına din deniyor. Bunun için dini sadece kalp işi yapmak onu yok etmek demektir. Din, hem kalp, hem de amel işidir. Bundan dolayı ikisinin bir bütün içinde beraber yürümesi lazım. Onları ayırdın mı dini parçalamış olursun.

-Ama, insan okula bir şeyler öğrenme için gider. Okula giden herkesin bir amacı vardır. Okula kimse boşu boşuna gitmez ki…

-Kainatta da hiçbir şey boşuna yaratılmamıştır. Her şeyin muhakkak bir işi ve de görevi vardır. Bu manada insanın da yaratılmasının bir amacı vardır. İşte bunu iyi bilmek lazım. Bunu Allah bize çeşitli yollarla belirtmiştir. Buna göre hareket edersek kainattaki yerimizi bilir ve kıymet kazanırız.

-Hiçbir şeyin boşuna yaratılmadığını insanın da bir amaçla yaratıldığını söylüyorsun. Peki nedir insanın yaratılış amacı?

-Allahu Teala Kur’an-ı Kerim’de; “Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” diye buyuruyor. İşte insanoğlunun yaratılış amacı “Kulluk” yani Allah’ı Rab edinme, ona teslim olma, ona itaat etme, ona hiçbir şeyi ortak koşmama, ona isyan etmeme, sadece onu sevme, dini sadece ona has kılma… bu saydıklarım kulluğun genel çerçevesidir. Eğer bu genel çerçeveye uyarsak yaptığımız her şey ibadet olur.

-Yani somut olarak demek istediğinizi biraz daha açar mısınız?

-Allah en başta bizden ondan başka ilah olmadığına inanmamızı istiyor.

-Bunu söylediğimizde kulluk görevimizi yerine getirmiş oluyor muyuz?

-Bu şekilde Allah bize kendini tanıtıyor. Yani bize diyor: “sizi koruyup gözetleyen, her şeyin düzenini verip onları sevk ve idare eden, onları terbiye edip kendilerine yol gösteren, güneşe güneş olma özelliğini veren, ayı sizin için takvim yapan, yıldızları yol gösterici yapan, tüm gezegenleri yaratıp şu düzeni koyan benim.

Dünyanın kendi etrafında dönerek gece gündüzün oluşmasına; güneşin etrafında döndürerek mevsimlerin oluşmasını, güneşi ısı ve ışık deposu yapan… Her mevsimde çeşit çeşit sebze, meyve ve bitkiler veren, onların olması için gökten yağmur yağdıran, rüzgarları aşılayıcı kılan, aynı toprak ve aynı sudan çeşitli sebze ve meyveler çıkaran benim. Çeşit çeşit hayvan yaratan onları sizin emrinize veren, göğüslerinden kan ve irinin içinden tertemiz sütü çıkaran, etlerini sizin için vitamin deposu kılan, yünlerini sizin için barınak ve giyecek kılan, kimisini de sizin için binek, ulaşım, taşıma ve hatta savaş aracı kılan benim. Dağları yaratan, yalçın kayaların bağrından su fışkırtan, denizleri yaratan ve onlara kaldırma gücü vererek gemileri üzerinde yüzdüren, bu şekilde ulaşımı sağlayan benim. Semayı direksiz durduran, göğü yıldızlarla süsleyen, koruma altına alarak sizi zararlı ışınlardan koruyan benim.

Fatma, Hatice’nin sözünü kesti:

-Bunlar zaten inkar edilemez şeyler. Bunları bu şekilde kabul etmeyen aptaldır. Bunları sayarak nereye varmak istiyorsun?

-Şayet beni dikkatle dinlersen şuraya varacağım.Fatma dikkatle dinlemeye başladı. Hatice tekrar konuşmaya başladı:

-Kısacası gördüğümüz ve görmediğimiz küçük büyük her şeyi Allah yaratmış ve ona bir düzen vermiştir. Tüm bunları bize anlattığında yüce yaratıcımız aslında bize şunu söylemektedir. Bunların tümünün asıl düzenleyicisi ben isem, senin de ey insan! Senin de düzenleyicin benim. Sana şekil verip seni suretlendiren, organlarını düzenleyen ben olduğum gibi dünyadaki hayat tarzını da düzenleyip belirleyen benim. Eğer bana inanıyorsan, benim sana sunduğum hayat tarzını da kabul etmelisin. Ben bu hayat tarzını dünyada da ahirette de mutlu bir yaşam geçirmen için hazırladım.

-Her şey bizim için mi yaratılmış, yani gördüğümüz her şey öyle mi?

-Evet öyle. Devamla Allah buyuruyor: her şeyi senin mutluluğun için yarattım. Allah bize, yaratılışımızı şöyle anlatıyor. Mü’minun Suresinin 12 ve 15. ayetlerinde “And olsun ki biz insanı çamurdan, bir özden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargaha nutfe haline getirdik. Sonra nutfeyi alak yaptık. Ardından alakayı bir parçacık et haline getirdik. Bu bir parçacık eti kemiklere çevirdik, bu kemikleri etle kapladık, sonra onu başka bir yaratılışla insan haline getirdik. Yapıp yaratanların en güzeli Allah pek yücedir.” İşte insanın yaratılış serüveni böyle.

Anne rahmini bir yuva yapan, bir damla suyu insana çeviren ve anne rahmindeki çocuğun suyun içinde boğulmamasını sağlayan, onu kanla besleyen ve sağ salim boğulmadan dünyaya getiren Allah, muhakkak ki onun için en uygun ve sağlıklı yolu da seçecektir. İşte bu yol, ilahi dindir. En son din olarak Allah İslam’ı göndermiştir. Kur’an-ı Kerim’de de bu görevimizi nasıl yerine getireceğimiz gösterilmiştir. İşte biz, İslam’ı bir hayat tarzı olarak yaşadığımız zaman yaratılış görevimizi yerine getirmiş olacağız.

Fatma aldığı cevaplar ve anlatılanlar karşısında şaşırmıştı. Bir müddet ikisi sustu. Hatice anlattıklarının nasıl bir etki uyandırdığını anlamak ister gibi Fatma’yı izliyordu. Fatma ise elindeki kalem ile oynuyordu. Hatice’ye bakarak, düşük bir ses tonu ile konuştu.

-Biz hep böyle gördük. Kimse bize illa bazı şeyleri yaşamamız gerektiğini söylemiş değil. Aynı zamanda çevremizde de yaşantı, senin de gördüğün gibi bazı şeylerle sınırlı. Hem bugün artık zaman değişmiş. Yüzyıllar önceki bir yaşantıyı günümüzde yaşamak ne kadar doğrudur? Çağa ayak uydurmak gerekiyor. Çağımızda dini inaçlar sosyal hayatta pek yer tutmuyor. Kul ile yaratıcısı arasında kalıyor. Bunun böyle olması daha iyi değil mi?

-Eğer gerçek anlamda Allah’a inanıyorsak ona tam anlamıyla teslim olmak zorundayız. Yoksa inancımız sözden öteye geçmez. İnsanı yaratan Allah olduğuna göre onun nasıl yaşayacağını da, neye ihtiyacı olduğunu da en iyi bilendir. Çağlar öncesi yaşantı diyorsun. Bu çağın farklılıkları ile o çağın farklılıklarını kıyaslayıp bir yargıya varıyorsun. Oysa ki en önemli şeyi unutuyorsun o da insandır. İnsan her zaman ve her yerde aynı insandır. Yapı olarak değişmemiştir. Sadece anlayış olarak değişmiştir. Beş bin yıl önceki insan da yemek yer ve su içerdi, biz de yeyip içiyoruz. Onlar da uyurdu, biz de uyuyoruz. Onlar da öfkelenirdi, biz de; onlar da kıskanırdı, biz de; onlar da hastalanırdı, biz de; onlar da et ve kemiktendi, biz de; onlarda da şehvet vardı, bizde de… Kısacası, insanın maddi ve manevi, ruhi, nefsani, akli kuvveleri hep aynı, hiç değişmemiş. Onlarda ihtiras, hırs, hased, kin, öç alma duygusu vs. Ne kadar insani özellikleri var idiyse bugünkü insanda da var. Değişen sadece ortam ve anlayışlardır.

Bunun için insanı ilgilendiren şeyler zamanlara has kılınmaz. Eğer insan bu saydığım ve saymadığım özellikler bakımından değişmiş olsa idi, söylediğin belki doğru olabilirdi. Lakin böyle bir değişiklik yok. Bundan ötürü yüz yıllar önce bile gelmiş olsa İslam’ın muhatabı insan olduğundan hiçbir zaman İslam çağdışı sayılmaz. Onun getirdiği hükümler de aynen böyledir.

Bunun yanında bu dini gönderen Allah, bu çağlarda ne olduğunu da biliyordu ve bizim göremeyeceğimiz çağlarda da ne olacağını biliyor. Bildiği için gönderdiği dini de her çağa hitap edecek şekilde düzenlemiş ve göndermiştir. Şimdi eğer biz gerçekten tüm kainatı yaratana inanıyorsak, onun gelmiş geçmiş ve gelecek olan her şeyi de bildiğine inanmamız lazım. Eğer o bize; “Ben din olarak size İslam’ı seçtim. Bunun dışında kim başka bir din ararsa bu ondan kabul olunmaz.” Diyorsa o zaman bize düşen Allah’ın buyruğuna kulak verip onun seçtiği yolda yürümektir. Başkalarının bize söylediği yolda değil.

Din kalp işidir diyenler, İslam’ı sosyal hayattan koparmak isteyenlerdir. Çünkü İslam, eğer insanların tam anlamıyla sosyal hayatlarına hakim olsa bugün halka zulmedip onları kendilerine çağdaş köle yapanlar bunu yapamayacaklardır. Mesela faiz yiyemeyecekler, kumar oynayamayacaklar, yolsuzluk yapamayacaklar… Yani kısacası, “hep bana” “kime ne olursa olsun” diyemeyecekler. İşte bunun için İslam’ı sosyal hayattan çıkarıp kalp işidir diyerek onu dört duvar arasına hapsetmek istiyorlar. Ne yazık ki biz de bunlara kanıyoruz.

-Sahi sen bunca şeyi nerden öğrendin. İlkokuldan başka okul da okumuş değilsin. Çok güzel bir bilgi birikimin var. Bunları birileri mi anlatıyor sizlere; yoksa kendin mi okudun?

-Bilgi edinmek için illa da bugünkü okullarda okumak gerekmiyor. Hem bu anlattıklarımın hepsi Kur’an-ı Kerim’de mevcut. Hem Hazreti Resulullah (as) “İlim tahsil ediniz.” Diyor. Bunun için her Müslümanın bunu yapması lazım. En büyük ilim de insanın İslam’ı öğrenmesidir. İslam her şeye cevap vermiş ve her konuda bilgi sahibidir. Eğer biz ona başvurursak öğrenmeyeceğimiz bir şey kalmaz. Hem zaten dinimizi öğrenmemiz üzerimize farzdır. Bilmediğimiz bir şeyi yaşayamayız. Yaşamak için önce öğrenmek lazım. Evet okula gitmedim, ama İslam’ı öğrenmek için hem okudum, hem de bilenlerin sohbetlerine katıldım. Bugünkü birikimlerimi İslami kitap ve sohbetlere borçluyum. Tabi benim bildiklerim İslam’ın anlattıklarının yanında denizden bir damla bile değil.

-Yani şimdi ben boşuna mı okul okuyorum?

-Hayır, boşuna değil. Dinimiz pozitif ilimlere de ışık tutuyor. Senin okudukların Kur’an-ı Kerim’deki ilimlerin açılımıdır. Bir çok insan bu ilimlerle hidayet bulmuştur. Okuduğun ilimler seni Allah’a yaklaştırmalı, ondan uzaklaştırmamalı. Eğer uzaklaştırıyorsa o zaman sana fayda değil zarar verir. Buna dikkat edilmelidir. Sen de buna dikkat etmeli ve bu konuda iyi bir muhasebe yapmalısın.

Başta Hatice’yi küçümsemişti. Bununla dalga geçip iyi vakit geçiririm diye düşünmüştü. Bunun için hemen başörtüsünü ve örtünmesini ortaya atmıştı. Nasıl olsa cahil ve bilgisizdir. Hem kafasını karıştırırım, hem de okul okumuş biri olarak değişik konulara girer onu hayretler içinde bırakır, böylece kendime hayran bırakırım diye düşünmüş; oysa ki sert bir kayaya çarpmıştı. Ne yapacağını ve söyleyeceğini şaşırır hale gelmişti. Hatice’nin girmesini istediği duruma kendi girmiş, konuştukça hayretler içinde kalmıştı. Demek marifet okul okumakta değilmiş diye düşündü. Acaba daha neler biliyordu? Aslında sohbeti daha uzatmak istiyor ama cesaret edemiyordu. Çünkü hayranlığı artıyordu. Baştaki düşünceleri değişmiş, şimdi başka bir gözle bakıyordu Hatice’ye. Aslında başta da kanı ısınmıştı. Ama kibirli ve mağrur davranmak daha çok işine gelmişti. Ne var ki Hatice çetin ceviz çıkmış, tevazusu, saygısı, yumuşak ve sabırlı konuşması, tatlı dili, bağırmadan konuşması, gülümseyen yüzüyle onu alt etmişti. Tek kelime ile Hatice’yi sevmişti. Evet evet gerçekten onu sevmişti. Anlattıkları yabana atılır şeyler değildi. Hepsi doğruydu. Madem Müslümanız o zaman inancımız gibi yaşamalıyız, diye mırıldandı.

-Efendim, bir şey mi söyledin? Diye sordu Hatice.

-Şey… Sık sık görüşelim. Seninle bu konuları konuşuruz. Aslında çoktandır merakım vardı. Yalnız çevrem ve ortam bana bir türlü bu fırsatı tanımadı. Ben de boş verdim tabii. Ne dersin?

-Çok güzel olur derim. Ama bu sefer ben seni eve bekliyorum. Sizin dairenin iki kat altında oturuyoruz. Tanıyamazsan komşulardan sorarsın(!)

Hatice’nin bu küçük şakası ile gülüştüler. Ortam biraz daha ısınmış, samimiyet belirtileri çoğalmıştı. Fatma, şu ana kadarki arkadaşlarından farklı biriyle tanışmanın mutluluğu ve heyecanı içindeydi.

Ayşe hanım içeri girip Hatice’ye; “Kızım, annen kalkalım diyor. Ben biraz daha kalın dediysem de ikna edemedim. Sana bir haber vereyim dedim. Sen istiyorsan kal.” Diye haber verince Hatice gitmek için kalktı.
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 12:09
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...bölüm 13

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Bugün yine Zehra ve Sümeyye, Haticelere gelmişlerdi. Ara sıra üç arkadaş bu şekilde bir araya gelip dini sohbetler yaparlardı. Başkalarına iyiliği emrederken kendilerini unutmamak için.

Hal hatır faslı bitmiş, sıra sohbetlerine gelmişti. Hatice söze başladı. Salat ve selamdan sonra Asr Suresini okumaya başladı.

-Bismillahirrahmanirrahim

“And olsun asra ki, bütün insanlar ziyandadır. Ancak iman edenler, Salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.”

-Biliyorsunuz kaç gün önce camimize baskın düzenlendi. Yaptığımız hizmete engel olmak için bu tür baskılar devam edecektir. Çünkü, İslami mücadelede düşman saflarında kafirler, mürtedler, münafıklar ve onlara uyan cahiller vardır. Bazen bu gruplarla tek tek mücadele edilir. Bazen de hepsiyle aynı anda mücadele etmek zorunda kalınabilir. Bugün, hepsiyle beraber girilen bir mücadele safhasındayız. Bir taraftan mürtedler, bir taraftan münafıklar, diğer taraftan da kafirler ve onların uşakları bizim çalışmamıza her türlü engeli koymak için uğraşıyorlar. Camilerde Kur’an-ı Kerim dersi vermek bizim için cephede savaşmak gibi bir şey. Bugün Kur’an-ı Kerim’i kaldırdıkları gibi kendisini şekli ve lafzi olarak da kaldırmak istiyorlar. Oysa, bunun olması Müslümanların ölmesi demektir. Bizim de yaptığımız Kur’an-ı Kerim’i tekrar halkın arasında yaygınlaştırmak, Kur’an-ı Kerim okuyucularının sayısını çoğaltmaktır. Ama bu da birilerinin gözüne batıyor olacak ki buna bile tahammül edemiyorlar. Camileri boşaltmak istiyorlar.

Bizler hiç bir zaman unutmamalıyız ki Müslüman olmamız hasebiyle imanımız imtihan olunacak, bilhassa bir davanın savunucuları olarak bu imtihan normal halkınkinden daha ağır olacaktır. Bu imtihanların şekli değişiklik arz edebilir. Bu, azmimizi kırmamalı, bizi umutsuzlandırmamalıdır. Bilakis daha çok bizleri Allah’a, Resulüne, İslam’a ve muvahhid Müslümanlara bağlamalı ve küfür ile mücadelemizde azmimizi, kararlılık ve tavizsizliğimizi arttırmalıdır. Unutmayalım ki, Allah Resulü (SAV) de Ka’be’ye gitmek isterken taşlanmış, dövülmüş, ama bu onun azmini artırmaktan başka bir işe yaramamıştır.

Bir davetçi için en önemli şeylerden biri de mücadele merhalelerine ayak uydurup yoluna devam edebilmesidir. Bugün de camiler bizler için, İslam’a hizmet mekanlarımız ve sevap kazanma yolumuzdur. Biz de orada Kur’an-ı Kerim dersi veriyoruz, İslam’ı anlatıyoruz. Bundan da vazgeçmeyeceğiz. Bunun bedelinde eziyet görmek ya da yakalanmak olsa bile. Varsın binlerce insanı yakalayıp cezaevlerine koysunlar.

Bizler İslam’a gönül verdiğimizde bize vaad edilen tek bir şey var. O da: Allah ve Hazreti Resulullah (as) rızası… Bunun dışında bir şey yok. Sahabelerin çektikleri eziyet ve meşakkatler gözler önünde. Allah Kur’an-ı Kerim’de “Eski ümmetlerin başlarına gelenler sizlerin de başına gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” diye bizleri ikaz ediyor. Madem öyle o zaman bizler de imtihan olacağız. Bu imtihanlar sonucunda ya galip geleceğiz, ya da mağlup olacağız. Ki nitekim büyük şahsiyetlerden birisi mağlubiyet ve galibiyetle ilgili olarak şunu söylüyor: “Bir Müslüman veya İslami cemaat için mağlubiyet yoktur. Mağlubiyet ferdin veya cemaatin mücadeleden vazgeçmesi ile olur. Yoksa maddi kayıplar mağlubiyet değildir. Mücadele sürdükçe davetçi ve cemaat mağlup değil, galiptir.”

İşte mağlup olmamak için mücadelemize devam etmeliyiz. Çünkü yaptıklarımızı Allah görüyor ve bunları bizim için işliyor. Bu uğurda öldürülürsek şehidiz, yakalanırsak zulme teslim olmayışımız ortaya çıkar, hicret ise en büyük başkaldırıdır. Her halukârda pasifleşip oturmadıkça kârlı, kazançlı olan biziz. Pasiflik ise teslimiyettir. O da, beraberinde zilleti getirir. Çünkü Allah Kur’an-ı Kerim’de; “Yahudiler ve Hıristiyanlar siz onların dinlerine tabi olmadıkça sizden razı olmazlar” diye bizi ikaz ediyor. Bunun için, “ben bir kenara çekileyim” diyen yanılıyor. Kesinlikle kalbindeki hardal tanesi kadarki imanı da çekip almadıkça onu rahat bırakmazlar. Bu da hem dünyada hem de ahirette zelil ve rezil olup hüsrana uğramaktır. Dilerim Rabbim ayaklarımızı sabit kılar. Ve bizi zillete düşmekten korur.

-Herkes dünyada bir şeyler olmak için didinip çalışıyor. Kimisi makam sahibi olmak, kimisi şöhret sahibi olmak, kimi unvan sahibi olmak, kimisi de midesi için zengin olmak için çalışıyor. Bunlar da zorlukla karşılaşıyorlar. Hem de belki bizim şu an karşılaştıklarımızdan çok daha fazla. Bunun için inşallah bu zorluklar bizi yıldıramayacak. Biz de şu dünyada Allah’ın Salih kulları olmaya çalışıyoruz. Allah’ın emrettiği şeyleri yapmaya gayret ediyoruz. Dünya menfaatinde gözümüz yok. Hani Allahu Teala Kur’an-ı Kerim’de şöyle diyor: “De ki ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım Allah’ın üzerinedir.” Biz de hizmetimizin karşılığını Allah’tan istiyoruz. Bir okul öğretmeni karşılığını devletten alıyor. Biz de Allah’tan istiyoruz. İnşallah iman üzere ölürsek Rabbimiz bize ücretimizi fazlasıyla ödeyecektir. Diyerek arkadaşına destek oldu Sümeyye.

Bu karşılıklı güzel tavsiyelerden sonra Hatice:

-Camimize olduğu gibi devam edeceğiz. Bu arada yapılan baskından dolayı bazı öğrencilerimizin aileleri korkabilirler. Biz hiç zaman kaybetmeden -eğer olursa- bu aileleri ziyaret edip tekrar çocuklarını camiye göndermeleri için ikna etmeye çalışacağız. Gerekirse defalarca gideriz. Unutmayalım ki, Allah Resulü (SAV) defalarca kovulduğu halde yılmadan kovulduğu çadıra ya da eve tekrar gidip tebliğ yapmıştır. Şayet kovulsak bile -ki böyle bir şey yok- Resulullah (SAV) bizim için örnektir. Öğrencilerimizle çok daha fazla ilgilenmeliyiz.

Sadece dersleriyle değil, sorunlarıyla da aynı zamanda ilgilenmeli ve onlara İslami bir şahsiyet kazandırmalıyız. Camilerde ders alan öğrenciler toplumda parmakla gösterilmeliler. Öyle bir terbiye ve eğitim vermeliyiz ki: Doğru sözlü, dürüst, emin, sadık, iffetli, hayalı, saygılı, terbiyeli, güzel ahlaklı… Örnek insanlar olmalıdırlar. Bunun için de onları incitmeden güzel söz ve davranışlarımızla eğitmeliyiz. Kesinlikle ama kesinlikle dövme olmamalı, ne kadar yaramazlık yaparsa yapsın bir öğrenci dövülmemelidir. Bunun yerine duruma göre hafif ve eğitici cezalarla cezalandırmalara gidilmelidir. Bunlara dikkat etmeliyiz.

Bundan sonra ara sıra çocuklara ikramda bulunacağız. Haftada bir iki defa da yarışma düzenleyeceğiz. Derecelere girenlere hediyeler vereceğiz. Bu yarışmalar; en çok çalışan öğrenci, en güzel Kur’an-ı Kerim okuyan, en çok namaz surelerini ezberleyen, Peygamberimizin hayatını en iyi bilen vs. şeklinde olacak. Bunları da her ay bir konuyu esas alarak yapacağız. Yani, bir ay en düzenli gelen öğrenciyi seçeceğiz. Bur başka ay başka bir konudaki birinciyi seçip bu şekilde devam edeceğiz.

Bu arada bol bol kitap okumalıyız. Çokça ibadet edip, zikir ve dua yapmalıyız. Ayrıca tebliğ işlerimize son hızla devam ederek çevremizdeki herkesle ilgilenmeliyiz. Konu açılmışken biraz da bu konulardaki çalışmalarımızdan söz edelim istiyorsanız. Dedi.

Sümeyye, çalışmaları anlatmak için söze başladı:

-Ben şu anda düzenli olarak yedi kişi ile ilgileniyorum. Düzenli olarak bunları ziyaret ediyorum. Üç tanesi bizim komşumuz, diğerleri akrabalarım. Muhakkak 10-15 günde bir onları ziyaret edip karşılıklı sohbet ediyoruz. Ayrıca onları eve davet ediyorum. Okumasını bilenlere kitap veriyorum. Okumasını bilmeyenlere İslami bilgiler içeren kasetler veriyorum. Kaç defa camiye davet ettim. Zamanımız yok diyerek kabul etmediler. Bunlardan ikisi örtünmeye başladı. Aileleri de bu duruma çok sevinmişler. Hatta birisinin annesi beni gördüğünde alnımdan öperek; “Allah razı olsun. Kızıma sahip çıkıp ona İslam’ı anlatarak örtünmesini sağladın. Din pır xweşe, dindari ji wehaye (din çok güzel, dindarlık ta…)” diyerek memnuniyetini dile getirdi.

Bunun dışında tanıdığım herkese fırsat buldukça tebliğ yapıyorum. Hatta bazıları; “Sümeyye’ye merhaba dedin mi hemen vaaza başlar!”deyip takılıyorlar. Ben de onlara; “kıyamet günü bize bir şey anlatmadı” deyip benden şikayetçi olmayasınız diye görevimi yapıyorum. Bu sefer ben sizin üzerinize şahit olacağım, diyorum. Biz görevimizi yapacağız, hidayet Allah’tan.

Zehra da anlatmaya başladı;

-Ben de beş kişi ile düzenli olarak ilgileniyorum. Onları eve davet ediyorum. Ben de kendilerine kitap veya kaset veriyorum. Bacılardan biri örtündüğünden ailesi ile arasında sorunlar başlamış. Ailesi mürted örgüt elemanı veya sempatizanlarından oluştuğu için kesinlikle bu bacının örtünmesine tahammül etmiyor... Bir kaç defa onu dövmüşler. Hatta birkaç tane çarşafını yaktılar. İki tane çarşafı ben ona hediye ettim. Bir diğerini küpesini satarak almış. Gizli gizli yanıma geliyor. Kitap okumasına izin vermiyorlar. O da kendisine bir volkmen almış. Gizli gizli kaset dinliyor. Kaç tane kasetini kırıp onu da dövmüşlerdi. Ama çok kararlı ve azimli. O kadar ki, “onlar beni öldürseler de ben inancımdan
taviz vermeyeceğim. Onlar bana baskı yaptıkça benim hak yol üzerinde olduğuma dair kalbim daha çok mutmain oluyor.” Diyerek kararlılığını dile getiriyor. Aslında camiye gelmeyi çok istiyor lakin, “gelirsem camiye gelip olay çıkarabilirler” endişesinden şu an gelmiyor. Ben ona gel dedim, olay çıkaramazlar, ama o şu an daha tam emin değil. Onun için şu an gelmemeyi tercih ediyor. Umarım en kısa zamanda gelir.

Bunun dışında zaten çevremizle de ilgileniyoruz. Ufak kız kardeşim de camiye geliyor. Ayrıca onunla özel olarak ilgileniyorum. Erkek kardeşlerim camiye gidiyorlar. Onların dersleriyle de yakından ilgilenmeye çalışıyorum. Başkalarıyla ilgilenelim derken kendi kardeşlerimizi ihmal etmemeliyiz. En başta öncelik onların olmalı zaten.

Üç arkadaş yaptıkları çalışmaların değerlendirmelerini yaparak daha güzel ve iyi ne şekilde faydalı olup İslam’a hizmet edebiliriz endişesi ile birbirlerini tebliğe ve çalışmalara daha sıkı sarılmaya teşvik ederek sohbetlerini sürdürdüler.

Asr suresinde Yüce Allah’ın buyurduğu gibi: “Onlar ki birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye ederler.”
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 12:11
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...bölüm 14

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Uyuyamıyordu bu akşam. Hatice’nin anlattıklarını düşünüyor, “Şu muazzam kainat sonsuz boşluk deniyor, Allah bilir içinde ne kadar yıldız ve gezegen vardır. Bunların kendi kendine olması mümkün değil. Nasıl mümkün olsun ki; bir iğne bile kendiliğinden olmazken, onu yapan bir ustası varken, şu muazzam kainat, bu müthiş düzen, şaşmayan ölçü… mümkün değil. Bunun yaratıcısı var. Ve bu da Allah’tır. Evet buna inanıyorum. Bundan şüphem yok. Peki yaratıp da başı boş mu bıraktı? Hayır, bıraksaydı onlara düzen vermezdi.” Düşündükçe düşünüyor, soru üstüne soru üşüşüyordu kafasına Fatma’nın.

Hatice “Hiçbir şey boşuna yaratılmamıştır” demişti. Gerçekten de öyle miydi acaba? Bu soru takıldı kafasına Fatma’nın. Off! Uyuyamıyordu. Hayal kuşu uzaklara uçmak istiyordu bugün. Uçmak, yıldızlarda, gezegenlerde, meteorlarda, ismi bile insanın içini ürperten kara deliklerde, saman yolunda dolaşmak istiyordu. ismini bile bilmediği daha nice yıldızdan yıldıza konmak istiyordu.

Gazetede okumuştu bir defasında; uzaydaki kara delik dedikleri o hilkat ucubelerinin sönmüş güneş oldukları yazılıydı. Madem ki onlar güneşti ve sönmüşler, öyleyse bu güneş bir gün sönebilir. O zaman kıyamet kopar. Bir ürperti sardı tüm bedenini birden. Bir an ölümü düşündü. Sonra tekrar hayal kuşunu uzayda dolaşmaya çıkardı. Bizim içinde yaşadığınız dünyanın, bulunduğu sisteme; “Güneş sistemi” deniyor. Bunu okuldan öğrenmişti. Daha sonra ise bazı dergilerde bu güneş sistemi gibi yüz binlerce, belki de milyonlarca güneş sistemi olduğu söyleniyordu. Sadece saman yolunda binlercesinin olduğu ve saman yolu gibi yine binlerce yıldız toplulukları olduğu anlatılıyordu.

Fatma bunları düşündükçe hayretler içinde dehşete kapılıyordu. Sonra yine birden “hiçbir şey boşuna yaratılmamış” sözünü hatırladı. “Demek bunca şey boşuna yaratılmamış. Biz bilmesek bile her birinin ayrı bir görevi vardır. Güneş her gün doğuyor, ısı ve ışık saçıyor. Bunu da dünyayı yaşanır hale getirmek için yapıyor. Onun görevi bu. Bir gün bile bu görevini aksatmıyor. Yapmazlık etmiyor. Ay da aynı şekilde kendisine verilen görevi yapıyor. Hem de hiç itiraz etmeden. Peki ya bitkiler? Ayrı iki tohumu yan yana ekiyorsun; sonra bakmışsın farklı renkte, tatta, büyüklükte, şekilde meyve vermiş. O meyveleri aldığında sana itiraz etmiyor. Boyun eğiyor. Çünkü onun görevi bu. Hayvanlar… onlara ne demeli? Sütlerini veriyorlar, boğazlamak için yakalayıp getirdiklerinde bile isyan etmiyorlar.

Bir ara biri anlatmıştı. Kendisine demişti ki, “Develer çölde 40 gün susuz kalabiliyorlar. Alt dudağı yarık olduğu için, çöldeki dikenlerle beslenebiliyorlar. Bunun dışında iri yarı cüssesine rağmen, küçük bir çocuk, oturmasını emrettiğinde, hemen oturuyor, itiraz etmiyor. Çünkü onun görevi bu.” Evet onun görevi bu diye mırıldandı.

“Cansız bir taş bile yaratıldığı amaca hizmet ederken, biz insanlar bunu yapmıyoruz. Dünyada yemek, içmek için yaratıldığımızı sanıyoruz. Bir taş gibi bile olamıyoruz demek.” Diye düşündü…

Saat kaçtı bilmiyordu, bir ara saat başı çalan saatin tik-tak sesini duymuştu, ama bu kaçıncı duyuşuydu hiçbir fikri yoktu. Göz kapakları yavaş yavaş ağırlaştı. Yine o güzel uzayı dolaşma hayaline dalarak kendinden geçti.

-Fatma uyan kızım, öldün mü yoksa? Nedir senden çektiğim, her sabah aynı şey. Uyansana okula geç kalacaksın!

-Ne var, ne istiyorsun? Bırak da uyuyayım biraz. Her sabah karabasanlar gibi üzerime çullanmak zorunda mısın?

-Ooo, hanımefendiye bak! Bu sefer de karabasan olduk öyle mi? Peki, sen bilirsin, benden günah gitti. Paşa gönlün bilir!

Ayşe hanım, mutfağa geçip kahvaltıyı hazırlamaya koyuldu. “Bu kız ya geç kalacak, ya da kahvaltı yapmadan gidecek.” Diye mırıldandı. Ben bilirim ne yapacağımı…

-Anneee!.. diye avazı çıktığı kadar bağırdı Fatma.

-Benden günah gitti, demiştim. Şimdi istiyorsan kalkma, uyuyabiliyorsan uyu.Bir bardak suyu dökmüştü kızının yüzüne Ayşe hanım. Neye uğradığını şaşırmıştı Fatma.

Ayşe hanım gülümsedi.

-Diğer evde yapmıyordum. Soğuktu çünkü. Ama bu ev öyle değil. İçerisi sıcak. Artık uyanmazsan her sabah bir bardak suyu başından dökeceğim.

-Başımdan dökecekmiş. Cadaloz! Diyerek sinirli sinirli lavaboya yöneldi. Zaten ıslanmış yüzüne su çırparken dün akşamki hayallerini ve kafasındaki düşünceleri hatırlamaya çalışıyor, hafızasını kurcalıyordu.

Kahvaltıya bu dalgınlıkla oturmuş, sessiz sessiz yemek yerken annesi sordu:

-Hayırdır, bugün dalgınsın, hasta falan mısın yoksa? Hastaysan izin al. Bugün okula gitme.

-Çok iyi olurdu aslında, biraz halsizim, gitmezsem iye olacak.

-Tamam kızım. Bugün gitme. Babana söylerim sana izin alsın. Sen bugün dinlen. Görüyor musun benim yaptığımı zaten hasta olan kızı büsbütün hastalandıracak bir şey yaptım. Ah kafam ah!

-Vur vur iyice vur. Bakarsın zatürre olurum. O zaman daha iyi vurursun.

-Sus! Ağzından yel alsın. Ne demek zatürre olursam? Bir bardak suyla mı zatürre olacaksın? Yüz verdik astar istiyorsun bakıyorum. Haydi kalk yatağına uzan, dinlen. Sadece solgunsun.

-Peki doktor hanım hemen gidiyorum.

Yatağına uzanır uzanmaz uykuya dalmıştı. Aslında sabah olmasaydı zor uyurdu, lakin sabah olduğundan hemen dalmıştı. Ne fark vardı ölümle uyku arasında? Uyudu mu insan kopuyordu her yönüyle dünyadan. Oysa uyku bu kadar sevilmesine rağmen, ölüm bir türlü sevilmiyordu. Ne tuhaf bir şey değil mi? Birini isteyerek ve severek yapıyorken, diğerinden nefret ediyor insan. 309 sene uyumuştu Ashab-ı kehf. Uyandıklarında bir gün bir gece kaldıklarını sanıyorlardı. Ertesi gün uyanmak üzere uyumuşlardı. Uyandıklarında ise üç asır geçmişti. Milyonlarca insan gelip geçmişti, bu süre zarfında. Tüm sevdikleri, tanıdıkları, dostları, düşmanları… Hiçbiri kalmamıştı. Şehirler yıkılmış, kendilerini ilah sananlardan eser kalmamıştı. Ülkeler de yok olup gitmişti.

Ölümden korkmasının sebebi bunlar değil mi? İnsanın malından, makamından, eşinden, dostundan, çocuklarından kısacası sevdiklerinden ayrılma korkusu değil mi? Peki hiç düşündünüz mü, bir gün uyandığınızda aradan üç yüz yıl geçmiş olsun? Ne durumda olacağınızı ya da nelerle karşılaşabileceğinizi düşündünüz mü? Bu konuda hiç fikriniz var mı? Ben size söyleyeyim, karşılaşılacak binlerce ihtimal var. İnsanların uzayda gezdikleri ile de karşılaşabilirsiniz, çıkmış bir nükleer savaştan dolayı her tarafı tarumar olmuş, açlıkla, hastalıkla boğuşan bir dünya ile de karşılaşabilirsiniz. Ya da ışınlamanın mümkün olduğu, artık zaman diye bir olgunun kalmadığı, güneşin hiç batmadığı bir dünya ile de karşılaşabilirsiniz. Ya da teknolojiyi tamamıyla yok olmuş, bu nedenle taş devrine dönmüş olduğunu da görebilirsiniz. Ya da Mars’ta yerleşim yerinin açıldığını hatta geliştirilmiş uzay araçlarıyla milyonlarca yıl uzaktaki yıldızlara yolculuk yapıldığını da görebilirsiniz.

Kısacası ne ile karşılaşacağınızı bilemezsiniz. Bu saydıklarım veya sayamadıklarım ya da sizin hayal gücünüzü kullanarak ulaştıklarınız ya da ulaşamadıklarınızın hepsi birer varsayım. Her gece böylesi müthiş bir tehlike ile karşı karşıyayız. Her gece gözlerimizi yumduğumuzda, dibi görünmeyen zifiri karanlık bir kuyuya atıyoruz kendimizi, bunu isteyerek yapıyoruz. Oysaki akıbeti bilinmeyen şeylere atılmak ahmakça ve aptalca bir şey, biz bu aptallığı her akşam yapıyoruz. Her akşam tüm sevdiklerimizden ayrılma tehlikesi yaşıyoruz. Bunu da isteyerek ve severek yapıyoruz.

Telefon çalmış olacak ki Ayşe hanım daldığı koltuktan sıçradı. Biraz bekledi. Acaba yanlış mı duymuştu. Telefon mu yoksa kapı zili miydi? Kaç defa Şükrü beye; “Şu kapı zilini değiştirelim, şu konuşanlardan veya ötenlerden alalım, telefon ziliyle kapı zilini hep karıştırıyorum” demişti. Ama dinleyen kim? Her defasında “tamam tamam” cevabını almıştı, lakin hep sözde kalmıştı,

-Alo buyurun, kimi aramıştınız?

-Merhaba Ayşe Teyze, ben Çiğdem. Fatma bugün okula gelmedi de onu merak ettim. Bir sorayım dedim. İnşallah önemli bir şey yok.

-Yok kızım yok. Sadece biraz yorgundu o kadar. Ben de okula gitme dedim. Bundan dolayı gelmedi. Bu arada sen nasılsın, iyi misin?

-Sağ olun teyze iyiyim. İnanın çok merak ettim. Eve gelir gelmez de hemen telefon açtım. Ciddi bir şey olmadığına çok sevindim. Onunla görüşmem mümkün mü?

-Tabi kızım, telefonu vereyim, konuşun. Fatma! Uyan kızım, öğle oldu. Hâlâ uyuyor musun? Bak Çiğdem arıyor.

-Saat kaç?

-On ikiye geliyor.

-Alo merhaba..

-Ne o, uyuyor musun hâlâ? Ne uykucusun sen… merak ettim. Okula gelmediğini görünce, acaba bir şey mi oldu diye endişelendim. Kız, gerçekten hasta mısın, yoksa okulu asmak için mi böyle bir tezgah kurdun?

-İkisi de var. Hem biraz yorgundum hem de sıkıldığım için okula gelmek istemiyordum. Annem de gitme deyince fırsat bu fırsat dedim. Bize gelsene.

-Gelmek isterdim, ama randevum var. Randevuma gitmem lazım.

-Yine şu malum şahıs mı yoksa?

-Ta kendisi. Ne yaparsın, gönül işte ferman dinlemiyor.

-Kendini fena kaptırmışsın. Sonra pişman olmayasın.

-Neden pişman olacak mışım? Kötü bir şey yapmıyorum ki. Sadece dolaşıp konuşuyoruz.

-Sen bilirsin, benden söylemesi.

-Bir isteğin var mı? Ne de olsa hastasın. Sana bakmak lazım.

-Teşekkür ederim canım. Bir şey istemez.

-Oldu, haydi geçmiş olsun. Yarın tatil, bir ara uğrarım. Hem sana anlatacaklarım da var.

-Güle güle, bekliyorum.

Telefon kapanmış, Fatma da odadan çıkarak uyku sersemliğini atlatmak için yüzünü yıkamak üzere lavaboya yönelmişti. Yüzünü yıkadıktan sonra oturma odasına gelerek annesine:

-Dünkü misafirlerimiz ne temiz insanlardı, değil mi anne?

-Evet kızım, çok güzel huylu ve güzel sözlü insanlardı. Bu zamanda böyleleri çok az bulunur. Zeynep hanım bol bol vaaz verdi. Çok güzel şeyler anlatıyordu.

-Kızı da öyleydi. O da güzel ve ilginç şeyler anlatıyordu. Çok etkilendim. Çok da sevimli ve tatlı biriydi. Onunla arkadaşlığımı geliştirmeyi düşünüyorum.

-İyi olur kızım, ama kendini fazla kaptırma. Onların yaşayışları bize göre biraz fazla aşırı. Biz onlar gibi yaşayamayız, ama onunla arkadaşlık kur. Belki o seni adam eder.

-Ne yani halimde ne varmış da beni adam edecek? Yine taşı attın bakıyorum.

Ana-kız bir müddet daha atışmaya devam ettiler…
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 12:13
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...bölüm 15

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Zeynep hanım ve Hatice hummalı bir çalışma içinde idiler. Gelecek misafirleri için, fazla lüks olmamakla beraber ikram edilecek pasta türü şeyler hazırlıyorlardı. Ne de olsa misafire ikramda bulunmak ev sahibinin şanındandı. Aynı zamanda da sünnetti ve çok büyük hayrı vardı. Bu bilinç ve niyet ile hazırlanıyordu ikram edilecek şeyler. Yoksa kendilerinden söz edilsin ve övülsünler diye değil. Zaten davetçilere yakışmazdı böyle bir şey. Bunun bilincinde idi Zeynep hanım ve Hatice.

Hazırlıklarını tamamlamış, gelecek misafirleri bekliyorlardı. Anne-kız oturmuş, ikisi de dalmıştı. Zilin sesi ile irkildi Hatice.

Misafirler gelmiş, misafir odasında oturmuşlardı. Ayşe hanım, evi dolaşmak istediğini söyleyince, Zeynep hanım hemen isteğini yerine getirmek için onu buyur edip evi dolaştırmaya başladı. Fatma da annesi gibi merak ediyordu doğrusu… O da fırsatı kaçırmamış, annesi ile evi gezmek için kalkmıştı. Zeynep hanım ve Hatice misafirlerine evi dolaştırdılar. Dolaşma faslı bitmişti. Bu arada Hatice ve annesi hazırladıklarını misafirlere ikram etmeye başlamışlardı. Ayşe hanım, ikram edilenleri yerken bir yandan da evin manzarasını gözünde canlandırmaya çalışıyordu: “Ne kadar da sade döşenmiş.” Misafirlerin oturmaları için, misafir odasına konan birkaç kanepe ve vitrinden başka lüks denecek bir şey yoktu. Ev güzel dekore edilmişti, ama mümkün mertebe sade olmasına özen gösterilmişti. Mesela: kendi evlerinde bulunan avizeler yoktu. Koltuk takımları, oturma grupları yoktu. Vitrinde kitaplar, güzel levhalar, birkaç parça süs eşyası vardı. Ama belli ki vitrinin görüntüsünü güzelleştirmek için konmuştu. Bir odayı kütüphane yapmışlardı. Ne kadar da çok kitap vardı. Ömründe ilk kez bir evde bu kadar çok kitabı bir arada görmüştü Ayşe hanım. Oda halılarla döşenmiş, etrafa da oturmak için minderler konulmuştu sadece… bir şey daha eksikti, evet televizyon yoktu. Tüm odaları dolaşmıştı, ama televizyona rastlamamıştı. “Bize göre bunlar fakir sayılır.” Dedi kendi kendine.

Zeynep hanım, diğer komşuları ile konuşurken, Ayşe hanımın dalgınlığını fark edip “Ayşe kardeş dalmışsın, önemli bir şey yok umarım” diye sordu.

-Yoo, önemli bir şey yok. Kusura bakma, ama kafama bir şey takıldı, onu sormak istiyorum. Maddi durumunuz düşük mü ki evinizde fazla eşya yok? Çok sade döşenmiş. Hatta bazı odalar boş denecek kadar eşyasız. Pervasızlığımı mazur görün, ama merak ettim.

-Aslında sadece siz değil, buraya gelen herkes bunu merak ediyor. Elhamdulillah maddi durumumuz çok iyi, kimseye muhtaç değiliz. Eşimin emeklilik maaşı ile beraber işlettiğimiz bir manifatura dükkanımız da var. Gelirimiz bize yetiyor. Size bir hikaye anlatayım:

“Derler ki Sultan Harun Reşit, o dönemin evliyalarından Behlül’e; “Ahirette dünya malının hesabının nasıl sorulacağını ve nasıl bu hesabın verildiğini bana anlatır mısın?” diye sormuş. Behlül de ona: “Yarın falan meydana gel sana anlatacağım” demiş. Ertesi gün o meydanda buluşmuşlar. Behlül hazretleri meydana bir ekmek sacı getirmiş, onu ateşin üzerine koyarak kızdırmış. O kadar ki suyu attığında su sıçrıyormuş. Harun Reşit, “Bu nedir?” diye sorunca Behlül hazretleri; “Senin sorunun cevabını vereceğim” demiş. Behlül hazretleri ayakkabısını çıkarmış, eline asasını alarak o kızgın sacın üzerine çıkıp “Ben ve asam” deyip hemen inmiş. Harun Reşit’e dönerek “Benim dünyadaki tek malım bu elimde gördüğün asamdır. Ben malımın hesabını verdim. Haydi buyur sen gel, bu kızgın ekmek sacının üzerine çıkıp malının hesabını tek tek ver!” Nasıl çıksın ki, adam padişah… malını saymaya başlarsa aylarca bitiremez.

Bu hikayeden de anlaşıldığı gibi Ayşe kardeş, dünya malının hesabını vermek o kızgın saca çıkıp beklemekten daha zordur. Bize yakışan ihtiyacımız kadarı ile mal edinmek. Diğerini Allah yolunda fakir fukaraya verip harcamaktır.

-Ev eşyaları da ihtiyaçtır. Onları almak israf değil ki!

-Eğer ihtiyaçtan fazla ise israftır, ve Allah onun hesabını sorar. Eğer sana on tabak lazımsa ve sen kalkıp elli tabak alırsan o israftır. Eğer sana beş kanepe lazımsa ve sen kalkıp oturma gurupları, koltuk takımları falan filan alırsan israftır. Çünkü onlar artık gösterişe girer. Bunun için ihtiyacımız kadarıyla alıyoruz. Arta kalanı da başka şeylerde kullanıyoruz. Bundan dolayı da şu anda hiç borcumuz yok. Yarın öbür gün kimse kapımıza dayanmaz. Bu bize yeter artar bile.

Zeynep hanım, yeri gelmişken dünya malının geçiciliğinden, fitnesinden, asıl olanın ahiret yurdu olduğundan, oraya hazırlığın yapılması gerektiğinden, fakir fukarayı kollamanın büyük sevabından, fuzuli bir şeye harcanacak para ile fakir bir komşuya alınacak gıda veya giyeceğin ne kadar büyük bir sevap olduğundan vs.. uzun uzun anlatmaya başladı.Bu arada iki yeni arkadaş kütüphane odasına geçmiş, kitapları karıştırıyorlardı. Fatma,ilk kez bir evde bu kadar çok kitap görmüştü. Kitapların çoğu İslami konuları içeren kitaplardı.

-Bu kitapların tümü sizin mi?

-Evet bir çoğu babamın. Bazıları da ağabeylerimin. Benim de bazı kitaplarım var, fakat çok az.

-Ne aptalım. Burada olduklarına göre sizin olacaklar tabi. Ne bileyim işte, hepsini bir arada görünce..

-Üzülme, buraya gelen herkes bu soruyu soruyor.

-Nasıl bu kadar bilgi birikimin olduğu şimdi anlaşıldı. Çok okur musun?

-Çok değil, genelde okurum. Günde en az bir saat okurum. Tabi bu süre bazen daha da artabiliyor. Okuduğum kitaba bağlı.

-Genelde roman mı okursun?

-Hayır, bazen roman okurum, ama genelde ilmi kitaplar okurum. Bilhassa peygamberimizin hayatını, tefsir ve fıkıh okurum. Çünkü bunlar dinimizin temel kaynaklarıdır. Bunlar bilinmeden İslami hayat olmaz.

-Biliyor musun, bize geldiğiniz ve konuştuğumuz günün akşamı uyuyamadım söylediklerini düşündüm, kainatı düşündüm. Her şey gerçekten bir görev için yaratılmış ve görevlerini de eksiksiz yapıyorlar. Sadece biz insanlar yapmıyoruz. Cansız bir taş bile görevini yapıyorken, küçücük bir hücre bile görevini yaparken biz insanlar yapmıyoruz.

-Bunun en büyük sebebi teslim olup olmamaktan kaynaklanıyor. Bizim temel meselemiz bu işte. Kainatın, canlı cansız her şeyin yaratıcısının Allah olduğuna inanıyoruz. Fakat ona teslim olmuyoruz. Bunun için inanmakla teslim olmak farklı şeyler. İnandığın bir şeye teslim olmayabiliyorsun. Çünkü teslimiyet beraberinde itaat getirir. İşte biz insanlar, bu noktada diğer yaratıklardan ayrılıyoruz. İslam’ın kelime manası da teslim olmak, boyun eğmek anlamına geliyor. Yani birisi Müslüman olduğu zaman teslim olduğunu da beyan ediyor aslında.

Hıristiyanlar da Yahudiler de Allah’a inanıyorlar. Hatta müşrikler bile inanıyorlar. Kur’an-ı Kerim’de bir çok yerde; “Onlara (müşriklere) yeri ve gökleri kim yarattı desen, “Allah’tır” diyecekler” şeklinde onların Allah’a inandıklarını, yalnız teslim olmadıklarını dile getiriyor. Teslim olsalar sorun kalmaz. Kainatta gördüğümüz güneş, ay, yıldızlar ve göremediğimiz diğer yaratıkların tümü kayıtsız-şartsız bir teslimiyet içindedirler. Allah’ın emirlerine boyun eğmişler. Bunun için onlar görevlerini yerine getiriyorlar. Biz de eğer teslim olursak, görevlerimizi yerine getirmeye başlarız.

-Peki bu teslimiyet nasıl oluyor? Bunu biraz daha açar mısın?

-Teslimiyet demek; itaat etmek, boyun eğmek demektir. Biz, Kelime-i şehadeti getiriyoruz. Allah’tan başka ilah olmadığına, Hazreti Muhammed (as)’in onun kulu ve Resulü olduğuna şehadet getiriyoruz. Bu şekilde inanıyoruz. Madem inanıyoruz, o zaman Allah diyor; size emrettiğim şeyleri yapın. Sadece inandım demekle işin içinden çıkamazsınız, inandığınızı ispat edin.

Allah namaz kılmayı emrediyor. Hemen ona inanıp namaz kılmak teslimiyettir. “Zina yapmayın” diyor, ondan uzak kalmak teslimiyettir. “Oruç tutun” bunu yapmak teslimiyettir. “Zekat verin” bunu yapmak teslimiyettir. “Yalan söylemeyin, gıybet, dedikodu yapmayın” bunlardan uzak durmak teslimiyettir. “Kadınlar örtünsünler, kendilerini yabancı erkeklere göstermesinler” bunu yerine getirmek teslimiyettir. “Faiz yemeyin, kumar oynamayın, içki içmeyin, fakir fukaranın malını yemeyin” bunlardan uzak kalmak, onları yapmamak teslimiyettir. “Benim yolumda mücadele edin, kafirlerle çarpışın” bunu yapmak teslimiyettir. “Sadece benden korkun, rızkınızı benden isteyin” bunu yapmak teslimiyettir. “İnsi, cini, heykeli putlara tapmayın” bunlardan sakınmak teslimiyettir. Kısacası Allah’ın emirlerini yapmak, yasakladıklarından sakınmak teslimiyettir.

Rabbimize ruhlar aleminde vermiş olduğumuz sözü yerine getirmek zorundayız.

-Evet doğru söylüyorsun, lakin insan… bilmiyorum, mesela namaz… bir türlü kılmayı adet edinemedim. Halbuki insan isterse o kadar zor bir şey de değil. Bilakis insana huzur veriyor. Ama ne bileyim işte…

-Aslında inandığımızı söylüyoruz. Lakin pek çoğumuz bize bunca lütufta bulunan Rabbimize karşı kulluk görevimizi tam olarak yerine getirmiyoruz. Allah bizden iman ile birlikte amel ve teslimiyet istiyor. Kaldı ki Allah’a şükür borcumuz var. Bir düşün her iki gözün kör olsaydı ve biri sana; “İki gözünü veririm yalnız sen de yirmi yıl bana hizmet edeceksin” dese sen ne yaparsın? İki göz karşılığında yirmi yıl hizmet edersin ona. Hatta belki ömür boyu… Bunlar iki uzvun karşılığıydı. Peki ya diğerleri, dünyada verdiği diğer güzellikler, nimetler..

-Biz insanlar.. Off! Gerçekten nankörüz. Hiçbir şeye şükretmiyoruz. Eğer tam olarak düşünürsek… hakikaten aptalız.

Fatma’nın samimi itirafını gören Hatice sevindi.

-Üstüne üstlük dünyada verdiği bunca güzelliğe ve nimetin üstüne eğer itaat edip ona teslim olup emirlerini yaparsak sonsuz bir cennet hayatı vereceğini söylüyor, verecek de. Çünkü bizi ilk yarattığında verdi. Yine verecek. Tüm bu güzelliklere karşılık biz, birkaç günlük dünya hayatının oyun ve eğlencesini tercih ediyoruz. Oturup saatlerce televizyondaki çirkin, fahiş programları ya da dizileri izlediğimiz halde beş dakikalık bir namazı kılmıyoruz. Senenin on bir ayı yiyor, içiyoruz. Bir ayı sabahtan akşama kadar aç geçirmeyi göze alamıyoruz. Evlilik helalken zina yapılıyor. Güzel içecekler helal iken içki içiliyor.

Fatma Hatice’yi onayladı.

-Dediğin gibi sabahtan akşama kadar oturup televizyon seyredebiliriz. Namaz gibi bir ibadet bize zor geliyor. Niçin ibadetler bize zor geliyor söyler misin?

-Güzelliklere hep zorluklardan geçilerek ulaşılır. İnsan, annesine dünyanın en büyük acılarını tattırarak gelir. Gece karanlığından sonra gün doğar, kıştan sonra bahar gelir. Elhasıl, güzelliklere zorlukları aşarak ulaşabiliriz. Dünyanın kuralı böyle. Ancak bu şekilde güzelliklerin kıymeti anlaşılır. Bizler de nefsimize zor gelen ibadetleri yapıp onlara sabrederek haramları işlememe konusunda azmederek güzel yurda varabiliriz.

-Aslında tüm bunları aklı başında olan herkes görüyor, biliyor. Buna rağmen yine de görmezlikten geliyoruz. Kolayımıza geleni seçiyoruz.

-Evet insan zoru gördü mü hep kaçıyor. Şeytana ve nefsine esir oyup kendisine hem dünyada, hem de ahirette zarar verecek şeyler yapıyor. İçkinin zararlarını, zinanın getirdiği ahlaki bozulmalarla beraber bedeni hastalıkları, faizin getirdiği ekonomik zulüm, hırsızlığın kahredici etkileri, yalanın oluşturduğu güvensizlik ve diğer haramların yıkıcı etkilerini anlatmak isterse insan, günlerce, belki de aylarca bitiremez. Bugünkü sözde gelişmiş toplumların durumu gözlerimizin önünde… Kimin eli kimin cebinde belli değil. İnsanlar gömlek değiştirir gibi sevgili değiştiriyorlar. Hayvanların yaşam tarzı bu.

-Ne var ki bugün onlar örnek alınıyor. Bir çok insan onlara bakarak hayatını şekillendiriyor. Falan artistin saç modeli şöyle, giyimi böyle, konuşması bilmem nasıl… hep onlar örnek alınıyor ve bunu yapanlar da Müslümanım diyenlerdir. Ben de onlardan biriyim mesela.. dedi Fatma.

-Her şey teslimiyetten geçiyor. Eğer biz Allahu Teala’ya gerçekten iman etmişsek, O’na teslim olmalıyız. O’na teslimiyet, O’nun gösterdiği yolda yürümektir. Artist bozuntularını taklit edeceğimize insanlığın önderi Hazreti Resulullah (as)’ı örnek almalıyız. O’nun hayat tarzı ile hayatımızı biçimlendirmeliyiz. Kısaca hayatımızı İslam’ın emrettiği şekilde geçirmeye, yaşamaya çalışmalıyız.

Hatice anlatıyor, Fatma sessizce dinliyordu. Ara sıra sorduğu sorulara Hatice’nin güzel, mantıklı ve ilim dolu cevapları onu ikna etmeye yetiyordu. Peki bunca yıl neden anlatılmamıştı bunlar kendisine? Ara sıra annesi namaz kılmasını söylüyordu. O da kuru bir sözden öteye geçmiyordu. Hoş güzel, annesi de pek o kadar namazlarına dikkat etmiyordu ya…

Ramazan orucunu birkaç kez tutmuştu, lakin o da gelip geçici bir heyecandı. Kaç yıldır onu da tutmuyordu. Örtünmeye gelince, bunu hatırladığında tüyleri diken diken oluyordu. “Örtünmek mi? Asla!” diyordu, çoğu zaman…

Hatice’nin verdiği güzel iki kitabı aldığında içinde tarifsiz duygular vardı. Sanki yeni bir hayata adım atmanın verdiği heyecan, sevinç ve mutluluğuydu bu…
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 12:17
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...bölüm 16

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Havalar yavaş yavaş ısınıyordu. Bahar yüzünü göstermeye başladığından beri, yeşil ormanlar, karanlık dehlizlerden başlarını kaldırmaya başlamışlar, ağaçlar tomurcuk tutmuş, kimi tomurcuklar çatlamış, yeşil yapraklarını yeni bir mevsime sunma hazırlığına girmişti. Yavaş yavaş çıplak ağaçlar yeşile bürünüyor, çamurlu yerler çeşitli renkte ve kokudaki çiçekler ile bezenerek adeta bir gelin gibi süslenmeye başlıyordu. Sabahları kuşların cıvıltıları başka bir ahenk ile çıkmaya ve süslenip koku sürünen dünyaya “hoş geldin” melodileri sunmaya hazırlanıyordu. Aylardır cansız yatanlar dirilmiş, yepyeni hayatlar başlamıştı.

Fatma ile Hatice’nin arkadaşlıkları ilerlemişti bu sürede. Sık sık buluşuyor ve sohbetler yaparak tatlı bir dostluğun örgülerini örüyorlardı sanki. Namaza başlamıştı Fatma. Kitap da okuyordu artık. Okulu da az kalmıştı. Okul arkadaşlarından Çiğdem ile arkadaşlıkları eskisi gibi devam ediyordu. Zozan ile tartışmış, namaza dil uzatıp alay ettiğinden arkadaşlığını kesmişti.

Çiğdem de başta biraz eğlenmek için laf atmış, Fatma’nın kararlı tavrını görünce geri adım atarak bir daha alay etmemişti. Bunun için arkadaşlıkları devam ediyordu. Hatta Fatma, onun da namaza başlaması için ona bildiği ve okuduğu İslami konuları anlatıyor, onu bu konuda ikna etmeye çalışıyordu. Ne var ki Çiğdem’in erkek arkadaşı Çiğdem’i daha çok etkiliyor, hatta Fatma ile ilişkilerini kesmesi için bazen onu zorluyordu.

Fatma’nın bu değişimi en çok annesini memnun ediyordu. Çünkü o eski aksi Fatma gitmiş, yerine yumuşak başlı, saygılı, terbiyeli, düzgün sözlü, çalışkan bir Fatma gelmişti.

Okuldan gelir gelmez, namazını kıldıktan sonra annesine ev işlerinde yardım ediyor, yemeği hazırlıyor, ev işleri bitince odasına çekilip kitap okumaya başlıyordu.

Ayşe hanımın keyfine diyecek yoktu. Bir iş yaptırıncaya kadar canı çıkan Ayşe hanımın artık eli sıcak sudan soğuk suya girmiyordu. Çünkü kızı Fatma, evin tüm işlerine koşuyor ve onları en güzel şekilde yapmaya çalışıyordu.

-Fark ediyor musun bilmiyorum, ama bizim kız çok değişti. Sanki o Fatma gitti, yerine başka bir Fatma geldi. Bazen acaba bu kız başını bir yerlere mi vurdu diye düşünmeden edemiyorum.

-İyi ya daha ne istiyorsun. Sen de böyle olmasını istemiyor muydun diye cevap verdi Şükrü bey.

-İstiyordum da… ya gelip geçici bir şeyse? Ya bir gün eski hırçınlığı, asiliği geri dönerse… diye içimde hep bir korku var.

-Merak etme hali gelip geçici bir şeye benzemiyor. O… neydi ismi?

-Hatice.

-Hah.. evet, onunla arkadaşlığı sürdüğü müddetçe eski haline dönmez. Boşuna dememişler “Arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim.”

-Hatice’yi hiç gördün mü? Bir de bazı hasetçiler onların hakkında dedikodu yapıp ileri geri konuşuyorlar. Bu binada güvendiğim tek insan Zeynep hanım. Saatlerce bazen konuşmamıza rağmen hiç kimseden söz etmez. Bazen ben söz etmek istesem bana; “Yanımızda olmayan insanların olumsuzluklarından söz etmek gıybettir. Gıybet de haramdır. Onun için rica etsem o konulara girmesen daha çok memnun olurum” diyerek, konuşmama izin vermiyor. Hep İslam’ı anlatıyor. Peygamberin hayatından bahsediyor.

-Belli oluyor, sen de kızın da yavaş yavaş sofu oluyorsunuz. Seccade elinizden düşmüyor.

-Fena mı?

-Fena olur mu? Ben de senin isteklerinden listelerinden çoktandır kurtulmuştum. Dindarlık güzeldir. Keşke ben de Hacı Abdullah gibi kendimi dini hayata verebilseydim. Ben yapamıyorum, bari siz yapın.

-Bu gün okula gitmedi. Ona izin al olur mu?

-Tamam.

Bu gün okula gitmemişti. İçinde tarif edemediği bir sıkıntı duyduğunda abdest alıp iki rekat namaz kıldı. Hatice anlatmıştı. Sıkıntı duyduğunda abdest al ve iki rekat namaz kıl. Ferahlarsın diye. O da öyle yaptı. Biraz ferahlamıştı. Yatağına geçip kitap okumaya başladı. Kadın ilmihalini okuyordu. Bir Müslüman kadının neler yapması ya da yapmaması gereken şeyleri anlatıyordu. Bunun için çok dikkatli ve anlayarak okumaya çalışıyordu. Annesi içeriden kaç kez seslenmiş, kitaba daldığı için duymamıştı. Telefondaki ses Ayşe hanıma heyecanlı ve titrek sesle telefonu hemen Fatma’ya vermesini istemişti.Bunun için de Ayşe hanım ne olduğunu sormayı akıl edemeden telefonu Fatma’nın odasına götürerek ona vermişti.

-Alo!

-….

-Neee! Yalan, yalan söylüyorum dee! Hayır, hayııııır!

Odadan çıkmış olan Ayşe hanım, çığlık sesi ile içeri girmişti. Aman Allah’ım olamaz!...

Fatma hiç kımıldamadan yerde yatıyordu.O menfur olaydan sonra ara sıra kızı ile camiye gidiyordu Zeynep hanım. Zeynep hanım onun dışında iki arkadaşları daha olmuştu. Sultan’ın bir çocuğu vardı. Henüz bir yaşında olduğundan camiye geldiği vakit çocuğu kaynanasına bırakmak zorunda kalıyordu. Kaynanası bundan hoşlanmıyordu. Defalarca çocuğu bırakıp da camiye gitmemesi için gelinini azarlamış hatta bu yüzden aylarca onunla konuşmamıştı. Ne var ki Sultan pek öyle bu işten vazgeçecek değildi. Kaynanasını fazla incitmeden camiye gitmenin faziletinden, getirdiği hayırlardan söz ediyor, onu ikna etmeye çalışıyordu. Kaynanasının bir keresinde kendisine; “El alemin çocukları seninkinden daha mı önemli ki çocuğunu bırakıp onlarınki ile ilgileniyorsun” demesi üzerine Sultan; “Onların hepsi bizim çocuklarımızdır ve biz onlarla ilgilenmeye mecburuz. Kendi çocuğumu onlardan üstün tutmam. Eğer çocuğum büyük olsaydı onu da götürür, camide diğer çocukların arasında onlara gösterdiğim ilginin aynısını gösterirdim. Onun hiçbir farklılığı olmazdı” diyerek yaptığı hizmetin büyüklüğünü göstermişti.

Mevlüde de evli ve çocuk sahibiydi. Dört çocuğu vardı. Üçü erkek, biri kız. İkisi hem okul okuyorlar, hem de camiye gidiyorlardı. Her sabah kız kardeşini eve çağırır küçük çocuklarını ona bırakır kendisi ve büyük kızı beraber camiye gider, biri ders alır biri de ders verirdi. Zeynep hanım, Sultan ve Mevlüde’nin de katılmasıyla hoca sayısı altıya çıkmıştı.

Mevlüde’nin eşi yaklaşık iki yıl önce bir saldırıda şehid olmuştu. Onun şehadetiyle çocuklarına hem ana hem de baba olmuştu. Mü’min kardeşlerinin yardımlarıyla geçiniyordu. Mevlüde, her türlü hizmeti yapmak için elinden gelen gayreti gösteriyordu. Ne de olsa şehid hanımıydı.

-Bu gün öğrencilerimize bisküvi ve lokum dağıtacağız. Ayrıca en düzenli gelen öğrencileri seçip onların hediyelerini vereceğiz. Bunun için ders vermekte fazla oyalanmasak iyi olur. Ayrıca Zehra kardeş bize bu gün peygamber kıssalarından bir tane anlatacak. Hemen derslerimizi verelim diyerek kısaca günlük programı hatırlattı Hatice.

Her biri, öğrencilerini tek tek kontrol edip onların derslerini vermeye başladılar. Öğrenciler o menfur olaydan sonra biraz azalmıştı. Ama Hatice ve arkadaşlarının gayretli çalışmaları, yaptıkları aile ziyaretleri, yaptıkları cami komşusu ziyaretleri, öğrencilerin arkadaşlarını camiye getirmeleri konusundaki gayretleri ve bu konuda hocalarının telkin ve yol göstermeleri bu süre zarfında öğrenci sayısını arttırmıştı. Camiyi basanların hesabı tutmamıştı. Öğrenciler daha da düzenli gelmeye başlamıştı.

Nihayet dersler bitmişti, Hatice;

-Şimdi Zehra hocamız bize Hazreti Yusuf (as)’ın hayatını anlatacak, daha sonra yarışmamız var. Ondan sonra da size ikramımız var, dedi.

Öğrenciler, peygamber kıssalarını çok seviyorlardı. Çünkü hocaları onları hikayeleştirerek anlatıyordu. Onların anlayabilecekleri şekilde kolaylaştırıyorlardı.

Zehra besmele, hamd, selat ve selamdan sonra konuya başladı.

-Hazreti Yusuf daha çocukken bir rüya görür. Rüyasında 11 gezegen ve güneş ile ayın kendisine secde ettiklerini görür. Rüyasını babasına anlatır. Babası Hazreti Yakub bir peygamber olduğundan rüyasının anlamını hemen anlar ve Yusuf’a; “Bak oğlum, rüyanı ağabeylerine anlatma, yoksa kıskanıp sana zarar verebilirler” der. Hazreti Yakub, oğlu Yusuf’u çok sevdiğinden diğer kardeşleri onu hep kıskanırlar. Bu kıskançlıkları o kadar fazla olur ki kendi aralarında bir plan yaparlar. Derler ki: “Biz babamıza diyelim ki baba biz gezmeye gidiyoruz. Yusuf’u da bizimle gönder. O da gezsin biraz. Sana söz ona bir şey olmasına izin vermeyiz. Babalarına gidip bunu söylerler ve onu ikna ederler. Babaları “Ben korkuyorum. Siz oyuna dalarsınız da onu kurt yer.” Bunu deyince oğulları; “Bize güvenmiyor musun? Biz onu koruyacağız” deyip tekrar ısrar ederler. Babaları onu göndermeye razı olur.

Bunlar çölde giderler, bir kuyunun etrafında eğlenirler, eve dönecekleri zaman Yusuf’u kuyuya atarlar. Gömleğine de tavşan kanı sürüp babalarına getirerek; “Biz oyun oynuyorduk, Yusuf’u da eşyalarımızın yanında bırakmıştık. Döndüğümüzde Yusuf yoktu. Sadece bu kanlı gömleği kalmıştı. Kanımızca onu kurt yedi, diyerek babalarına yalan atarlar. Bu arada Yusuf karanlık kuyuda tek başına kalmıştı.

-Hocam korkmadı mı?

-Yok çünkü Allah ona melek göndererek korkmamasını ve bir gün kardeşlerine bu kötülüğünü haber vereceğini söyleyerek onu kurtaracağını söylemişti. Ayrıca melekler de onun yanında kalmışlar. Ne kadar kaldı bilinmez. Kuyunun yanından bir kervan geçer. Daha önce arabalar olmadığından develer ve atlarla yolculuk yapardı insanlar. İşte bunlara kervan denir. Bu kervan kuyunun yanından geçerken birini su getirmesi için gönderirler. Adam gelip kuyuya kovayı atınca Yusuf kovaya tutunur. Adam kovayı çeker ve Yusuf’u görünce “Müjde, müjde! Kuyudan bir çocuk çıktı. Onu şehre götürüp satabiliriz. Bize çokça para kazandırır.” Diyerek koşar, Hz. Yusuf’u alıp şehre götürürler.

-Hocam çocukları o zaman satıyorlar mıydı?

-Evet, kimsesiz çocukları o zaman köle olarak satıyorlardı. Mısır’ın büyüklerinden biri karısı ile alış veriş yaparken Yusuf’u görürler. Vezirin karısı Yusuf’u çok sever ve onu satın alması için kocasına baskı yapar. Kocası da onu alır ve saraylarına götürerek onu büyütürler.

-Yusuf kuyudan çıktı, saraya gitti. Öyle mi hocam?

-Evet aynen öyle. Allah dilerse her şey olur. Eğer biz de Allah’tan istersek Allah bize yardım edip verir. Evet nerde kalmıştık? Hah Yusuf büyüyünce çok yakışıklı bir delikanlı olur. Öyle ki o memlekette onun gibi yakışıklı yokmuş. Onu satın alan kadın onu gönül verir. Ona karşı sevgi duyar. Yusuf onların kölesi olduğu için onlara hep hizmet etmektedir. Bir gün Züleyha isimli bu kadın onu odaya çağırır. Yusuf da hizmet etmek için gider. Kadın ona beraber olmayı teklif eder. Yusuf kabul etmez. Onu zorlar yine de kabul etmez. Yusuf kaçarken kadın gömleğini arkadan yırtar. Odadan kaçarken sahibi olan adam ve başka birkaç kişiyle kapıda karşılaşırlar. Kadının kocası ne olduğunu sorar, kadın “Yusuf senin karına saldırdı. Ondan murat almak istedi. Onu cezalandır” deyince Yusuf “Hayır ben saldırmadım, o bana saldırdı. Ben kabul etmeyince de seni zindana attırırım diye de tehdit etti” der. Bu arada orda bulunan bir adam şöyle dedi: “Bakın eğer Yusuf’un gömleği önden yırtılmışsa Yusuf yalan söylüyor. Yok eğer arkadan yırtılmışsa kadın yalan söylüyor” bu sözü üzerine bakarlar ki gömlek arkadan yırtılmış. Kadının yalan attığı ortaya çıkar. Daha sonra dedikodu olur. Ve şehrin kadınları Züleyha’yı küçümserler. Kölesine tutulmuş derler. Züleyha kalkıp onları saraya davet eder. Önlerine de meyve koyar. Ellerine de bıçak verir. Yusuf’u yanlarına çağırır. Yusuf yanlarına çıktığında onu gören kadınlar “Aman Ya Rabbi bu insan değil melek” diyerek kendilerinden geçerler ve ellerini kestikleri halde hissetmezler. Züleyha orada yine Yusuf’a “Eğer isteğimi yapmazsa onu zindana attıracağım.” Der. Yusuf (as) da dua ederek “Ya Rabbim, zindan benim için onların istediklerinden daha iyidir.” Diyerek kadını yine red eder. Bunun üzerine onu zindana atarlar. Zindanda Allahu Teala onu rüyaların yorumunu öğretir. Ayrıca peygamber olduğundan zindandaki insanlara Allahu Teala’yı anlatır. Uzun yıllar kalır zindanda. Bir gün yanında bulunan bir tutuklu arkadaşı serbest kalır. Bu adam sarayda çalışmaya başlar. Mısır’ın kralı bir rüya görür. Ve onun ne anlama geldiğini merak eder. Bunu sihirbazlardan sorar, kimse cevap veremez. Sonunda o hizmetçi adam; “Ben size cevap getiririm” der ve Hz. Yusuf’un yanına gider. Rüyayı anlatır. Hz. Yusuf da ona rüyayı yorumlar. Adam gelip rüyayı krala anlatır. Kral kim bu yorumu yapmışsa onu buraya getirin der. Adam gider. Hz. Yusuf’a söyler. Hz. Yusuf “Gidin o kadınların halini sorun ondan sonra ben çıkarım, yoksa çıkmam.” Der. Kral, kadınları toplar durumu sorar. Hepsi Hz. Yusuf’un günahsız olduğunu, kendilerinin hile yaptıklarını anlatır.

Hz. Yusuf zindandan çıkar ve o memleketin hazinelerinin başına geçer. Memlekette kıtlık olduğundan herkes Mısır’a gelip oradan yiyecek alıyor ve memleketine dönüyordu. Hz. Yusuf’un kardeşleri de Mısır’a gittiler ve eşya aldılar. Hz. Yusuf onlara bir daha geldiğinizde küçük kardeşinizi getirin, diyerek anneleri bir olan kardeşi Bünyamin’i getirmelerini tembih eder.

Hz. Yusuf'un babası Hz. Yakub (as) da Hz. Yusuf'un derdinden ağlaya ağlaya kör olmuştu. Çocukları yiyeceklerini getirdiler. Yiyecekleri bittikten sonra tekrar hazırlık yaptılar. Tabii bu sefer Bünyamin’i de götürmeleri gerekiyordu. Babaları razı olmadı başta. Onu da Hz. Yusuf gibi kaybedeceksiniz, diyerek vermek istemedi. Israr ettiler ve zor da olsa onu götürmeyi başardılar. Mısır’a geldiklerinde Hz. Yusuf onları yanıma çağırdı. Onlara yiyecek verdi. Kardeşi Bünyamin’e kendisini tanıtarak onun yanında kalmasını istedi. Bünyamin de kabul etti. Daha sonra eşyalarının arasına altın tas koydurttu. Bu şekilde onları aradılar ve eşyaların içinde tası buldular. Onlar da (Hz. Yusuf'un kardeşleri) dediler ki “Bizim kanunlarımıza göre kim hırsızlık yapmışsa o artık köle olur. Hırsızlığı yapan Bünyamin’dir. O artık sizin kölenizdir. Yalnız eğer kabul ederseniz onu bırakın, bizden birini alın. Onun yaşlı bir babası var. Hastadır, büsbütün perişan olur.” Dedilerse de Hz. Yusuf kabul etmedi ve Bünyamin’i yanında tuttu.

Bunlar eve döndüler. Büyük kardeşleri Mısır’da kaldı ve dönmedi. Durumu Hz. Yakub’a bildirdiler. Hz. Yakub büsbütün hasta olup “Dilerim Rabbim hepsini bana verir.” Diyerek dua etti.

Eve dönen kardeşler sabredemeyip tekrar Mısır’a gideceklerini ve kardeşlerini alıp gelmeye çalışacaklarını söyleyip Mısır’a gittiler.

Mısır’a vardıklarında Hz. Yusuf onları çağırttı. Kardeşi Bünyamin de yanındaydı.

Onlara; “Yusuf'a ne yapmıştınız?” diye sorunca onu tanıdılar. “Yoksa sen Yusuf musun?” dediler. Hz. Yusuf “Evet ben Yusuf’um, bu da kardeşimdir.” Dedi. Hz. Yusuf'a daha önce kötülük yapan kardeşleri ondan özür dilediler. Hz. Yusuf da onları af etti ve onlara: “Alın gömleğimi babama götürün gözlerine sürsün, gözleri Allahu Teala'nın izniyle açılacak. Sonra da hep beraber buraya gelin.” Diyerek onları gönderdi. Gömleği alıp gittiler bunlar daha yolda iken Hz. Yakub (as) “Ben Yusuf’un kokusunu alıyorum.” Diyerek gömleğin kokusunu aldığını söylüyordu. Gömleği getirip gözüne sürdüler, hemen gözleri açıldı. Hep beraber Mısır’a gittiler. Hz. Yusuf anne ve babasını kendi tahtına oturtup babasına “Baba Allah rüyamı doğruladı.” Diyerek gördüğü rüyayı babasına hatırlattı.

Hikayemiz bu kadar. Allah kullarına her zaman yardım eder. Yeter ki ona hakkıyla ibadet edelim.

Hikaye bitene kadar kimseden ses çıkmamıştı. Nasıl çıksın ki, en güzel kıssa olarak geçiyor Hz. Yusuf (as)’un kıssası. Bu güzel sohbetleri bitince Hatice:

-Şimdi de yarışmamızı yapacağız. Bu ay en düzenli gelen arkadaşları seçip onlara hediye vereceğiz. Bizim tespitimize göre 25 tane arkadaş derslerini hiç aksatmadan camiye gelmişler, diyerek birincilerin tek tek isimlerini söyleyip onları yanına çağırarak verilecek hediyeleri kendilerine vermeye başladı. Öğrenciler hallerinden memnun görünüyorlardı. Hocaların iltifatları, hediyeler onları epey sevindirmişti. Diğer öğrenciler; “Biz de gelecek ay hiç aksatmadan geleceğiz. O zaman da biz birinci geliriz” diyerek birbirlerini teşvik ediyorlardı.

Yarışma faslı da bittikten sonra günün ikramına gelinmişti. Daha önce hazırlanmış bisküvi ve lokum dolu paketler öğrencilere tek tek verildi ve çocuklar yolcu edildi. Nihayet hepsi ikramını alarak gitti. Her zaman olduğu gibi temizliklerini yapıp öğleden sonra Haticelerde buluşmak üzere ayrıldılar Hatice ve annesi eve doğru ilerlediler. Oturdukları binanın merdivenlerin çıkarlarken kapı komşuları bir bayan;

-Nerelerdesiniz, evde olmadığınız için duymamışsınız herhalde, dedi.

-Neyi duymamışız? Diye sordu Zeynep hanım.

-Bizim Ayşe hanımın kızı Fatma fenalaştı, defalarca ayılıp bayıldı. Şimdi de hep ağlıyor.

-Niye ne olmuş ki!

-Bir arkadaşı herhalde intihar etmiş. Onun haberini alınca bayılmış, o zamandan beri de kız kendinde değil. Ayşe hanım, sizin eve kaç defa geldi, siz evde değildiniz. “Geldiklerinde hemen bize gelseler iyi olur” dedi.

-İntihar mı etmiş! Nedeni nedir acaba? Durup dururken insan intihar etmez ki!

-Vallahi bilmiyorum, sadece bir arkadaşının intihar ettiğini söylediler, o kadar. Siz bir çıkın size anlatırlar herhalde.

Haber alır almaz ana-kız eve gitmeden hemen Ayşe hanımın evlerine çıktılar. Ayşe hanım ağlamaklı bir şekilde karşıladı onları. Belli ki çok korkmuş, bu korku nedeniyle de çok ağlamıştı. Bitkin bir haldeydi. Ayakta zor duruyordu.
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 12:20
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...bölüm 17

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
-Nerelerdesiniz, kaç defa aşağı indim. Evde yoktunuz. Çok korktum, deyip tekrar ağlamaya başladı. Ağladığını gören Zeynep hanım onu teselli etmeye ve bu arada da Fatma’nın bulunduğu odaya doğru ilerlemeye başladı. Fatma yatakta uzanmış, gözlerini bir noktaya dikerek; “Neden, neden yaptın, seni bu kadar üzen ne oldu?” diye kendi kendine konuşuyordu. Hatice’nin selam vermesiyle dalgınlığından sıyrıldı ve bir anda tekrar ağlamaya başladı. Hatice, hemen yanına gidip boynuna sarıldı onu teselli etmeye ve boşalması için de:

-Ağla ağla açılırsın. Gerçi sabahtan beri ağladığını söylediler, ama yine de ağla içinde kalmasın. Biz kadınların gözyaşları Fırat suyundan daha fazla, bitmek bilmez, dedi.

Ağlaması geçmişti Fatma’nın. Zeynep hanımın da orada olduğun görünce:

-Teyze hoş geldiniz, kusuruma bakmayın başta sizi fark etmedim, dedi.

-Ne kusuru kızım? Sen nasılsın, sakinleştin inşallah.

-Çalışıyorum, ama aklıma geldikçe… yine ağlamaya başlamıştı.

-Yeter artık. Sabahtan beri ağlıyorsun. Ağlamakla gidenler geri gelmez. Kalk bir abdest al. Sonra konuşalım biraz, dedi. Onu yataktan çıkarıp lavaboya kadar eşlik etti.

Bu arada Ayşe hanım ile Zeynep hanım da oturma odasına geçmişti. Ayşe hanım bir yandan ağlıyor bir yandan da olayı anlatıyordu.

Sabahleyin, “anne içimde bir sıkıntı var, bugün okula gitmek istemiyorum” dedi. Ben de, peki kızım gitme babana söylerim sana izin alsın dedim. Odasına çekildi. Kitap okumaya başladı. Son kaç aydır genelde odaya çekildi mi kitap okur. Saat dokuza doğru bir telefon geldi. Ben cevapladım. Karşı taraf heyecanlı bir şekilde telefonu Fatma’ya vermemi isteyince ben de hemen götürüp verdim. Ah akılsız kafam, kim olduğunu bile sormadım. Sesi ağlamaklı olmasına rağmen sebebini sormadan kalkıp telefonu kıza verdim. Odadan dışarıya adımımı atar atmaz “hayır!” diye bir çığlık attı. Arkamı döndüğümde yerde yatıyordu. Hiç kıp… sözünü bitiremeden tekrar gözyaşlarına boğuldu Ayşe hanım.

-Yeter artık sen Fatma’dan beter ettin. Senin dayanıklı olman lazım. Büsbütün kızı perişan ediyorsun. Olmaz ki öyle, biraz dirayetli ol. Kendine hakim olmasını bil.

-Ne bileyim Zeynep kardeş yerde hareketsiz yatışını hatırladıkça kendimi tutamıyorum. Bir an ölmüş olabileceğini sandım. Çok korktum kardeş çok. Baktım kaskatı kesilmiş, ne yapacağımı bilemeden hemen sizin eve koştum. Defalarca zili çaldım. Kimse açmayınca kapıyı yumruklayıp tekmeledim. Sağ olsun yan komşu kapının sesiyle dışarı çıktı. Perişan halimi görünce ne olduğunu sordu. Ben de Fatma’ya bir şey oldu ne olur bana yardım edin dedim. O anda hatırlamıyorum koridorda “İmdat yetişin komşular!” diye çığlık atmışım. Tabi ben hatırlamıyorum. Komşular geldiler. Kolonya su falan yüzüne serptiler, meğer bayılmış. Kendine geldi. Tekrar düştü. Kaç kez bu şekilde bayılıp ayıldı. Hatice’yi sordu, onun gelmesini istedi. Bu nedenle kaç kez evinize geldim. Sizi bulamadım, camiye gittiğinizi unutmuştum.

-Peki bu duruma düşmesinin sebebi ne, anlatmadı mı?

-Kendine geldikten sonra uzun bir müddet ağladı. Hiçbir şey söylemiyor, sadece ağlıyordu. Tabi ben de onunla ağlıyordum. Yanımızdaki komşular da bir benimle bir de onunla ilgileniyorlardı. Onlar da ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Ne kadar sürdü bilmiyorum. Biraz açıldıktan sonra; “Anne, Çiğdem intihar etmiş” deyip tekrar ağlamaya başladı. Onu sakinleştirip belki haberin yanlış olabileceğini söyledim. “Hayır, arayan Tuba’ydı. O da perişan haldeydi, sesinden belliydi. Kesin doğrudur” dedi. Ben de hemen Tuba’yı aradım. Annesi telefona çıktı. Ondan sordum. Doğru olduğunu, bu sabah ilaç içerek intihara teşebbüs ettiğini, sebebini ise kimsenin bilmediğini söyledi.

-Fatma’nın okul arkadaşı mı bu Çiğdem?

-Evet, orta okuldan beri arkadaşlar. Birbirlerini çok seviyorlardı. Neden canına kıymak istesin aklım bir türlü almıyor. Halbuki çok neşeli, şen şakrak biriydi. Kesin çok önemli bir hadise olmalı, çok üzülmüş ki böyle bir şeye teşebbüs etmiş.

Fatma abdest almış bir de iki rekat namaz kılmıştı. Uzun uzun dua etti. Büyük bir ihtimalle arkadaşına dua ediyordu. Çok seviyordu onu. Onun da kendisi gibi namaza başlayıp dini kitap okuması için çok uğraşmıştı. Ne var ki Tarık denilen herif buna engel oluyordu. En son onun yüzünden tartışmışlar, Fatma ona; “bu çocuk senin başına bela olacak. Adamda Allah korkusu yok. Öylelerinden korkulur. Bırak peşini, eğer gerçekten ciddiyse seni istetsin. Neden buna yanaşmıyor da sadece flörtle yetiniyor?” diyerek kızmıştı. Bu yüzden biraz darılmışlardı. Çiğdem ona; “beni kıskanıyorsun, mutluluğum gözüne batıyor. Senin erkek arkadaşın yok diye benimkinin de olmasını istemiyorsun. Hasetçisin sen, hasetçi.” Demiş ve Fatma’dan küsmüştü. Son kaç gündür konuşmuyorlardı. Fatma da Çiğdem de birbirlerini çok sevdiklerinden fazla küs
kalamazlardı. Daha önce de çok küsmüşler, fakat dayanamayıp barışmışlardı. Önce kaç gün küs kalırlar, sonra ya Fatma onu arayıp; “Cadı bize gelsene!” der, ya da Çiğdem arayıp; “İnatçı keçi biz gelsene!” der, bu şekilde barışırlardı.

Fatma biliyordu bu işin içinde Tarık’ın olduğunu. Çünkü onun dışında Çiğdem’i üzecek ve onu canına kıyma noktasına getirecek başka hiçbir şey yoktu. Muhakkak bu işin içinde o vardı. Buna emindi, ama nasıl öğrenecekti onu bilmiyordu işte…

Hatice’nin gelmesiyle biraz ferahlamıştı. Ona güveniyor onun yanında kendisini güvende hissediyordu.

-Biraz kendine geldin mi? Diye sordu Hatice.

-Evet abdest ve namaz iyi geldi. Zor zamanlarda insan bir başka huşuyla namaz kılıyor. İyi ki namaz var ve iyi ki seninle tanıştım.

-Anlatmak ister misin? Belki açılırsın. Gerçi eğer ağlayacaksan anlatma diyeceğim. Biliyorum ağlamam desen de yine ağlarsın. Onun için eğer istiyorsan seni dinlemeye hazırım.

-Anlatmak istiyorum. Zaten bunun için gelmeni istedim. Yanımda olmanı ve sana açılmayı istediğimden seni çağırttım.

Sabah içimde anlamsız bir sıkıntı vardı. Bunun için de okula gitmedim. Bana verdiğin “kadın ilmihali” kitabını okumaya başladım. Sıkıntım geçmeyince kalkıp iki rekat namaz kıldım. Namazdan sonra ferahlamıştım. Kitabı tekrar okumaya başladım ki annem telefonu getirip beni aradıklarını söyledi. Telefonu aldım. Arayan Tuba’ydı. Hani sana söz etmiştim, benim okul arkadaşım. Baktım sesi ağlamaklıydı ve heyecanlıydı. Ne olduğunu sordum. Ağlayarak “Çiğdem bu sabah intihar etmiş” dedi. Sonrasını hatırlamıyorum. Gözlerimi açtığımda başımda toplanmış komşuları gördüm. Gerçi ilk başta aklım başımda değildi. Hatta kendi kendime “ben neredeyim, bunlar kim, bu ağlayan kadın kim?” diye sorular sordum. Yavaş yavaş şuurum yerine geldikçe etrafımdakileri tanıdım. Ağlayanın da annem olduğunu fark ettim. Seni çağırmalarını söyledim. Annem kaç kez gelmiş, evde değilmişsiniz. Camiye gittiğinizi sonradan hatırladım. Meğer defalarca bayılmışım. Her ayıldığımda da ağlamışım. Hatırladıklarım bunlar.

-Gerçi sen şimdi bilmiyorsun, ama tahmin ediyor olabilirsin. Acaba niçin canına kıymış olabilir? Sahi beni onunla tanıştırmış mıydın?

-Evet hatırlamıyor musun? Burada bir ara tartışmıştınız. Örtü konusunda; “Eğer örtünürsem kesin intihar ederim. Nasıl dayanıyorsunuz? Çağımıza hiç uymuyor. Modern kadının giyim tarzı böyle değil” demişti de sen ona uzun uzun örtü ve onun faydalarından söz etmiştin. Hatta bir ara konu flörtten açıldı. Sen; “Flört kızların kullanılmasıdır. Evlilik dışı bu tür ilişkiler mutsuzluk hatta bazen ölüm getirir. Nefsin hoşuna gider fakat sonu hüsrandır” demiştin de o “Siz ne anlarsınız bu tür işlerden? Evlilik öncesi insanın birbirini tanıması lazım. Yoksa nasıl geçinsinler? Evlenmeden önce birbirlerini tanımalı ki çiftler evlendikten sonra mutlu olsunlar. Bunun için flört lazım” diyerek karşı çıkmıştı. Hatırladın mı?

-Evet, evet çok iyi hatırladım. Hatta ben ona seninle arkadaş olalım. Ara sıra Fatma’nın evinde bir araya gelip bu konuları enine boyuna konuşalım demiştim. Kendisi; “Hayır benim sizinle konuşacak bir şeyim yok. Hem ben sol görüşü daha çok benimsiyorum” diyerek reddetmişti. Demek o…

-Çok uğraşıyordum onunla. Zaten son kaç gündü küskündük.

-Neden?
-Bunun bir erkek arkadaşı vardı. Gizli gizli çay bahçelerinde buluşuyor, bazen de gezintiye çıkıyorlardı. İlk başlarda hevestir, geçer dedim. Hoş güzel kendisi de öyle diyordu ya.. gel gör ki zamanla kız tutuldu. Öyle ki her anını onula geçirmeyi istiyordu. Bunun için de buluşmaları sıklaşmıştı. Gerçi ilk başlarda maceraları hoşumuza gidiyordu. Gelip anlatırdı. Biz de merak ve neşe içinde dinlerdik. Hatta bazen kıskandığımız da olurdu. Ama seninle tanıştıktan ve dinimizi yavaş yavaş öğrendikten sonra bunun ne kadar yanlış bir şey olduğunu anlamaya başladım. Onun için de kendisini caydırmak için sık sık telkinlerde bulunuyor, bazen de ona kızıyordum. Benim namaza başlamamı da tuhaf karşılamış,”Sen bu gidişle çarşaf da giyersin” diyerek ara sıra dalga geçer olmuştu. Arkadaşlık yaptığı genç de sol görüşlüydü. Allah’a inancı yoktu. Kaç kez benimle görüşmemesi için Çiğdem’i uyarmıştı. Lakin Çiğdem onu dinlemeyip benimle arkadaşlığını sürdürüyordu. Kaç gün önce yine kendisine; “Bu çocuğu bırak, başına iş açar. Seni baştan çıkaracak” dememe kendisi; “Beni kıskanıyorsun, mutluluğumu çekemiyorsun. Hasetçisin sen, hasetçi” gibi saçma sapan şeyler söyleyerek çekip gitmiş ve o zamandan beri de aramamıştı. Kesin o Tarık denen herifin bu işte parmağı var. Çiğdem’i çok üzecek bir şeyler yapmış olacak ki kız böyle bir işe girişti. Çünkü başka bir sebebi yok, ben biliyorum.

-Belki o değildir, başka bir şeydir. Çocuğun günahını almada acele etmeyebilirsin.

-Ne günahı? Komünist adamın günahı mı olur? Kesin o bir şeyler yaptı ki o kızı çok üzdü. O da kaldıramadı, bu yola başvurdu.

-Neticede Çiğdem’den bir haber alabildiniz mi?

-Komada olduğunu, hayatı tehlikesinin devam ettiğini söylüyorlar.

Hatice duydukları üzerine Fatma’ya:

-Hastaneye gitmeyecek misin? Burada ah vahlar edip bayılacağına hastaneye git. Hatta kalk beraber gidelim, dedi.

Fatma ağlamaklı bir şekilde cevap verdi.

-Onu o halde görmeye dayanamam. Ya ölürse… hayır hayır buna dayanamam.

-Dayanırsın dayanırsın, gitmen lazım. Gitmezsen olmaz.

-Gideceğim de bu gün olmaz. Bu gün hiç gücüm yok.
-O zaman annem muhakkak telefon açsın. Ailesi ile görüş, durumunu sor. Annen de senin haberi alınca bayıldığını, çok halsiz olduğundan bugün gelemeyeceğini söylesin.

-Tamam, inşallah böyle yaparız. Hatice’nin güzel tavsiyesinden etkilendi Fatma.

-Sağ ol Hatice, Allah razı olsun. Hakkını nasıl ödeyeceğimi bilemiyorum.

-Yarın da hastaneye beraber onu ziyarete gideriz. Bu arada namazlarımızda onun için bol bol dua etmeyi unutmayalım. Bu tür durumlarda dua insana güç verir. Allah’ın kabul etmesiyle şifa da bulur. Ayrıca iyileştiğinde yaptığının ne kadar yanlış olduğunu, bir insanın kendini öldürmek istemesinin çok büyük bir günah ve suç olduğunu anlatır ve bir daha yapmaması için ona çokça nasihatlerde bulunursun. İnşallah beraber onu sık sık ziyaret eder yardımcı olmaya çalışırız.

Fatma rahatlamıştı. Hatice’nin yanında olması bile ona yetiyordu. “Allah’ın emrinin dışına çıkmanın sonu budur.” Diye mırıldandı.

-Kızım nasılsın, iyi oldun mu? Kendine geldin inşallah, dedi içeri giren Zeynep hanım.

-Allah razı olsun teyze, sizi görünce daha da iyi oldum.

Zeynep hanım şefkatle başından öptü.

-Eğer müsaade edersen, biz kalkalım artık. Hatice’nin misafirleri de gelecek. Daha sonra inşallah tekrar uğrarız.

-Allah sizlerden razı olsun. Müsaade sizin. Sizi de meşgul ettik. Hakkınızı helal edin.

-Rahatsızlık falan yok kızım. İstediğiniz an kapımızı çalabilirsiniz. Yapmazsanız günahınız sizin boynunuza. Diyerek ayrılmak için müsaade istediler. Allah selamet versin deyip anne-kız oradan ayrılıp eve döndüler.

Büşra eve gelmiş, yemekle uğraşıyordu. Büşra da camide ders vermeye gidiyordu. İlk başlarda kaynanası evde olduğundan çocuklarını ona bırakıyordu. Son zamanlarda onun da ara sıra camiye gitmesiyle biraz zorlanıyordu, ama yine de en iyi şekilde görevini yapmak için çocuklarını caminin yakınında oturan arkadaşının annesine bırakıyordu. Tabii ki kaynanasının camiye gittiği günlerde bu böyle idi. Bu gün de öyle olmuştu. Büşra başka camiye gittiği için eve gelmiş, evde kinse olmadığından hemen yemekle meşgul olmuştu. Kaynanası ve görümcesinin gelmesiyle;

-Hayırdır inşallah, siz hep benden önce gelirdiniz. Yoksa yine polis mi bastı camiyi? Diye merakla sordu Büşra.

-Hayır biz eve geldik. Karşı komşu, Fatma’nın fenalaştığını ve bizi çağırdığını söyleyince yukarıya Ayşe hanımlara gittik. Şimdiye kadar da oradaydık dedi, Zeynep hanım.

-Fenalaşmış mı, neden?

-Okul arkadaşlarından birisi canına kıymak istemiş, çok yakın arkadaşmışlar, dedi Hatice.

-İntihar teşebbüsü mü? Peki neden durup dururken canına kıymak istemiş, sebebi bilinmiyor mu?

-Durup dururken insan canına kıymak ister mi? Muhakkak bir sebebi vardır. Tam olarak netleşmiş değil. Yalnız Fatma’nın dediğine göre bunun bir erkek arkadaşı varmış. Olsa olsa bu çocuk onu üzecek bir şeyler yapmış, kız da dayanamamış bugün canıma kıymak istemiş. Tabi bu Fatma’nın yorumu.

-Olabilir yalnız bu tür olaylarda net bir şey ortaya çıkmayana kadar her söylenene inanmamak daha iyidir. Çünkü çok muhtelif söylentiler dolaşır. Bunun için dikkatli olmak lazım.

-Fatma’nın en yakın arkadaşlarındandır. Birbirlerinin sırlarını biliyorlar. Bu yüzden Fatma’nın şüpheleri yabana atılamaz.

-Doğrudur, lakin yine de olayın netleşmesini beklemek daha güzel ve daha olgunca bir davranış olur. Allah kimseye böylesi bir musibet vermesin. Çünkü kendine kıymak Allah’a isyandır. Çok şükür ki bu kız hayatını kaybetmedi. Allah Kur'an-ı Kerim’de; “Allah’ın kendilerine dünyada ve ahirette yardım etmeyeceğini düşünüp ümitlerini kesenler, hemen yukarıya bir ip asıp boyunlarını geçirerek nefeslerini kessinler. Baksınlar da başvurdukları hile öfkelerini dindirecek mi?” diye buyuruyor. İntiharın cezası ahirette sonsuza dek cehennemde kalmaktır. Allah bizleri muhafaza etsin, diye duada bulundu Büşra. Güzel bir hayat hikayesi vardı Büşra’nın.

Büşra Hatice’nin yengesi, yani Hüseyin’in eşiydi. İslami cemaatle tanıştıktan sonra İslami bir hayat yaşamayı şiar edinen Büşra, ailesi tarafından çok yoğun baskılara maruz kalmış, hicap giydiği için defalarca dövülmüş, aylanca eve hapsedilmiş, çeşitli hakaretlere maruz kalmış, kitap okuması, İslami kaset dinlemesi yasaklanmış, yıllarca bu durumda kalmıştı. “Hicret etmek istiyorum, artık dayanamıyorum.” Şeklindeki isteklerine hep, “sabret, dayan, Allah’a güven” cevapları üzerine çok itaatkar olduğundan sabretmişti. Bu sabırlı mücadelesi onu hayli olgunlaştırıp yetiştirmiş, davanın ileriki merhalelerinde onu aydınlatmıştı.

En son yine gizlice evden çıkıp arkadaşlarını ziyaret eden Büşra’nın, bu hareketini duyan erkek kardeşleri onu dövmüş ve örtüsüz bir şekilde evden dışarıya atmak suretiyle kovmuşlardı. Bu kovma hadisesi ile Büşra’ya hicret kapısı açılmış, o da hicret etmişti.

Hicretten bir süre sonra Hüseyin ile evlenmiş ve bu beş yıldır da bu evde gelin olarak kalmaktaydı. Hatice’nin ve diğer görümcelerinin İslami eğitimleriyle bizzat kendisi ilgilenmiş, onlara özel dersler vererek kültür birikimlerini sağlamıştı. İslami bir bilinç vermek suretiyle birer davetçi olmalarında büyük katkısı olmuştu. Çok halim-selim ve itaatkar olmasından dolayı kaynanası ve kayınbabası tarafından seviliyordu
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 12:26
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...bölüm 18

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Misafirler gelmiş, sohbete başlamışlardı. Hatice üzücü olaydan söze başladı: Kimi insanlar; “İnsan dünyaya bir kez gelir. Bunun için keyfimize bakıp yaşamamız gerek” diye düşünmesine rağmen yine dünyevi bazı sebeplerle kendi elleriyle bile bazen hayatlarına son verebiliyorlar. Demek ki dünya onların düşündükleri gibi bir yer değildir, “dünyaya bir kez geldik, keyfimize bakalım” diyenler, kendilerini kandırmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Şeytan onları aldatmış, düşmanlığı gereği onları yoldan saptırarak cehennem arkadaşı yapmıştır. Allah, şeytanı kovduğu zaman şeytan; “Bana diriliş gününe kadar mühlet ver. Andolsun ki insanların çoğunu şükreder bulamayacaksın. Onları saptıracağım, ancak sana ihlasla bağlanmış kulların hariç” diyerek insanları saptıracağını söylemiştir. Bunu da değişik yollarla yapıyor. Bunlardan biri de bu söylediğimiz şekildedir. Ancak muhlisler hariç. Bu gün biraz ihlastan konuşup sonra diğer işlerimizi yapmaya çalışırız diyerek küçük bir sohbete başladı Hatice.

-İhlasın kelime anlamı has kılma, özelleştirme, özgü kılmadır. İslam’daki anlamını ise Allah, Beyyine suresi beşinci ayette açıklıyor: “Onlar, dini yalnız Allah’a has kılarak, ona kulluk etmekle emrolundular” ve Zümer suresi üçüncü ayette: “Dikkat edin, halis din Allah’ın dinidir.” Allah resulü de bir hadisinde; “Amelin halis olsun, azı da sana yeter” buyurmaktadır.

Dini Allah’a has kılma, başka hiçbir şey gözetmeme, yapılan amellerin -ki bunun içine namaz kılmak girdiği gibi tatlı güzel bir söz de girer, cihad girdiği gibi sadaka vermek de girer- yapılan tüm işlerin sadece ve sadece Allah’ın rızasını gözeterek yapmaktır.

Hazreti Ali’nin şu meşhur hadisesi bizler için ihlas konusunda hep hatırlanması gereken bir olaydır. Hazreti Ali bir müşriki öldürmek için göğsüne çıkar. O an müşrik Hazreti Ali’nin yüzüne tükürür. Bunun üzerine Hazreti Ali ayağa kalkar ve öldürmekten vazgeçer. “Niçin öldürmedin beni” diye soran müşrike; “Ben seni Allah için öldürecektim. Oysa sen yüzüme tükürünce hiddetlendim. Bu hiddetim niyetimin içine nefsimi de katmış olabilir. Bunun için seni öldürmedim” der. Hazreti Ali’nin bu halisane tavrı karşısında o müşrik de Müslüman olur. Bu tarihi olay dini Allah’a has kılmayı çok net ve yaşanmış bir olay olması hasebiyle şüphe götürmez bir şekilde açıklıyor.

Amel az bile olsa, içinde gösteriş, riya, nefsi heva ve heves, makam sevgisi, mal edinme hesabı gibi şeyler olmadığında çok işlenip de Allah rızası dışında bazı şeyler gözetilmesinden daha hayırlıdır. Allah için halis bir saat Cihad edenin o cihadı onun hem dünyadaki hem de ahiretteki kurtuluş ve saadetine sebep olabilir.

İhlas o kadar ince bir meseledir ki bazen bir işe ihlas ile başlanır ama sonu ihlas ile olmaz. İhlas ile yapılan amellerin neticeleri ölüm anına kadar devam eder. İhlası muhafaza etmek gerekir. Muhafaza edilmediği zaman başta ihlasla bile olsa sonu olmadığından o amel ihlaslı olmaz. Nasıl ki Allah-u Teala; “Ey iman edenler, sadakalarınızı başa kakmak (minnet etmek) suretiyle boşa çıkarmayın” buyuruyor. Bir insan bir sadakayı Allah rızası için vermiş olabilir. Ama sonra sadaka verdiği şahıstan kötülük gördüğünde; “Görüyor musun, ben ona şöyle şöyle iyilikte bulundum o ise karşılığında bana ne yapıyor?” diyerek minnet eder ve ihlası bozulur. İhlas; her halükarda ameli Allah’a has kılma, başlangıçta, ortada ve sonda az ya da çok olması değil, halis, Allah rızası için olmalıdır. Allah bizleri o kullarından eylesin.

-Amin.

Hatice sohbetin bitmesiyle hafta içinde yapacakları programı düzenlemek için;

-Bu hafta içinde yapacaklarımızı da istiyorsanız bir programlayalım, dedi.

-Güzel olur. İstiyorsanız ben önerilerimi söyleyeyim, diyerek söze başladı. Zehra;

-Benim ziyaret etmem gereken üç aile var. Bunlar benim özel ilgilendiklerimdirler. Bunun dışında hasta bir akrabam var, onu da ziyaret etmeye çalışacağım, dedi.

-Benim de….. sıralamaya başladı tek tek Sümeyye.

-Benim ziyaretlerim şu an yok, ilgilendiklerim var. Ama henüz düzenli ziyarete başlamış değilim, diyerek durumunu belirtti Sultan.

Mevlüde de durumu izah etmeye başladı.

Herkes durumunu izah ettikten sonra Hatice; “Bizler tüm bu ziyaretlerimizi en iyi şekilde yapmaya çalışacağız. Bunun yanında hasta ziyaretlerine en az üç kişi gidersek daha iyi olur. Arkadaşımızın akrabası bizim de akrabamız sayılır. Hasta ziyaretlerinde Allah’ın nimetleri, onlara şükretme, maruz kalınan hastalığa şükredip mükafatını Allah’tan dileme gibi konular kısa olarak anlatılsa ziyaret daha bir etkili olur. Çünkü hasta ziyareti kısa olur. Bunun dışında durumu uygun olanların evlerine de iki-üç kişi beraber gidersek daha faydalı olur” dedi.

Ayrıca bu hafta cami komşularımızı ziyaret etmeye çalışacağız. Çocukları camiye gelen ailelerin çocuklarının durumunu onlara anlatacağız. İslam’dan ve onunla amel etmenin gerekliliğinden söz edip sohbet ederek çocuklarının evde de İslami terbiyeleri üzerinde durmaları konusunda onlara telkinlerde bulunacağız. Çocuklarını göndermeyen aileler ile bu konuda konuşacağız. Camiye göndermeleri için Kur'an-ı Kerim okumanın faziletlerini anlatarak teşvik edeceğiz. Ayrıca camiye daha önce gelip de şu anda gelmeyen öğrencilerimizin ailelerini ziyaret edip tekrar göndermelerini isteyecek ve onlara bu konuda gayretli davranmaları gerektiğini anlatmaya çalışacağız.

Unutmamalıyız ki bizler; bıkıp usanmadan tebliğde bulunan, Taif’te çocuklar ve deliler tarafından taşa tutulan ve yine de azmi kırılmayan bir peygamberin takipçileriyiz. Siyeri bol bol okumalıyız ki; karşılaştığımız zorluklar bizlere o kadar çok ağır gelmesin. Allah Resulü (as)’nün davrandığı gibi davranmasını bilelim. Davetçi olmanın şükrünü eda edebilelim. Bilelim ki bu davada olmasaydık belki biz de bu günkü şu garip kız gibi dünyevi bazı sebeplerden dolayı bunalımlara girip canımıza kıymak isteyebilir, ya da delirebilirdik. Veyahut farklı durumlarda da olabilirdik. Hamd olsun ki Allah yolunda bir mücadele içindeyiz. Zorluklar da bizlere hep mükafat olarak dönecektir. İnşallah muvahhid Müslümanların yol gösterdiği gibi davranırsak kazançlı çıkarız.Çiğdem’in intihar girişiminin üzerinden aylar geçmişti. Çiğdem, intihar girişimi sebebi ile on beş gün yoğun bakımda kalmış hayati tehlikeyi atlattıktan on gün sonra da hiç kimse ile konuşmamış, olayın sebebini bu yüzden hiç kimse öğrenememişti. Yaşadıklarını bir türlü kaldıramamış olacak ki iyileştikten sonra çıldırmıştı. Ailesinin yakın takibinde olduğundan bir iki kez daha intiharı denemesine rağmen başaramamıştı.

Fatma arkadaşını defalarca ziyaret etmişti. Çiğdem, intihardan önce Fatma’ya bir mektup yazarak intihar sebebini anlatmıştı. Fatma olayı bildiğinden arkadaşının içine girdiği ruhsal buhrandan kurtulması için elinden geleni yapmıştı. Ama Çiğdem’in takıldığı başka şeyler vardı. Tüm yardımları cevapsız bırakmış ve sonunda da delirerek bir akıl hastanesine yatırılmıştı. Aylardır da bu hastanede tedavi görüyordu.

Bu gün okul sezonunun sonu idi. Öğrenciler karne alacaklardı. Fatma’da bir değişiklik hemen göze çarpıyordu. Uzun bir manto ve üzerinde de başını ve omuzlarını örtecek şekilde siyah renk bir örtü vardı. Aslında bir aydır örtünmüştü. Çarşaf giymeyi istediği halde okul okuduğundan manto ve eşarp ile yetinmişti.

Başlarda çok yadırganmasına rağmen kararlı ve tavizsiz tutumu onun ile alay etmeye çalışıp onu bundan men etmek isteyenlere geri adım attırmıştı. Çiğdem’in olayı ile, “Ben şunu çok iyi anladım ki İslam’ın emrettiği her şeyde muhakkak insanın faydası vardır. O emri yerine getirmediğimiz zaman da hep zararlı çıkan, yine biz insanlar olmuşuzdur. O halde kesinlikle örtünmek ve ölüme kadar da bir daha açılmamak bir mü’mine olarak boynumun borcudur” demiş. Başta bunu tuhaf karşılayan Ayşe hanım, kızındaki değişiklikleri hatırlayarak; “Sen bilirsin, istiyorsan örtünürsün” demiş ve onu kendi kararı ile baş başa bırakmıştı. Şükrü bey sevinmiş ve hatta; “Aferin kızım güzel bir seçim yaptın” diyerek Fatma’yı desteklemişti. Okulda başta sorunlar ile karşılaşmıştı. Bazı hocaları sınıftan çıkmasını istemiş, bazıları onu idareye şikayet ederek disiplin kuruluna vermeye kalkışmıştı. Ama sonunda hepsi bu tavırlarından vazgeçerek okulunda son ayı olduğundan karışmamışlardı.

Böylece okulun son gününe gelinmişti. Okula başı açık, etek giyerek başlamış, sonunda ise tepeden tırnağa örtülü olarak bitirmişti. İçinde hüzün vardı Fatma’nın. Çok sevdiği arkadaşı yoktu çünkü. Aslında daha çok onun böylesi bir duruma düşmesi ve ona yardım edememesi onu üzüyordu. Hatta için için kahrediyordu. Çiğdem’in intihar girişiminin nedenini öğrenmişti Fatma. Şimdiye kadar hiç kimseye söylememişti. İntiharından kaç gün sonra bir mektup gelmişti Fatma’ya. Bu mektup Çiğdem’dendi. İntihar girişiminden bir gün önce kaleme alınmıştı.

Başından geçen olayları tek tek anlatmış ve intihar edeceğini belirterek mektubun sonunda: “Canım arkadaşım! Umarım, bu sırrımı saklarsın. Çünkü, bu sırrımı sadece sen biliyorsun ve o şahıs biliyor. Eğer başarabilirsem, önce onu sonra da kendimi öldüreceğim. Bu sırrımı sakla” demişti. Eğer bu olmasa idi, çoktan her şeyi anlatmış ve çarpık düzenin insanları düşürdüğü hali gözler önüne sermeye çalışmıştı. Ama arkadaşının isteğini yerine getirmiş, bu sırrı hiç kimseye hatta çok sevdiği Hatice’ye bile açmamıştı. Sadece “tahminimde haklıymışım.” Diyerek dikkatleri Tarık’ın üzerine çekmiş, yalnız detaylara girmemişti.

Karnesini almış, eve gelmeye hazırlanırken, Tuba:

-Fatma! Diye seslenerek onun yanına geldi. Biz bu akşam arkadaşlar ile bir veda gecesi düzenleyeceğiz, gelir misin? Çoktandır seni aramızda görmüyoruz. Bu gece aramızda olmanı istiyoruz. Ne dersin gelecek misin? Dedi.

-Sadece kızlar mı gelecek, yoksa erkekler de olacak mı?

-Ya sana ne, sen gel. Hem sana ne erkeklerden, sen kendine bir kenara çekilirsin. Onlarla konuşmaz, ilgilenmezsin, olur biter.

-O kadar basit öyle mi? Allah bilir ne tür oyunlar hazırlamışsınızdır. Erkekler ile kol kola girip dans bile edersiniz. Gece yarısına kadar tepinip durursunuz.

-Veda gecesi bu kızım. Herhalde eğleneceğiz. Ağlayacak halimiz yok ya. Hem mezun da olduk. Onu da kutluyoruz.

-İnsanlar ayrılıklarda üzülürler. Siz ise seviniyorsunuz, öyle mi? Çiğdem’i ne çabuk unuttunuz? Niçin bu duruma düştüğünü az çok hepiniz tahmin edebiliyorsunuz.

-O aptallık yaptı. Kendisini çok fazla kaptırdı. Hem onun bizim konumuzla ne alakası var?

-Ne demek ne alakası var? Siz de orada erkekler ile el ele kol kola olmayacak mısınız? Bu gecenin yarın öbür gün sizlerden de birinin intiharına sebep olmayacağı ne malum? Hem bizler Müslüman olarak yabancı erkeklerle yalnız kalmamız, onlarla iç içe olmamız, haram. Hem de şiddetle haram.



-Bakıyorum sofuluğun tuttu yine. Düne kadar erkeklerle gezip tozan sen değil miydin? Parklarda şurada burada gezmelere giden hatta mektuplaşan?..

-Utanıyorum… Evet, o günleri hatırladıkça utanıyorum. Ama insanlardan değil. Çünkü insanlar o yaptıklarımı utanılacak hareketler, davranışlar olarak görmüyorlar. Utanıyorum, ama Allah’tan utanıyorum, Hazreti Resulullah (as)’tan utanıyorum. Onların haram kıldığı bir şeyi yapmış olmaktan utanıyorum. Allah’a şükür hakikati gördüm ve tövbe ederek geri döndüm.

-Sen tam radikalleşmişsin. Ben şimdiye kadar da bir hevestir gelip geçer diye düşünüyordum. Oysa sen tam bir dinci olmuşsun.

-Dindar olmak bizim için övünülecek bir şeydir. Bununla isimlendirilmek bana onur veriyor. Ben Müslümanım diyen herkes dindardır aslında. Bazıları gereklerini yerine getirir. Bazıları getirmez, fark buradadır. İslam yaşamak için gelmiş. Sadece bilinmek için değil. Ona inananlar da onu yaşamak zorundalar. Ancak bu şekilde görevlerini yerine getirmiş sayılırlar.

-Biz o kadarını bilmiyoruz. Biz böyle gördük. Ailelerimiz de Müslüman, ama örtünmeyi istemiyorlar. Hatta örtünsek bize kızarlar.

Erkekler ile arkadaşlık yapmamıza kızmıyorlar. Gezip tozmamıza kızmıyorlar. Biz bu geceleri onlardan habersiz mi yapıyoruz sanıyorsun? Bizim düğünlerimizde erkek-kız kol kola, kadın-erkek kol koladır. Babalarımız da bunu yapıyor, erkek kardeşlerimiz de bunu yapıyor, çevremizdeki insanlar da.

-Evet insanı üzen ve hayretler içinde bırakan bir durumdur bu. Haram olduğunu bile bile yapıyorlar bunu. Hangisine sorsan haramdır, ama adet olmuş diyeceklerdir. Bunun kadar üzücü olan biz yeni neslin onların bu yanlışlarını, doğru olarak görüp bunu böyle anlayıp kabullenmemizdir. Oysa ki “Biz atalarımızı bu şekilde gördük.” Diye cevap verenlere Allah:”Ya onlar yanlış yol üzerinde iseler?” diye karşılık veriyor. Bizler de akıl sahibiyiz. Allah bizden de hesap soracak ve kesinlikle “Annemizi, babamızı bu şekilde gördük, biz de böyle yaşadık suç bizim değil.” Cevabımız bizi azaptan kurtaramayacaktır.

Çünkü, Kur'an-ı Kerim de elimizde, İslami kitaplar da, Allah Resulü (SAV)’nün hayatı da. Tüm bunları istersek okuyabiliriz. Bunun dışında çevremizde İslam’ı yaşamaya çalışan binlerce insan mevcut. Onlar da bizlere anlatıyorlar. Ama biz onlardan çok, keyfimiz nasıl istiyorsa öylece hareket ediyoruz. Bak, ben gözlerinin önündeyim. Daha önceki hayatımı en iyi bilenlerdensin. Şimdi bana baktığında, farklılık görüyorsun. Neden? Çünkü, daha önce İslam’ın sadece inanç işi olduğunu sanıyordum. Şimdi ise hem inanç ve hem de yaşam şekli olduğunu anladım. Onun için bu farklılık ortaya çıktı. Toplumumuz da bunu birbirinden ayırmak zorunda. Yani İslam’a inanmak ile onu yaşamak bir bütündür.En çağdaş ülkenin kadını bile, İslam’a girdiğinde onun gereklerini yaşamak için hayat tarzını değiştirir.

-Ne yani… Müslümanız diye illa bunları yaşamak zorunda mıyız? Hem kalbimiz temiz olduktan sonra…

-Evet, yaşamak zorundayız. Allah’ın Peygamberi (SAV) bir hadisinde; “Mü’min ile kâfiri birbirinden ayıran en büyük alamet namazdır.” Buyuruyor. Namaz kılmadığında sen ve bir Hıristiyan günlerce beraber kalsanız, o senin Müslüman olduğunu nereden anlayacak? Ağzın ile söylesen bile sana “Hani yaşantın benimki gibi. Benden farksız yaşamıyorsun. Müslümanlık sadece ağızla mı olur?” der.

Yaşamadığın zaman insanları ikna edemediğin halde Allah’ı nasıl ikna edeceksin? O kalpleri en iyi bilendir. Kalplerin temiz olup olmadığını en iyi bilen odur. Nice “kalbimiz temizdir” deyip de dünyanın pisliğini yapanlar gördük. Halkın malını mülkünü gasp edenler, faiz yiyenler… bunlar da “kalbimiz temizdir” diyorlar. Siz sadece kendinizi avutuyorsunuz. Bu söze kendiniz bile inanmıyorsunuz. Ben de eskiden böyle derdim, ama şimdi kendimizin bile o yalanımıza inanmadığımızı anladım. Bunun için Tubacım, zararın neresinden dönülse kârdır.

-Bizim evi biliyorsun. Gelmek istersen ikindiden sonra oraya gel. Oradan beraber, kiraladığımız düğün salonuna gideriz. Gelmek istemezsen de sen bilirsin.

-Hayır, gelmeyeceğim. Bunun için gel burada mezuniyetini tebrik edeyim. Ara sıra görüşelim. Seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun. Seni de kara çarşafın altına almayana kadar bırakmam!

-Zor alırsın. Belki de ben seni ondan çıkarır tekrar eski haline döndürürüm.

-Görürüz bakalım. Oldu… Hadi kendine iyi bak.

-Sen de… Sık sık ara olur mu?

Tamam der gibi başını salladı Fatma.

Okulunu başarı ile bitirmenin sevinciyle eve doğru yöneldi. Allah’a hamd ediyor ve hayırlı olmasını diliyordu. Bir ara saatine bakarak “Ooo, saat epey ilerlemiş. Sahi ya bugün Zehra’nın nişanı da var. Oraya da yetişmem lazım” diyerek adımlarını hızlandırdı. Ve gelip üzerini değiştirerek karnesini de gösterdikten sonra annesine;

-Anne biliyorsun bugün bizim Hatice’nin arkadaşlarından birinin nişanı var. Ben de davetliyim. Bir hediye almam iyi olacak. Ne dersin?

-Çok iyi olur kızım. Yalnız şu anda götürmek zorunda değilsin. İstersen de babana uğra ondan bir miktar para alıp hediyeni al.

-Çok iyi olur. Ona bir yüzük almayı düşünüyorum. Nasıl makbule geçer mi?

-Geçer, neden geçmesin ki… Hem de çok iyi olur. Eğer maddi durumları düşükse çok daha iyi olur.

-Hatice’nin dediğine göre damadın maddi durumu pek iyi değilmiş. En iyisi ben yüzük alayım. Babam dükkanda olur değil mi?

-Olur olur, nereye gidecek ki?

-Peki ben çıkıyorum, diyerek evden Hatice’yi almak için onların kapısını çaldı. Hatice de hazırlanmış onu bekliyordu.

-Ben de seni bekliyordum.

-Bizim dükkana uğrayabiliriz değil mi? Bir hediye almak istiyordum.

-Fazla uzun sürmez inşallah. Fazla geç kalmayalım. Onlara yardımcı olmam lazım.

-Hayır, fazla uzun sürmez. Bir miktar para alıp oradan da bir yüzük alıp gideriz.

-Oooho! Yüzük işi uzun sürer. Biz bayanlar kolay kolay bir şey beğenmeyiz.

-Çabuk gideriz, çabuk. Merak etme.

Babasından aldığı bir miktar para ile kuyumcular çarşısına girip beraber bir yüzük beğendikten sonra nişan evine yöneldiler. Evde onları Sümeyye karşıladı.

-Esselamu aleyküm, dedi Hatice.

-Aleykumusselam. Nerede kaldınız? Dünya kadar işimiz var. Haydi haydi hemen çabuk üzerinizdekileri çıkarıp işe…

-Dur hele! Biraz soluklanalım. Ne acelen var? Daha misafirler bile tam olarak gelmiş değil.

-Haydi haydi söylenme, seni bugün çok çalıştıracağız. Diye Hatice’ye takılan Sümeyye, Fatma’ya:-Hayır, sen misafirimizsin. Sen otur ve gelin adayımız hanım efendi ile sohbet et. Sana biraz tecrübe aktarsın. Yarın öbür gün sana da lazım olur. Dedi.

-Ne misafiri, bana misafir muamelesi mi yapacaksınız? Bakın bunu kabul etmem.

-Bu seferlik bizi seyret. Tecrübe kazan, başka sefer de sen çalışırsın. Bak! İşte Zehra da geldi.

-Hoş geldiniz.. sefalar getirdiniz. Nerede kaldınız?

Hatice:

-Biraz işimiz çıktı. Ancak gelebildik, dedi.

Zehra Fatma’ya döndü;

-Başım gözüm üstüne geldin, aziz misafirim. Nasılsın iyisin inşallah.

-Allah razı olsun, çok iyiyim. Sizi gördükçe daha da iyi oluyorum. Sen nasılsın?

-Nasıl olayım? Nişanlanan bir kız gibiyim. Hem gülüyorum, hem ağlıyorum. Hani böyle derler ya! Haydi gel biz şuraya geçip sohbetimize orada devam edelim. Bunların işleri vardır. Diğerlerine dönerek; “İyi çalışın, nişanımda olumsuzluk istemem. Misafirlerin çok memnun ayrılması lazım, tamam mı?!” Dedi. Bu latifesi ile gülüştüler.

Fatma ile Zehra sohbete dalmışlardı bile.

-Sahi siz nasıl evleniyorsunuz? Diye sordu Fatma.

-Herkesin evlendiği gibi.

-(Gülümseyerek) Biliyorum da… Tanışmanız nasıl oluyor? Son dönemlerde flört diye bir şey çıkmış. İslam’da o haram. Peki çiftler birbirlerini nasıl tanıyorlar?

-Senin de dediğin gibi flört denilen şey İslam’da yok. İslam’da görücü usulü dedikleri çiftlerin evlenmek kastı ile bir araya gelmeleri var.

-Peki sadece bir kez birbirini görmek yetiyor mu? Daha sonra sorun çıkmıyor mu?

-Bunun öncesi de var. Öyle pat diye olmuyor ki…

-Öncesi mi, o nasıl oluyor?

-Meraklısın bakıyorum. Öğrenmek için merak gerekli. Meraklı olman hoşuma gitti. İlmi konularda tabii ki…

-Bu hep kafama takılan bir soruydu. Daha önceleri bu görücü usulü ile evlenenlerin nasıl evlilikten sonra sorunlu olmadıklarını, hatta çoğunun geçimsiz olduğunu düşünüyordum. Ama aynı zamanda da etrafımda görücü usulüyle evlenip de mutlu olanlar da çoktu. Bu hep kafamda çelişki olarak kaldı. Acaba hangisi daha doğru diye düşünüyordum. Şimdi bu sorumun cevabını bulmak istiyorum.

-Vermeye çalışırım. Erkek ve kız tarafı görüşme olmadan önce birbirleri hakkında araştırma yaparlar. Örneğin ben; bana teklif geldiğinde damat adayı hakkında bana bilgi verildi. Yani karakteri, şahsiyeti… Bunları açmam gerekirse; sinirli mi değil mi, sert mi yumuşak mı, cömert mi cimri mi, hepsinden önemlisi İslami davadaki fedakârlıkları, şuuru, takvası, ihlası, İslami şahsiyeti ile ilgili onu tanıyanlar tarafından muvahhid Müslümanlar aracılığıyla bana bilgi verildi. Aynı şekilde benim de bilgilerim bu saydığım çerçevede kendisine veriliyor. Tabi kız tarafının biraz daha geniş oluyor: Ev işlerindeki beceriklilik, misafir ağırlama, itaat, yumuşak başlılık… gibi bilgiler verilmeye çalışılıyor. Bu bilgiler ışığında her iki taraf düşünüp taşındıktan sonra eğer tamam görüşelim derlerse görüştürülürler.

Görüştürülmenin amacı tabi ki fiziki güzelliktir. Ne de olsa her iki taraf da insan. Bazen insanın kanı kaynamıyor. Bugünkü deyimiyle beğenme olmuyor. O zaman evlilik gerçekleşmiyor. Bazen dış görünüşe fazla önem vermeyen çiftler de çıkıyor. Bunlar ahlaki yapıdan dolayı birbirlerini kabul ediyorlar.
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 12:30
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...bölüm 19

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
-Peki ya bilgi yanlış çıkarsa ne olacak? Sadece birbirini görmekle ve beğenmekle mutlu olunuyor mu? Yani bizzat tanımakla, tanıtılarak tanımak arasında fark var. Bu sorun olmuyor mu?

-Evlilik kısmı, Türk filmlerinde olduğu gibi tamamı ile toz pembe geçmez. Bizzat tanımaktan kasıt eğer öncesi diyalogsa, kardeşime şu kadarını söyleyeyim, evlilik öncesi beraberlik genelde yapmacık, suni hareketler doğuruyor. Yani karşı tarafı kaybetmemek için yapısında olmayan tavırlar sergilenir. Bunlar evlilikten sonra genelde hayal kırıklığı doğurur. “Sen eskiden böyle değildin, çok değiştin” sözünün temelinde evlilik öncesi ilişkilerdeki suni, yapmacık hareket ve tavırlar yatmaktadır. Bu tür evlilikler genelde daha çok mutsuz ediyor çiftleri. Oysa ki İslami usul evlilik akdi olduğu için kaybetme endişesi yok. Bunun için de yapmacık tavırlar sergilemeye gereksinim duyulmuyor.

Bilgilere gelince, bilgi getirenler güvenilir kimselerdir. Bilhassa bizim için bilgi getirenler bizi iyi tanıyorlar. Birbirine uygun yapıdaki insanları bir araya getirmeye çalışıyorlar. Ama mutlu bir evlilik bina etmek, İslami bir ailenin temelini atmaktır ki zaten İslam’ın çiftlere getirdiği evlilik içindeki karşılıklı yükümlülükler vardır. Bunlara her iki taraf uymak zorundadır. Uymadıkları zaman haliyle mutsuzluk ve huzursuzluk doğar. Pekala da tüm evlilikler mutlu olacak diye bir kural yok. İslami anlayışla evlenen çiftlerde de mutsuz olanlar olabiliyor. Bunun da temelinde yine genelde çiftlerden birinin ya da ikisinin İslam’ın belirlediği kaide ve kurallara uymaması ve görevlerini hakkıyla icra etmemesinden kaynaklanıyor.

-İslami yükümlülükler dedin, nedir bunlar? Biraz açar mısın?

-Aslında bunlar çok geniş konular. Bu hususun sınırlarını Allah Kur'an-ı Kerim’de belirlemiş. Ayrıca bir çok hadisi şerif de varid olmuştur. Bununla beraber bu konularda yazılmış bir çok eser var. Ben kısaca değineyim:

Hazreti Resulullah (as) bir hadislerinde; “Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakkı; Kadının ona itaat etmesi, malını koruması, evine istemediği kimseleri almamasıdır. Kadının erkek üzerindeki hakkı ise; erkeğin, onun zamanının örfüne ve gücüne göre giyimini, yeme-içmesini, barınmasını temin etmesidir.” Şeklinde buyuruyor.

Allah Resulü (SAV) çok veciz bir şekilde bu hakları dile getirmiştir. Tabii muhtelif yerlerde, çeşitli hadislerde bunlar detaylı açıklanmıştır. Bunlar için ilmihal kitaplarına bakılabilir.

En baştaki hakkı, erkeğin; kadının ona itaat etmesidir masiyeti yani Allah’a ve Resulü’ne isyanı emretmedikçe… Birinin kocası ona açılmasını emrederse veya namaz kılmamasını, oruç tutmamasını vs. isterse, kadın ona itaat etmez. Ama eğer içinde isyan yoksa, itaat etmek zorundadır. Dikkat edersen burada çok ince bir nükte var. Erkek kısmı hep hakimiyeti ister. Yapı olarak böyledir. Allah kadına, kocana itaat et dediğinde bir anlamda kadını kocasının şerrinden emin kılıyor. Nasıl diyeceksin?.. Kocasına baş kaldırıp da şiddetle karşılaşmayan çok az kadın vardır. Kadının kocasına itaat etmemesi, onun şiddet görmesine ve belki de ilerde boşanmanın oluşmasına sebebiyet veriyor. Bunun getirdiği yıkım ayrı bir konu, oraya girmeyelim. Ama itaat eden kadın, eğer erkek ahlaksız, yani bozuk karakterli değilse, bir müddet sonra inanır mısın, kocasına her istediğini yaptıracak dereceye geliyor. Çünkü erkek kısmı, kendisine itaat edene değer verir. Aynı zamanda da, değer verdiği şeyi elinden kaçırmak istemez. Bu sebeple eşini incitmemeye özen gösterir.

Malını koruması da çok önemlidir. Çünkü, o parayı kazanmak için çalışıp duran şahıs, malının çarçur edildiğini gördüğünde bu ona dokunur. İlk başlarda sorun olmasa da bu sonradan sorun olur. Kadının, kocasının malını ondan izinsiz harcamaması, ondan izinsiz kimseye vermemesi, eşyalarına özen göstermesi ve kadının tok gözlü olması, israf yapmaması… kısaca malı koruma anlamına gelir.

Üçüncü şık zaten açıktır. Erkeğin istemediği kimseyi eve almaması kadının sadakatini gösterir. Bu da erkeğin, yersiz kuruntulara kapılmasını önler. Evlilikte sevgi ve saygının yanında güven de esastır. Bir evlilikte güvensizlik oldu mu, o evlilik biter. İşte bu üçüncü maddeye riayet o güveni oluşturur. İkincisi saygıyı, üçüncüsü güveni… Bu üç şey evlilik binasını ayakta tutan kolonlardır.

Kadının, erkek üzerindeki hakları da; kocanın hanımının ve çocuklarının tüm masrafını üstlenmesidir. Giyim, barınak. İçecek, doktor vs. tepeden tırnağa her şey… Aynı zamanda da onlara İslami bir yaşantının ortamını hazırlaması ve bunun öncülüğünü yapması, ev halkına kötü davranmaması, onları sevmesi, sayması, onlara değer vermesi, verdiği sözü yerine getirmesi, onları küçük düşürmemesi… Kısacası genel anlamda baskıcı ve zorba olmamasıdır. Fatma, anlatılanları pür dikkat dinlemişti. Zehra anlatacaklarını bitirince Fatma:

-Allah razı olsun, dedi. Kısa ve öz bir anlatım ile beni aydınlattın. İnşallah kendi çapımda ben de araştırma yaparım ve sohbetlere katılarak bilgi edinirim. Zaten okul da bitti. Camiye başlamaya karar verdim.

-Tebrik ederim. Çok güzel bir karar. Biz de senin gelmeni dört gözle bekleyeceğiz. İnşallah hem senin ve hem de bizim için hayırlı olur.

-Konuşmaya daldık unuttum. Damat adayı.. Kim, nasıl biri?..

-Damat adayı üniversite okuyor. Muhacir, yani evden ayrılmış. Yalnız yaşıyor.

-Muhacir mi neden?

-Babası, İslami davadan vazgeçmesini istemiş. “Eğer vazgeçmezsen evimden git!” deyince o da; “Ben davamdan vazgeçmem, çekip giderim” diyerek evden ayrılmış. Her halde bu yaklaşık bir yıldır da eve gitmiyor.

-Peki nerde kalıyor?

-Nerde kaldığını bilmiyorum. Yalnız tahminimce bazı arkadaşlarının evinde kalıyordur. Yani muhacire ensar bulunur.

-Doğru, muhacir ensarsız olmaz. Hiçbir iş yapmıyor tabii..

-Nasıl, çok önemli bir iş yapıyor. Camide ders veriyor. Kastın dünyevi işse, hayır. Şu anda yapmıyor. İnşallah evlendikten sonra yapar.

-Mesleği falan var mı?

-İnan ki o kadarını sormadım. Zaten beni ilgilendiren iş yapıp yapmadığı değil, İslami davada hizmet ehli olup olmadığı ve ne kadar fedakâr olduğu… Geçime gelince, açlıktan ölmeyiz ya… Önemli olan Müslümanca yaşamak. Mücahid ve mücahideler yetiştirmek. Gerisi dünyaya düşkün olanların düşüneceği şeyler. Zaten muhacirdir dediklerinde tamam dedim, bununla yaşanır.

-Neden öyle düşündün?

-Muhacirler İslam için her şeylerinden geçtiklerinden daha içten, samimi, duygu yüklü olurlar. Ayrıca insanı ahiret kurtuluşuna götürürler. Yiğit olurlar. Hazreti Ali; “Kızlarınızı yiğitlere verin. Onları sevmezlerse bile zulüm de etmezler” diyor. Bir de onlarla beraber olup onların çektikleri sıkıntılar, zorluklar ve meşakkatlerde destek olunduğu için onların kazandıkları hayrın aynısını kazanmak da var. Bu da az işle çok şey kazanmak demektir. Hazreti Resulullah (as)’a gelip; “Ya Resulullah! Erkekler cihada çıkıyorlar, cihadın en büyük hayrını kazanıyorlar. Oysa biz kadınlara farz değil, çıkmıyoruz. Peki o hayra biz nasıl nail olacağız?” diye soran bayan sahabeye Hazreti Resulullah (as); “Erkeklerinize sorun çıkarmamanız, onlara destek olmanız, onlar cihadda iken onların malına, mülküne, çocuklarına bakmanız size kocalarınızın hayrının aynısını kazandırır” buyurarak biz kadınlara büyük bir hazinenin yolunu göstererek az emekle çok kazanmayı öğretmiştir.

-Desene kârlı bir iş yapmışsın.

-Dilerim bu kârlı işi tüm kardeşler yapmaya çalışırlar da… Dünya malını, rahatını değil de davayı, ahireti ön planda tutarak evlilik tercihlerini ona göre yaparlar.

Bu arada Hatice yaklaşarak;

-Ne o fısıldaşıyorsunuz? Konuşmanızı biraz erteleyin. Misafirler gelmeye başladı, dedi.

Misafirler yavaş yavaş gelmeye başlamışlardı. Zehra’nın ailesinin maddi durumu normaldi. Üç odalı evlerinin tüm odaları misafirlerle dolmuştu. Misafirlere adet üzere tatlı ve şerbet türü içecekler hazırlanmıştı. Misafirlerini iyi ağırlamanın telaşı vardı burada da, her nişan evinde olduğu gibi.

Zehra ve Fatma da mutfağa geçerek diğerlerine yardım etmeye başladılar. Bir yandan bardaklar, tabaklar hazırlanırken diğer yandan tatlı ve pastalar yerleştiriliyor ve içecekler dolduruluyordu. Erkekler ayrı, kadınlar ayrı odalarda oturmuşlardı. İkramlarda bu göz önüne alınarak yapılıyordu.

Hatice, Zehra’ya döndü:

-Geç oluyor. Hadi gel. Senin hazırlanman lazım. Fatma, istiyorsan sen de bizimle gel, diyerek hep beraber Zehra’yı hazırlamak için çocuklara ayrılan odadan çocukları çıkarıp onu hazırlamaya başladılar. Fatma merakla sordu:

-Çalgı falan kullanılmıyor herhalde…

-Evet, toplumumuzda adet olan çalgı hem kullanılış şekli ile hem de erkek ve kadınların karışmasından dolayı haramdır. Bunu biliyorsun zaten.

-Onu biliyorum da… Sadece bayanların bulunduğu yerde de çalınmıyor mu?

-Hayır, onun yerine başka şeyler yapıyoruz. Bunu da şu anda söylemem. Bekle ve gör, dedi Hatice.

Gelin adayını giydirip başına güzel bir örtü de örttükten sonra, onu misafirlerin bulunduğu geniş odaya götürdüler. Odaya girip oturduktan sonra salavat-ı şerifeler çekilmeye ve tekbirler getirilmeye başlanmıştı. Salavatlardan ve ara sıra çekilen tekbirlerden sonra ikramlar yapılmaya başlandı. Bir yandan ikram edilenler yeniyor, diğer yandan da sohbetler yapılıyordu. Tabii ki konu evlilik üzerine ve gelinin durumu idi. Şerbetler içilmiş, tatlılar, baklavalar, kuru pastalar yenmiş, sıra geline takılacak hediyelere gelmişti. Gelin herkesin görebileceği bir yere oturtulup hediye vermek isteyenler, gelip geline getirdikleri takıları takmaya başladılar. Fatma da getirdiği yüzüğü götürüp Zehra’nın parmağına taktı.

-Allah mesut ve mutlu bir hayat versin, diyerek tebriklerde bulunduktan sonra yerine dönerek Hatice’ye;

-Sahi Hatice! Bu nişan biraz farklı, dedi. Benim gördüğüm daha önceki nişanlara benzemiyor. Mesela şu takı ve hediye konusu… Adetlerde takıyı takanın ismi anılıp yüksek sesle ne taktığı dile getiriliyor. Oysaki burada öyle bir şey yok. Herkes sessizce gidip takısını takıp hediyesini verip geliyor, neden?

-Çok güzel bir soru. Aslında herkesin bunun üzerinde düşünmesi lazım. Biz, yüksek sesle ilan etmiyoruz. Çünkü, buraya davetli olanların tümünün maddi durumlarının yeterli olmadığı malum. Bağırılıp ilan edildiği zaman herkesin dikkatleri buna yoğunlaşıyor. Haliyle kimin getirip getirmediği belli oluyor. Bu durumda maddi durumu olmayanlar, mahcup olup utanıyor. Belki de sırf bu mahcubiyeti yaşamamak ve utanılacak duruma düşmemek için borçlananlar oluyor. Bu da onlara eziyet veriyor. Bu tür günler, güzel ve mutlu bir hayata atılan ilk adımlardırlar. Bu günlerde mutlu olmak lazım. Mutsuz değil. Bunun için sessiz takılması daha münasip. Hem ahlaken ve hem de insani olarak böyle olması daha güzel. Dikkat edersen kimi gidip hediyesini takarken kimi de oturmuş sohbet ediyor. Kimse fazla merak içinde değil. Bu da söz ettiğim olumsuzlukları bertaraf ediyor.

Az daha unutuyordum. Seninle konuşmaya daldım, çam sakızı çoban armağanı getirdiğim hediyeyi ben de takıp geliyorum, diyerek kalktı. Zehra’ya doğru gitti. Getirdiği bir altını, can arkadaşına takarken;

-Dilerim Hz. Fatma ve Aişe gibi mutlu ve bahtiyar olursun. Onların yaşantısına benzer bir yaşantıya ulaşırsın, dedi. Onu tebrik ettikten sonra hazırladıkları programı uygulamak için Sümeyye’nin yanına gidip hazırlıkların ne durumda olduğunu sordu.

-Hazırlıklarımız tamam. Erkeklere ses gitmemesi kaydıyla ilahiler söyleyeceğiz. İlahilerimiz hazır. İstiyorsanız başlayalım.

Takı takma işi de bitmiş, sıra artık ilahileri söylemeye gelmişti. Sesi güzel üç bayan, seslerini fazla yükseltmeden ilahi söylemeye başladı. Biri bitince diğerine başlıyorlardı. Bazen diğer misafirler de eşlik ediyor, hep beraber ilahi söylüyorlardı. Fatma, sorunun cevabını bulmuştu. Çalgı yerine ilahiler söyleniyor, bazen de salavat-ı şerifler getirilip, tekbirler çekiliyordu. Bu ilahi faslı da bitmişti. Saat de yavaş yavaş ilerliyordu.

Evin hanımı genç kızları çağırarak getirilen meyvelerin hazırlanıp, dağıtılmasını istedi. Zaten bundan sonra program bitecek ve herkes evine dağılacaktı.

Hatice’nin ağabeyi Hüseyin de nişan evinde idi. Çünkü damat adayı Hasan’dı. Hasan’ın ailesi kendisiyle ilgilenmedikleri için, İslami cemaat ve onun yakın arkadaşları ilgilenmişlerdi. Nişan evine de oluşturdukları küçük bir topluluk ile gitmişlerdi. Hasan’ın nişanı olur da Hüseyin ve Hamdullah olmazlar mı?.. Ne var ki Hasan çok utangaç olduğundan nişan evine gelmemişti. Neticede nişan bitmiş, konuklar evlerinin yolunu tutmuşlardı.

-Çok yorulduk, ama değdi doğrusu. Çok güzel bir nişan oldu. Umarım evlilikleri de böyle güzel olur, dedi Büşra eve doğru ilerleyip Hüseyin ile konuşurlarken.-Biz yorulmadık. Sadece yedik, içtik. Bol bol İslami sohbet yaptık. Biraz dünyanın garipliğinden söz açıldı. Bir yandan şehid verilip cezaevlerine giriliyorken, bir yandan da evleniliyor. Çok tuhaf!.. Dünya hayatı böyle işte… Mücadele içinde oldu mu insan, her şeyi bir arada yaşıyor, görüyor, tadıyor…

-Hayat, bu tür şeylerle tatlanıyor zaten. İslami bir mücadele olmadığında dünyanın ne tadı var ki? Evet zor ve zahmetli, ama olsun. Allah için olduktan sonra gam değil. İnanır mısın, başımın dik olmasını sağlayan, benim aileme taviz vermeyip yine onlara teslim olmamak için yaptığım hicretimdir. Eğer teslim olsaydım, Allah bilir şu an ne durumda olurdum. İmanın gitmesidir insanı mahfeden, yok edip tar-u mar eden, hem dünyada hem de ahirette rezil eden. Bunun dışında başka hiçbir şey değil.

-Senin bu mücadele azmini, İslam’a olan bağlılığını, cesaretin ve daha önemlisi bana engel değil, destek olup beni takviye etmen ve bilhassa “Yemin ederim davadan döndüğün gün seni terk ederim. Allah muhafaza bir gün İslam’a ve Müslümanlara ihanet içine girersen seni kendi ellerimle öldürürüm” sözünü hatırladıkça sana olan muhabbet ve sevgim artıyor. Allah’a hamd ediyorum. Dilerim tüm bacılar bu anlayışta olurlar. Eşlerine davada engel değil, destek olup onların davada daha çok hizmet etmeleri için ellerinden geleni yaparlar.

-Damat adayı hicretliydi değil mi?

-Evet, hem hicretli, hem de işsiz güçsüz. Doğrusu bacı yaman çıktı. Hareketi takdire şayan. Hem maddi olarak hiçbir şey istemedi. Hem de hicretli birini tercih etti.

-Bizim kardeşlerin geneli böyle. Davada olup mücadele ettikten sonra gerisine bakmazlar. Tek tük memur, maaşlı ya da zengin birilerini tercih edenler oluyor. Ama çoğunluk adayın İslami hayatına ve mücadeledeki yerine bakıyor. Muhacir de olsa fark etmiyor, mahkum da olsa… Ya da bunların akıbetleriyle karşı karşıya olabilecekler de olsa. Yeter ki İslami Cemaatle olsunlar. Bizim kardeşleri dünya malına ve hayatına düşkün mü sanıyorsun?

-Olmadığını biliyorum. Bu da bizleri sevindiriyor. Asıl olan İslami bir yuva kurabilmek. Rızk Allah’a aittir. Bugünün fakiri yarının zengini, bugünün zengini de yarının fakiri olabilir. Eğer ölçü dünya olursa, insanlar zarar eder. Çünkü akıbetler Allah’ın ilmindedir. Bu yüzden Allah’a dayanmak ve onun rızasını umarak evlilik yapmak inanıyorum ki insanı bu işte felaha erdirir.

Karı koca önde hem konuşuyorlar hem de ilerliyorlarken Hatice ve Fatma da geriden onları takip ediyordu. Bir gün de böyle geçmişti
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 12:33
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...20

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
-Eb-cet, hev-ves, kele-men, sah-fes… Çok güzel, aferin, dersini çok iyi aldın.

-Hocam, dünkü dersimi evde okudum. Burada da okudum.

-Çok güzel hadi bir daha oku.

- Kul hu wallahu ehad. Allahussamed.

-Aferin, çok güzel. Şimdi bugünkü dersini okuyalım…. Aferin, mükemmel. Evde de birkaç kez oku, tamam mı?

-Tamam hocam, zaten okuyorum.

-Nasıl gidiyor Fatma? Bakıyorum iyi anlaşıyorsunuz.

-Çok şükür. İnan o kadar güzel ki.. Hayatımın bir anlam ifade ettiğini, camiye gelip Kur'an-ı Kerim dersi vermeye başlamamdan bu yana fark ettim. Allah’ın kelamı Kur'an-ı Kerim’i öğretmek, onun lafızlarını çocukların tertemiz güzel beyinlerine işlemek kadar güzel bir şey olamaz. Ya Rabbi! İslam ne kadar da güzel.

Camiye başladığında Kur'an-ı Kerim okumasını bilmiyordu Fatma. Hatice’nin davet etmesi ile gelmişti. Başta yanaşmamış, İslami kitap okuyup sohbetlere katılmayı yeterli görmüştü. Diğer yandan da Kur'an-ı Kerim okumasını bilmemenin eksikliğini hep hissediyordu. Bazen Kur'an-ı Kerim’i eline alır, açar; “Keşke seni okumasını bilseydim” der, bunun burukluğunu yaşardı.

Daha fazla dayanamamış ve camiye gidip Kur'an-ı Kerim dersi almaya karar vermişti. Bu kararında Hatice’nin ısrarlı davetinin de çok etkisi olmuştu. Defalarca Hatice, kendisi ile yaptığı sohbetlerde onu camiye davet etmiş, Kur'an-ı Kerim okumanın, öğrenmenin ve öğretmenin faziletinden bahsetmişti. Sonunda onu ikna etmeyi başarmıştı.

Camiye gittiğinde Elif-ba’dan başlamıştı. Hemen hemen vaktinin çoğunu Kur'an-ı Kerim okumaya öğrenmeye ayırdığından, uzun sürede kat edilecek mesafeyi kısa sürede almıştı. Bu arada bitirdiği her kitabın da dersini verdiği için öğrencilerin arasında hoca olarak anılmaya başlamıştı. Nihayet Kur'an-ı Kerim’i hatmetmiş artık bir hoca gibi camide ders vermeye başlamıştı. Fatma, artık diğer hocalar gibi tüm tebliğ çalışmalarında yer almaya başlamıştı. Çok kitap okuduğundan İslami kültürü epey yükselmiş; ziyaretlerde sohbet yapmaya, öğrencilere kıssa, siyer, fıkıh dersleri vermeye başlamıştı.

-Bizim bugünkü kıssamızı sen anlatıyorsun değil mi? Diye sordu Hatice.
-Evet, inşallah anlatmaya çalışırım.

Camiye başladığından beri iki kez camiye polis baskını olmuştu. İlki camiye yeni başladığı döneme rast geliyordu. Kendi deyimi ile “şok” olmuştu. Polisin camiyi basması, çocukları zorla dışarı çıkarmaları, hocaları tehdit edip bir daha camiye gelmemelerini, gelirlerse yakalayacaklarını söyleyip Hatice’nin ellerini coplamaları… Hayretler içinde seyretmişti bütün bunları. Bundan daha ilginci ve acayibine gideni ise; hocaların ve çocukların fazla etkilenmeyip polis gittikten sonra tekrar camiye dönüp etrafı toparladıktan sonra, kaldıkları yerden derslerine devam etmeleri ve çocukların tekrar ve ısrarla camiye gelip ders almaları olmuştu. Hatta on yaşlarındaki bir öğrenciye; “korkuyor musun?” diye sormuş, öğrenci; “neden korkayım ki, biz Kur'an-ı Kerim okuyoruz. Onlar bizi dövseler de yine gelip camide ders alacağız” demesi onu çok daha fazla etkilemiş ve hayretler içinde bırakmıştı. Gerçekten kendisi de şahit olmuş, geçen süre içinde tüm baskı ve dayatmalara rağmen cami öğrencileri artmış, azalmamıştı. Bu baskınlar ailelerin İslami duygularını kabartmış ve onların çocuklarını, camiye daha fazla göndermelerini sağlamıştı. Yavaş yavaş alışmıştı Fatma. Çünkü her gün bir başka camiye baskın düzenlendiği haberi geliyor ve öğrenci ile hocaların buna rağmen ısrarla camiye gitmeye devam ettiklerini duyuyordu. Camide ders verdikleri için ülke çapında binlerce gencin yakalandığını, her yakalananın yerine bir başkasının geçip onun kaldığı yerden ders vermeye devam ettiği haberini her gün ama her gün duyuyordu. Bu da onun ve diğer hocaların azmini ziyadesi ile arttırıyordu.

Besmele, hamd, Salat ve selamdan sonra Fatma:

-Bu gün Hz. İbrahim (as)’in hayatını anlatacağız. Diyerek konuyu anlatmaya başladı.

Hz. İbrahim (as)’in doğduğu devirlerde insanlar taştan, tahtadan ve başka şeylerden yaptıkları heykellere ibadet ediyorlardı. Bu heykelleri kendilerine rab kabul ediyor ve onların önünde secdeye giderek onlara hediyeler ve kurbanlar adayarak onları yüceltiyorlardı.

Hazreti İbrahim, onların bu yapıklarını hiç beğenmiyor; “Bu cansız, duymayan, görmeyen, konuşmayan şeyler nasıl olur da insanların tanrısı olabilirler” diyerek putlara hiç ibadet etmiyordu. Derken Allah ona peygamberlik verdi. Peygamberlik geldikten sonra, en başta babasına; “Baba tüm kainatı yaratan bir Allah var. Sizi duymayan, görmeyen, sizinle konuşmayan, kendi elinizle yaptığınız heykellere niye tapıyorsunuz? Size ne zarar verebilirler ne de fayda. Gel tek olan Allah’a ibadet et” diyerek tebliğde bulundu. Babası heykelleri yapan bir ustaydı. Yaptığı heykelleri satarak geçimini sağlıyordu. Hazreti İbrahim’in bu sözü üzerine babası ona kızıp davetini kabul etmedi.

Hazreti İbrahim tüm şehir halkının bir şölen için şehir dışına çıktığı bir günde eline bir balta alıp şehrin heykellerinin bulunduğu tapınağı gider. Balta ile tüm heykelleri parçalar. Yalnız en büyüklerini kırmaz.

-Hocam, niye onu kırmadı?

-İyi dinle, niye kırmadığını anlatacağım. En büyüklerini kırmaz ve baltayı onun boynuna asar. Şehir halkı geri dönüp putların bulunduğu yere giderler. Aman Allah’ım bir de ne görsünler?! Tüm putlar kırılmış. Kim yapmış, kim yapmış diye kendi aralarında tartışmaya başlarlar. İçlerinden biri; “Bu şehirde İbrahim diye biri var. O bizim heykellerden söz edip onlara dil uzatıyordu. Olsa olsa o yapmıştır.” Diyerek Hazreti İbrahim’in yapmış olabileceğini söyler. Hemen gidip onu getirirler. Krallarının huzuruna çıkarırlar. Tüm halk oradadır. Merak içinde ne olacağını beklerler. Hazreti İbrahim getirilip kralın önüne çıkarılır.

-Hocam kralın adı neydi?

-Kralın adı Nemrut’tur. Kral ona; “Bizim tanrılara bunu sen mi yaptın?” diye sorar. Hazreti İbrahim; “Neden şu büyük olan puta sormuyorsunuz? Bakın balta da onun boynunda asılı duruyor. İyisi mi siz ona sorun. O belki size anlatır” diye cevap verince Nemrut; “Bizimle alay mı ediyorsun? Cansız bir heykel nasıl konuşsun?” der. Hazreti İbrahim; “Madem cansız ve dilsizdir, sizinle konuşamıyor, hareket edemiyor ve saldırılara karşı kendini koruyamıyor, o halde niçin onlara ibadet ediyorsunuz? Gelin, gökleri ve yeri yaratan, eşi ve benzeri olmayan, tüm canlıları yaratıp yeryüzüne ve gökyüzüne yayan tek bir Allah’a ibadet edin!” diye cevap verir. Nemrut; “Peki senin söz ettiğin Allah başka ne yapar?” deyince Hazreti İbrahim; “Benim Rabbim, hem öldürür, hem de diriltir” der.

Nemrut:-Bu toprakların Rabbi benim. Ben de hem öldürür, hem diriltirim. Getirin iki tane köle, diye emir verir. Köleleri getirirler. Askerlerine emir vererek, “Birini öldürün” der. Hemen onu öldürürler. “Diğerini de bağışlıyorum” diyerek; “Bak ben de öldürüp diriltiyorum” der. Bunun üzerine Hazreti İbrahim; “Benim Rabbim güneşi doğudan doğurur, hadi sen de batıdan getir” deyince Nemrut aptallaşır ve hemen emir vererek; “Büyük bir ateş hazırlayın ve tanrılarınıza bunu yapanı yakın!” der. Tümü müşrik olan halk ateşi hazırlamak için harekete geçer.

-Hocam, onu yakacaklar mı?

-İstiyorsan bunu da bir başka dersimizde öğrenelim. Geri kalanını yarın anlatacağım inşallah.

-Hocam, bugün anlatın, ne olur bugün anlatın uğultuları yükselince Fatma;

-Çok merak ediyorsanız yarın gelmezlik yapmayın, dedikten sonra cami hocalarına dönüp;

-Unutmayın! Öğleden sonra ziyaretlerimiz var. Biz de …. Yerde buluşuruz, diyerek Hatice ile oradan ayrılırlar.

-Mevlüde abla geleceksin değil mi? Diye sordu Sümeyye.

-İnşallah böyle bir hayırdan mahrum kalmak ister miyim hiç?

-Ya çocuklar?..

-Onları kardeşime teslim ederim. Zaten şu anda evde. Onu evine yollamam olur biter.

-Sizler de ayrıca cami komşularını ziyaret edecektiniz değil mi?

-Evet, ayrıca bu gün Zeyneb teyze de bize katılacak. Böylece ben, Sultan ve Zeyneb teyze, inşallah ziyaretlerimizi gerçekleştireceğiz, dedi Zehra.

Zehra evlenmiş, sade bir düğün ile dünya evine girmişti. Hasan’ın muhacir olması, bu yüzden de maddi durumunun düşük olmasından arkadaşlarının yardımıyla aldığı düşük kalitede iki halı, iki kilim, pencereleri kapatacak kadar perde, bir masa, birkaç sandalye, set üstü bir ocak, küçük bir gardırop ve Zehra’nın çeyiz olarak getirdiği birkaç parça mutfak eşyası ile iki odalı, mütevazi bir ev kurmuşlardı.

Zehra mehir olarak hiçbir şey istememiş, ne verirlerse razı olacağını söylemişti. Bunun için Hasan’ın aldığı bir bilezik ve nişan yüzüğü mehir olarak sayılmıştı.

Her ikisi de camiye gidip Kur'an-ı Kerim derslerini vermeye devam ediyorlardı. Allah’ın bir lütfu olarak kısa sürede birbirlerine ünsiyet sağlamış, kalplerinde güzel bir sevgi oluşmuştu. Yaşadıkları ev zamane evlerine göre yoksul olsa da, kalplerindeki sevgi ve Allah için hizmet aşklarından bu onları hiç etkilemiyor, bilakis daha çok İslam’a ve İslami çalışmaya sarılmalarına sebep oluyordu. “Dünya malı gelip geçicidir.” Şeklindeki Allah’ın kesin hükmüne imanları, onları bu yaşamdan dolayı hüzünlendirmiyordu. Tam aksine ahiretin sonsuz nimetlerini kazanmaya bir basamak yapmak için ellerinden geleni yapıyorlardı.

Zehra, sözüne sadık çıkmış, dünya malına tamah etmeyip eşini bu konuda hiç zorlamamıştı. Düğünde kendisine gelen hediyelerden, paraya çevrilebilenleri paraya çevirerek eksiklerini onlar ile tamamlamaya çalışmıştı. Takılarının bir kısmını da eşine vererek, Hasan’ın bir iş kurmasına yardımcı olmuştu. Böylece Hz. Hatice (r.anha) annemizin misyonunu sürdürmeye layık bir mü’mine olmuştu.

Hasan evlendikten sonra bir seyyar arabası satın almış ve bu araba ile seyyar satıcılık yapmaya başlamıştı. Bu arada camideki Kur'an-ı Kerim derslerini ve tebliğ çalışmalarını hiç aksatmadan yerine getiriyor, muvahhid Müslümanların yol göstermesi ile elindeki tüm imkanları kullanarak, İslami çalışmalarını tüm hızıyla sürdürmeye çalışıyordu.

Camide ders verdiği için bir-iki kez yakalanmış, günlerce göz altında çeşitli işkencelerden geçirilmiş, sonuçta serbest bırakılmıştı. Polis tarafından bir daha camiye gitmemesi konusunda tehdit edilip baskı yapılmasına rağmen o yine de camideki dersinden geri kalmamış, kaldığı yerden devam etmişti. İslami çalışmaları, mürted örgüt elemanlarını rahatsız ediyor olmasından, onların da hedefi olmuştu. Çünkü, çalışmaları birçok gencin İslam’a dönmesine, caminin çocuklar ile dolmasına sebep olmuştu. Sosyal ilişkileri çok güçlü olduğundan cami ahalisi ve çevresi
tarafından da çok seviliyordu. Hasan dendi mi, akan sular dururdu. Ziyaret ettiği aileler onu dinlemekten zevk alıyor, bu nedenle de bir çok aile muvahhid Müslümanları sevmeye başlamış ve çocuklarını camiye göndermişti.

Hasan’ın tüm bu güzel haslet ve çalışmaları gözden kaçmamış olacak ki bir gün cami çıkışı eve giderken saldırıya uğramış, vücudundan aldığı çok sayıdaki kurşun yarası ile oracıkta ruhunu rabbine teslim edip şehadet şerbetini içmişti. Kafirler, İslam’ın hiçbir zaman kalplere girmesini istemez. İstemediği için de ahlakları gereği iman dolu kalplerin sahiplerine olmadık baskı ve işkencelere başvururlar. Bunun faydasız olduğunu görünce de öldürmekten, Müslüman kanı akıtmaktan bir an bile geri durmazlar. Tarih sayfaları zalim, tağut, kafirlerin vahşet, işkence ve katliamları ile doludur. Kimileri diri diri yakılmış, kimilerinin çocukları öldürülüp kendileri, kızları ve eşleri köleleştirilmiş, kimileri çarmıha gerilmiş, Hazreti Zekeriyya testere ile ikiye ayrılmış, Bilal, Habbab, Ammar, Sümeyye, Yasir, Hubeyb ve daha niceleri… işkence, baskı, talan, hicret… Bunlar yetmeyince öldürülmüşlerdi. Bugün de tevhid erleri baskıya uğruyor, zulüm ve işkencelerden geçiriliyor, bu da yetmeyince aziz, pak kanları dökülüyordu. Mazlum beldenin toprakları kana doymuştu.

Küfür tek millettir. Adı, rengi, şekli ne olursa osun fark etmez. Hedef İslam oldu mu düşmanlıkta birleşirler. Kimisi tevhid erlerini yakalayıp işkencelerden geçirerek zindanlara atıyor, kimisi de kadın, çocuk, yaşlı, genç demeden katlediyor. Tarih tekrar şanlı bir İslami mücadeleye tanık oluyor. “Önceki ümmetlerin başlarına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?”

Eğer önceki ümmetlerin başlarına gelenler, sizin de başınıza geliyor ise bilin ki doğru yoldasınız. Çünkü, küfrün, zulmün, tuğyanın saltanatını sarsıyorsunuz demektir. Düşmanınızın acizliği ve korkaklığı onun zulme ve işkenceye başvurmasına sebep oluyor.

Peki ya Zehra… Şehadet haberini alınca “Allah-u Ekber, Allah’tan geldik ona döneceğiz. Davamız sağ olsun. Bir şehid daha kazandık. Bana şehid hanımı olmayı nasip eden Allah’a hamd olsun. Evet, onun ayrılığı için ağlıyorum, ama bu ağlayışımın sebebi, gözlerimin önünden kaybolmasından, onu özleyecek olmamdandır. O, çok arzuladığı ve hiçbir zaman dilinden düşürmediği şehadete kavuştu. Tüm Müslümanların başı sağ olsun. Cami öğrencilerinin başı sağ olsun. Kendilerine çok faydalı olacak hocalarını kaybettiler. Üzüntümün çoğu davanın bir yiğit erini kaybetmesinden, yoksa benim yalnız kalmamdan değildir. Hiçbir dava şehidsiz olmaz. Yıllardır şehid olan yüzlerce yiğitten daha iyi değildi o. Çok sevdiği ve özlediği dostlarına kavuştu. Hepsinden önemlisi tek maşuku olan Allah’a kavuştu. Selam söyle bizden ey şehid se….” Bitirememiş, kelimeler boğazına düğümlenmişti.

Her Perşembe ziyaret vardı. Şehid mezarları ziyaret edilip, unutulmadıkları, asla unutulmayacaklarını dile getirmek ve Yasin okuyup dualar etmek için… Her gidişinde Hasan’ı da ziyaret ederdi Zehra. Özlüyordu onu. Çarşafının altından gözyaşı dökerdi hep. Kısa sürmüştü evlilikleri, ama Hasan kalbinde yer etmişti.

Zehra, evliliğinin altıncı ayında dul kalmıştı. Bir başka sarılmıştı hizmete. Hasan’ın şehadeti onu daha çok İslam’a hizmet etmeye yöneltmişti. İslami cemaatin çalışmalarına eskisinden daha çok iştirak etmeye başlamıştı. Hasan’ı şehid edenlerin hesabı tutmamıştı. Şehadet Müslümanları daha çok gayrete getiriyordu çünkü…
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 12:36
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...bölüm21

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Programları gereği iki gruba ayrılmış, ziyaretlere başlamışlardı. Mevlüde, Fatma, Sultan ve Hatice ilk olarak hasta olan Mevlüde’nin dayısının hasta olan hanımını ziyaret etmek için dayısının evine gelmişlerdi. Mevlüde’nin dayısı, mürid olduğundan güzel bir İslami hayatı vardı. Maddi olarak hali vakti yerinde idi. On bir çocuğundan altısı erkek, beşi kızdı. İki katlı evinin ikinci katında oturuyordu. Alt kata da büyük oğlunu yerleştirmişti. Misafirleri, Mevlüde’nin dayı kızı Halime karşıladı. Dayısının çocukları İslami hayatı yaşamaya çalıştıklarından, kızlar örtülüydüler. Hastanın yanına geçip, hal hatır sorup şifa dileklerinden sonra Fatma, ziyarete uygun olarak bir konu seçip kısa bir sohbete başladı.

-Dünya, imtihan dünyası olması hasebiyle çeşitli şekillerde imtihan oluruz. Bazen nimet, bazen bela, bazen musibetler ile karşılaşırız ve tepkilerimiz ölçülüp değerlendirilmek üzere kaydedilir. Başımıza gelen musibet ve belalar genelde iki sebepten dolayıdır. Birincisi, Allah mü’min kullarına ahirette ceza vermemek için onların işledikleri günahlara karşılık dünyada çeşitli şekillerle, isabet ettirdiği bazı bela ve musibetler vesilesiyle bu günahlarını affeder. Bu da mü’minin isyan etmeyip sabretmesine bağlıdır.

Kimisinin de derecesi yükselsin diye başına çeşitli şeyler gelir. Bu musibetlerin şekilleri farklıdır. Bunlardan biri de hastalıktır. Allah-u Teala bir süreliğine kulundan sağlığını alır. Mü’min kul bu duruma girdiğinde Allah’a tövbe ve istiğfar etmeli ve akabinde de Allah’tan şifa dileyerek başına gelene sabretmelidir. Ta ki Allah ona şifa versin. Hazretti Eyyub (as) hastalığında sabretmiş ve Allah’a olan bağlılığı artmış, azalmamıştır. Bu, mü’minler için güzel bir örnektir. İşlediğimiz günahların eğer cezasını ahirette çekersek çok daha büyük eziyetlerle karşılaşırız. Bunun yanında hastalıkta, Allah’a isyan etmemek, ona dua edip istiğfar etmek, günahlarımızı affettirir. Allah katında derecemizi arttırır.

Fatma’nın sohbetini ilgi ile dinliyordu hasta ve yakınları. Sohbet bittiğinde Mevlüde’nin hasta olan yengesi; “Sizin gelmeniz bizi ziyadesiyle sevindirdi. Bu güzel sohbetiniz için de Allah sizden razı olsun” diye dua etmişti.

Zehra, Zeynep hanım ve Sümeyye de cami komşularından bir eve gitmişlerdi. Evde ev sahibesi iki kızı ile beraber dört kız daha bulmuşlardı. Genç kızların tesettüre riayet etmedikleri ilk bakışta göze çarpıyordu. Ortalama yirmi yaşlarındaki bu genç kızlar, ziyaretten bir hayli etkilenmişlerdi. Zehra’nın ortama uygun olarak bir konu seçip konuşmaya başlaması ile kızların ziyaretçilere hayranlık ve ilgisi daha da artmıştı.

Zehra sohbetine devam ederek:

-Bizler Müslüman olduğumuz için İslami bir hayat yaşamalıyız. Bunda bizim için zorunluluk vardır. Üzerimize farz olan ibadetlerimizi yapmalı ve haramlardan da uzak durmalıyız. İslam’ı bir bütün olarak alıp onu o şekilde yaşamalıyız. Aksi halde Kur'an-ı Kerim’de “Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz?” hitabı ile karşı karşıya kalırız. Bu da Allah muhafaza Yahudilerin bir özelliğidir. Her halde hiçbir Müslüman onlar gibi olmak istemez.

Zekat vermek zorunda olduğumuz gibi faiz de yememeliyiz. Dedikodu, koğuculuk, söz getirip götürmekten de sakınmamız gerekmektedir.
Örtünmemiz gerektiği gibi, açılıp saçılmaktan da sakınmamız gerekmektedir. Ben namaz kılayım, ama örtünmeyeyim; zekat vereyim, ama oruç tutmayayım demek İslami olmayan yanlış bir düşüncedir. Onun için, İslam’ın tüm emir ve yasaklarını gücümüz yettiğinceye kadar yapmaya çalışalım.

Kızlardan biri dayanamadı;

-Ne yapabiliriz ki?.. Bizim elimizden bir şey gelmiyor. Camiye gelmek istesek bile ailelerimiz izin vermez. Bununla beraber, bugüne kadar biz de böyle gördük, böyle yaşıyoruz. Bunun dışında yapabileceğimiz pek bir şey de yok. Sizin kadar cesur değiliz. Sizin kadar kararlı da olamıyoruz.

Bir diğer genç kız arkadaşından cesaret alarak;

-Bakma, inan ki kardeş, zar zor namazlarımızı kılıyoruz, dedi.

Diğer birisi de:

-Aslında yaşamasak da yaşayanlara engel olmamalıyız. Hatta yapabilirsek onlara destek olmalıyız. Evet, bunu yapmalıyız, dedikten sonra.. kusura bakma sözünü kestik. Buyurun devam edin, çok güzel konuşuyorsun, seni dinliyoruz, diyerek Zehra’ya ricada bulundu. Zehra sohbetine kaldığı yerden devam etti.

-Biz, camilerde Kur'an-ı Kerim dersi veriyoruz. Bundan dolayı da üzerimize baskı uyguluyorlar. Camileri basıp bizi zorla dışarı çıkarıyorlar. Bu toplumun, sizlerin çocuklarıdır bunlar. Biz, onlara ders veriyoruz. Sizler suskun kalmamalısınız. Bizlere destek olmalısınız. Olmazsanız, üstüne de çocuklarınızı camiye göndermeme gibi bir vaziyet alırsanız, Allah bunu kesinlikle kabul etmez. Bu şekilde davrananları muhakkak sorumlu tutup onları hesaba çeker. Çünkü birileri Kur'an-ı Kerim’i aramızdan kaldırmak istiyor. Bakın imam hatipleri hemen hemen kapattılar. Kur'an-ı Kerim kurslarını kapattılar. Camilerde de dersleri yasaklıyorlar. Sırf Kur'an-ı Kerim’i kaldırmak… Yeni neslin Kur'an-ı Kerim’den uzak büyüyüp ondan bihaber olmasını sağlamak. Bunu yavaş yavaş yapıyorlar. Bakın başörtüsünü, önce üniversitelerde yasakladılar. Sonra da tüm resmi kurumlarda. Bununla da kalmayıp imam-hatiplerde de yasakladılar. Eğer yapabilirlerse günlük hayatta bile yasaklama yoluna gideceklerdir.

Genç kızlar ilgi ile dinliyorlardı Zehra’yı. Konuştukça açılıyordu Zehra. İlk gittikleri evde genç kızlar ile karşılaşmak sevindirmişti Zehra ve arkadaşlarını. Bunun için fırsatı kaçırmamış, sohbet edip hepsini camiye davet etmişti.

-Hazreti Resulullah (as) döneminde kadınlar aynen erkekler gibi camiye gidip namaz kılmışlardır. Hazreti Resulullah (as) imamlığında saf tutarak cemaat olmuşlardır deyince genç kızlardan biri şaşırmış bir vaziyette:

-Erkekler ile iç içe mi kılıyorlardı? Dedi.

-Hayır, en arkada saf tutup namaz kılmışlardır. Hazreti Resulullah (as)’ın onlara ayırdığı haftanın bir gününde toplanıp onun sohbetlerini dinleyerek ondan ders almışlardır. Tüm sorunlarını Hazreti Resulullah (as)’a götürüp ondan cevap istemişlerdir.

Cami, tüm Müslümanların ibadet yeridir. Sadece erkeklerin değil. İslami adaba göre hareket edildikten sonra bayanların da gitmesinde bir mahzur yoktur.

Kaç yıl öncesine kadar kız çocukları belli bir yaşa kadar erkek hocalardan ders alıyorlardı. Ama bugün bayanlar camilerde kız öğrencilere ders veriyorlar. Bunun kıymetini bilmemiz lazım.

Zehra sohbetin bitiminde evdekilerden iltifat görmüştü. Evdeki genç kızlar çok memnun olmuş, tekrar beklediklerini belirtmişlerdi.

Mevlude’nin dayısının evinden ayrılan Fatma ve diğerleri programlarındaki ikinci eve gelmişlerdi. Tesettürden söz açıldığı için Fatma bu konuda konuşmaya başlamıştı:

-Allahu Teala Kur'an-ı Kerim’de Nur Suresinde; “Mümin kadınlara söyle gözlerini haramdan sakınsınlar, iffetlerini korusunlar, kendiliğinden görünen kısmı müstesna ziynetlerini açmasınlar. Başörtülerini yakalarının üzerine koysunlar. Ziynetlerini kocaları veya babaları veya kocalarının babaları veya oğulları veya kocalarının oğulları veya kardeşleri veya erkek kardeşlerinin oğulları veya kız kardeşlerinin oğulları veya kadınları veya cariyeleri veya erkekliği kalmamış hizmetçileri yahut kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri ziynetlerinin bilinmesi için de ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler, hepiniz Allah’a tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz” buyurmaktadır. Şehit bir alim bu ayet ile ilgili olarak şunları anlatır.

“Erkek ve kadının birbirine meyli ikisinin yaratılışında vardır. Bu insanoğlunun yeryüzünde çoğalması için zorunludur. Bu yaratılıştan gelen meyil daimi olup zaman zaman sükunete kavuşsa da yine geri döner. Onu devamlı tahrik etmek onun ihtirasını arttırır. İstediğini gerçekleştirmeyince de tahrik olmuş sinirler yorulur. Bu devamlı bir işkence haline gelir. Bakış; arzu uyandırır, hareket; tahrik eder, gülüş; teşvik eder, şakalaşma teşvik eder. Bu meyli ima eden konuşmadaki vurgu bu arzuyu kışkırtır. İşte burada Allah “Gözlerini haramdan sakınsınlar, iffetlerini korusunlar…” aç ve hırsızca bakışlarla veya gizliden gizliye tahrik eden ve erkeklerin içinde gizli fitneyi uyandıracak şekilde fütursuzca bakmasınlar, diyor.

Kadın için süs fıtratına uygun olarak helaldir. Her kadın güzel olma ve güzel görünmeye meraklıdır. Süs, asırdan asıra değişse de esası yaratılışta birdir. Güzel olma ve güzelliği tamamlayarak bunu erkeklerin gözleri önüne serme arzusu…

İslam bu fıtri arzunun karşısında değildir, ancak bunu düzene koyar. Buna tek erkek yönünde yön verir. Bu erkek de kadının hayat arkadaşıdır. Ancak bu erkek kendinden başka hiç kimsenin göremeyeceği, bu kadına ait yerleri görebilir. “Ceyb” elbisenin göğsündeki yırtmaçtır, “Ğamar” ise baş, gerdan ve göğüs örtüsüdür. Bununla kadın fitne yerlerini örter. Bunları aç gözlere maruz bırakmaz.

Cahiliyet devrinde kadın bugünkü modern cahiliyet devrinde olduğu gibi hiçbir şey ile örtülü olmayan göğsünü ileri doğru çıkararak erkekler arasında dolaşan bir fitne aracıydı. Belki saçlarının ucunu, boynunu ve kulak memelerini de açıkta bırakıyordu. Ne zaman ki Allah kadınlara baş örtülerini yakalarının üzerine salmalarını ve ziynetlerinin kendiliğinden görünen kısmı müstesna açmamalarını emretti. Bunun üzerine Müslüman bayanlar Hazreti Ayşe (r.anha)’nin anlattığı gibi harmaniyelerini yırtarak onunla örtünmüşlerdir.

Güzellikte önemli olan insanlık yönüdür. Bedeni açarak sağlanmaya çalışılan güzellik hayvani bir güzelliktir. Ve insan onu, arzulardan hayvanca duygulara kapılarak arzular. İslam fitneden emin ortamlarda tesettür şeklini hafifletiyor. Bu itibar ile beşer ve şehevi arzularla bakmaları muhtemel olmayan yakın kimseleri bu mahremiyetten istisna kılıyor. Bunlar; babalar, çocuklar, kayın pederler… ve mümin kadınlardır. Gayri Müslim kadınlara gelince bunlar olabilir ki kocalarına veya kardeşlerine yahut da kendi yakınlarına Müslüman kadınların güzelliklerini veya mahremiyetlerini anlatırlar. O nedenle Müslüman bayan, gayri müslüm bir bayanın yanında açılmaz. Nitekim Hazreti Resulullah (as) bir hadisinde; “Bir kadın başka bir kadına çıplak olarak yanaşmasın, çünkü onu kocasına anlatabilir. Böylece erkeğin onu görüyormuş gibi olmasına vasıta olur” diye buyurmaktadır. Bunun için bir mümine kesinlikle bir başka kadının özelliklerini ne kocasına ne de kardeşlerine anlatmamalıdır.

Bu açık ayete ve bu anlattıklarımıza rağmen birileri kalkıp da; “Hayır, örtünme farz değildir” derse biz de ona; “Sen bir fitnecisin, kalbi bozuk, toplumun fesada girmesini isteyen ve de Hazreti Resulullah (as)’a ve Kur'an-ı Kerim’e iftira etme cüretinde bulunacak kadar budala ve ahmaksın” deriz. Kesinlikle ama kesinlikle kadının tüm vücudunu örtecek ve aynı zamanda vücut hatlarını belli ettirmeyecek ve giyildiğinde yine dikkati çekmeyecek bir dış libasının olması lazım.

Hatice’nin teyzesinin evinde idiler. Fatma’nın örtü ile ilgili bu güzel sohbetini orda bulunan evin genç kızları ve bazı komşu kızları ve kadınları ilgi ile dinlemişlerdi. Sohbetten sonra orda bulunanlardan bir genç kız;

-Gerçekten bizler hakkı ile İslam’ı yaşamıyoruz. Şayet yaşıyor olsaydık elin gavuruna özenip açılıp saçılmazdık. Bizler İslam’dan uzaklaştırılmışız. Ben şu anda örtünmüyorum, ama bundan sonra inşallah örtüneceğim. İslam’ı da öğrenmeye çalışacağım. Sizin de sık sık bizi ziyaret etmenizi istiyorum. Bizim ev yapışıktaki evdir. En kısa sürede sizi misafir etmek istiyorum, dedi.

-Allah razı olsun. İnşallah geliriz. Eğer okuma yazmanız varsa gelişimizde okuyup bilgi sahibi olmanız için size kitap getirmek istiyoruz, dedi Hatice.

-Çok memnun olurum. Kitap okuma alışkanlığım yok. Hatta okulu bitirdikten sonra hiçbir kitabın ağzını açmış değilim. Ama İslam’ı öğrenmek için okuyacağım, diyerek memnuniyetini dile getirdi genç kız.

Fatma, Hatice ve diğerleri ziyaretlerini yaparlarken, Zehra ve arkadaşları da ilk gittikleri evden bir başka eve gitmişlerdi. Gittikleri evin hanımı ve iki kızı onları iyi karşılamıştı. Bir müddet karşılıklı konuşmalar olmuş, söz dönüp dolaşıp İslami Cemaat’e gelmişti. Evin hanımı İslami Cemaat hakkında yapılan menfi söylentiler ve camide verilen Kur'an-ı Kerim dersleri ile ilgili asılsız yalan ve dedikodulardan söz etmişti. Onun bu söylentilerine karşı Sultan Kur'an-ı Kerim’den Hucurat Suresinin 6. Ayetini; “Ey iman edenler! Eğer fasıkın biri size bir haber getirirse onun iç yüzünü araştırın. Yoksa bilmeden bir kavme sataşırsınız da sonra ettiğinize yanarsınız” okuyarak söze başlamıştı.

-Fasık açık günah işleyen, dedikodu yapıp insanların arasını bozan, insanlara iftira ederek onları lekeleyen.. kısacası fitne fesad çıkaran kimsedir. Bu tür kimselerin getirdikleri haberlere hemen inanmamamız gerektiğini belirtiyor Allah. Fasıkların getirdikleri haberlere şüphe ile bakmalı ve araştırma yapmalıyız. Eğer araştırma yapma imkanımız yoksa ona inanmamak, inanmaktan daha iyidir.

Sultan konuşuyor ve söylenenlerin ne denli yalan olduğunu ve söyleyenlerin bunu sadece lekelemek amacı ile söylediklerini güzel bir şekilde izah etmeye çalışıyordu. Evin hanımı ve kızları da dikkatle dinliyorlardı.

-Bu gün İslami bir mücadele içine girip İslam’ı yaşamak isteyen ve topluma da bu şuur ve bilinci kazandırmaya çalışan İslami Cemaat’e çeşitli şekillerde iftiralarda bulunuluyor. Bunları söyleyenleri, eğer hakkı ile araştırırsak göreceğiz ki, bu şahısların hayatlarında kesinlikle İslam’dan eser yoktur. Bunların tek amacı bu İslami çalışmayı baltalayıp yok etmektir. Çünkü, kalplerindeki düşmanlığı açık bir şekilde dile getirmiyorlar, getirmekten korkuyorlar. Bunun için de aslı olmayan uyduruk şeylerle lekelemeye çalışıyorlar. Hani derler ya “Çamur at, tutmazsa izi kalır.” Bunların yaptıkları da budur. Bu gün camilerde şu güzel ve temiz ruhlu çocuk ve gençleri, Kur'an-ı Kerim terbiyesinde büyütüp yetiştirmeye çalışmaktan başka hiçbir gayemiz yoktur.

Sultan, Zehra ve Zeynep hanım, bu konularda uzun uzadıya sohbet etmişlerdi. Yapılan menfi propagandaların sadece lekelemekten ibaret olduğunu, tarihin her döneminde din düşmanlarının bu yola başvurduklarını, hatta Hz. Peygamber (SAV)’in dahi çok çeşitli şekillerde iftiralarla karşılaştığını kendisine; “Deli, sihirbaz, şair...” gibi çok çirkin saldırılarda bulunulduğunu, bu tür söylentilerin İslami çalışmaları baltalamaktan başka bir amaç taşımadığını ve Müslümanların bunlara inanmaması gerektiğini, aksi halde oyuna gelineceği ve bu yüzden İslami bir çalışma içinde olan Müslümanlara düşman olunacağı, böylece yapılan günaha ortak olunacağını.. uzun uzun dile getirmişlerdi. Dinleyiciler, anlatılanlardan bir hayli etkilenmişlerdi. Gerçekten de her söylenene inanıldığında, Yüce Allah’ın da dediği gibi “…yoksa bilmeden bir kavme sataşırsınız da sonra ettiğinize yanarsınız.” Ayetinin dediği hale girilebildiğini dile getirerek “bundan sonra her söylenene inanmayacağız.” Diyerek sonuna kadar bu güzel Kur'an-ı Kerim çalışmasına destek olacaklarını belirtmişlerdi.

Kalkma zamanı geldiğinde, çocuklarını ve kendilerini de camiye davet etmişti Zehra. Kendileri de “Kapımız size her zaman açık. İstediğiniz zaman gelebilirsiniz” diyerek onları eve tekrar davet etmişlerdi.

Bu günkü ziyaretleri çok güzel geçmiş, bu güzel moral ile evlerine dönmüşlerdi.
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 12:44
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...bl 22

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
-Kim o? Hayırdır inşallah! Sabahın köründe kim olabilir, diye mırıldandı kapıyı açmaya doğru giderken.

-Benim Emine, cevabını alınca kapıyı açtı.

-Aman Allah’ım! Ne oldu sana öyle? Girsene, geç otur şöyle. İyi misin? Pek iyi görünmüyorsun.

-İyiyim, ama biraz yorgunum. Akşamdan beri yatmış değilim. Sabah erkenden fırsatını bulup kaçmayı başardım.

-Gözündeki morluk, yüzündeki şişikler nedir? Bunlar nasıl oldu, kim yaptı?

-Sence kim yapmış olabilir, ya da kimler yapmış olabilirler?

-Baban ve ağabeylerin…

-Onlardan başkası buna cesaret edebilir mi sence?

-Yorgunsun, biraz dinlen, kendine gel konuşuruz, dedi Zehra.

Hemen kendi odasında Emine’ye bir yatak sererek dinlenmesi için yatmasını sağladı. Eşi şehid olduktan sonra ev eşyalarını alıp baba evine yerleşmişti Zehra. Ailesi, eşyalarını bir odaya yerleştirerek odayı ona tahsis etmişlerdi. Zaten evin en büyük çocuğuydu. Kendinden küçük üç kız üç tane de erkek kardeşi vardı. Çocuğu olmamıştı Zehra’nın. Erkek kardeşleri de henüz küçüktü.

-Kimdir o sabahın köründe gelen kızım? Diye sordu annesi.

-Emine’ydi anne.

-Hangi Emine?

-Hani şu ailesi tarafından baskı görüp bazen dövülen, çarşafı falan yırtılan… hatırladın mı?

-Yine ne olmuş, dövmüşler mi yoksa?

-Herhalde… yüzü gözü morluklar içindeydi. Fazla detaya girmedim. Çok yorgundu. Dün akşamdan beri yatmamıştı. Bunun için konuşmadık. Hemen dinlenmesini sağladım. Şu an uyuyor. Kahvaltıyı hazırlayalım uyandırırız.

-Ne kadar acımasız bunlar. Allah belalarını versin. Örtünüp namaz kılıyor diye bir genç kıza bu yapılır mı hiç?

-Söze gelince “hepimiz Müslümanız” diyorlar. Aynı zamanda da örtündü diye, camiye gidiyor diye gençler ve genç kızlar görülmedik baskıya ve şiddete maruz kalıyorlar. Defalardır Emine bu şekilde dayak yemiş, başörtüsü başından alınmış ve yırtılmış olarak bize geliyor. Her gelişinde de evdeki bazı renkli kumaşları başına sarıp geliyordu. Bu gün de eteklerinden bir tanesini yırtıp, onu başına sararak gelmişti. Çarşafı olmadığı için de güneş doğmadan gelmişti. Adeta gece karanlığını kendine çarşaf yapmıştı.

-Allah hayrını kabul etsin. Allah onu bu zorluklardan kurtarsın… Hadi kızım onu uyandır da kahvaltı yapalım. Çoktandır yemek yememiş olabilir. Aç acına yatmıştır şimdi garibim.

Zehra, Emine’yi uyandırıp kendisine elbise ve başörtüsü getirerek hazırlanıp yemeğe gelmesini istedi. Emine güzel bir abdest alıp sünnetlerini kıldıktan ve elbiselerini de değiştirdikten sonra oturma odasına geçti. Zehra’nın annesi:

-Hoş geldin kızım, sefalar getirdin, başım gözüm üstüne geldin, dedi. (Bıxwér hati keçam. Ser serémın, ser ça’vémın ra hati.)

-Hoş bulduk teyze. Allah razı olsun, diyerek elini öpmek istedi. Ama Zehra’nın annesi el öptürmeyip, Emine’nin yüzünü defalarca öperek; (Xweda wan ıslah ke. Xweda rahma xwe lıteke qizam. Çewa desté wan çu te, ev eziyet dane te…) “Allah onları ıslah etsin, Allah sana rahmet etsin kızım. Nasıl elleri kalkıyor sana, bu eziyeti sana reva görüyorlar?” dedi. Bir yandan bunları söylüyor, bir yandan da ağlıyordu. Zehra dayanamadı:

-Yeter anne! Burasını yas evine çevirdin. Sen değil miydin “aç nasıl yattı” diyen, şimdi de vaveyladan onu bırakmıyorsun.

-Hadi gel kızım gel, açsın şimdi.

-Gerçekten açım. İki gündür yemek yemedim.

-Niye kızım, sana yemek vermiyorlar mıydı? (Çıma qizam qey nan nedıdane te.)

-Yemek veriyorlardı da moralim bozuk olduğundan iştahım yoktu.
-Yazık, yazık bir deri bir kemik kalmış. (Welat welat! Maye çerm u hesti.)

-Yeter anne! Moral vereceğine neler söylüyorsun.

Uzun süredir böylesine huzurlu bir kahvaltıyı ilk kez yapıyordu. Genelde evde kendisi ile alay edilip, laf atıldığından hep tartışma ve kavga olurdu. Bundan dolayı sofraya oturmaz, herkes yiyip kalktıktan sonra mutfakta yalnız başına yerdi.

-İnanır mısınız?.. Uzun bir süredir ilk kez böylesine güzel ve huzurlu bir kahvaltı yapıyorum.

Gözleri dolarak hüzünlü bir sesle:

-Ne vardı sanki beni anlayış ile karşılasalardı, dedi. Onların hayatında, İslami hiçbir şey yok. Benim yaşamımı da hazmetmediler. İlla ki onlar gibi yaşamak zorundaymışım. Neymiş? Siz şeriatçısınız deyip, yıllardır çektirmedikleri eziyet kalmadı. Eğer arkadaşların; “Sabret, bir şey olmaz, İslami hayatından taviz vermeden evde kal” sözleri olmasaydı, çoktan evi terk etmiştim. Ama son olay artık dayanılacak gibi değildi. Düpedüz beni kişiliksizleştirmek ve İslam’dan uzaklaştırmak için bir oyun.

-Seni üzmemek için sormadık. Sahi neler oldu. Anlatmak ister misin? Diye sordu Zehra.

-Kızım, kahvaltısını bitirsin, siz daha sonra konuşursunuz.

Zehra’nın annesinin bu sözü üzerine kahvaltılarını sessizlik içinde yapmaya başladılar.

Emine mutluydu. Tek endişesi Muvahhidlerin onu tekrar eve gönderebilecekleri ihtimali idi. Gerçi bu sefer iş çok ciddiydi. “Mümkün değil, beni göndermezler” diye düşündü. “Nasıl göndersinler ki?... Yok hayır mümkün değil, göndermezler!” Çünkü artık iş çığırından çıkmış, sabır sınırlarını aşmıştı. Zaman sabretme zamanı değil, zaman tavır koyma zamanıydı. “Ben de tavrımı onları terk ederek koydum. Ya Rabbi! Sen şahit ol ki… benim dayanma gücüm kalmadı.”

Son cümle dilinden dökülmüş, Zehra ve annesi de duymuştu. Kahvaltı nihayet bitmiş, sofrayı kaldırıp bulaşıkları da yıkadıktan sonra Zehra ve Emine odaya geçtiler.

-Salondaki fotoğraf… Hasan’ın mıydı?

-Evet, annem ve babam onu çok sevdiklerinden ve şehid olduğu için fotoğrafını büyütüp salona astılar.

Aslında bir yönden çok şanslısın. Şehid hanımı olmak herkese kısmet olmaz. Haberini alınca ciğerim parçalandı. Senin eşin olduğunu bilmiyordum. Akşam abim eve gelip; “Bu gün yine bir şeriatçıyı öldürdüler. Bunun için çok sevinçliyim” deyip bana dönerek; “Emo! Seni ben kendi ellerimle öldüreceğim” demişti. Daha sonra, zaten seni gördüm ve eşin olduğunu söyledin.

-Allah’a şükürler olsun. Endişem onun yolunu hakkıyla yürütememek ve ona layık olamamaktır. Yoksa dul kalmam fazla sorun değil. Sahi konu başka şeye geçti, seni unuttuk. Anlatsana neler oldu?

-Yıllardır üzerimde süren baskıyı biliyorsun. Tüm bu baskılara karşı defalarca hicret etmek istediğimi belirttim. Her defasında sabretmemin daha hayırlı olduğu söylendi. Ben de itaat ederek tüm baskılara mümkün mertebe taviz vermeden sabretmeye çalıştım. Lakin son olay sabretmemin ötesinde bir şey. Benimle normal yollardan baş edemeyince.. tüm baskılara rağmen onlara taviz verip de inancımdan dönmediğim için, kendilerince de artık çaresiz kaldıklarından insan onuruna yakışmayacak bir yola başvurdular. Beni zorla amcamın oğluna nikahlamayı kararlaştırdılar. Amcamın oğlu da dinsizin teki, tam bir ateist. Allah, Peygamber, din inancı hiç yok. Aynı zamanda içkici, kumarcı, eline geçen parayla alemler yapan ahlaksızın biri. Bizim akrabalardan kaç tanesinin kızını istedi, ama kimse ona kız vermeye yanaşmadı. Hatta hepsinin ortak sözü şudur: “O serseriye kim kız verir? Kızlarımızı ateşe mi atalım?” işte bu adama beri nikahlamak istiyorlar. Gerekçe olarak da “Ancak seni o yola getirebilir.” Diyorlar. Bunu bana söylediklerinde çılgına döndüm. “Ölürüm de onunla evlenmem” deyip bağırıp çağırmaya başladım. Kendimi kaybetmiştim. Ne dediğimi ben de bilmiyordum. Benim tepki göstermem ve tavır koymam, babamın ve ağabeylerimin zoruna gitti. Üzerime çullandılar. Biri dövüyor, yorulunca diğeri başlıyordu. Ne kadar dövdüler bilmiyorum. Kendimden geçmişim. Ayıldığımda annem ve küçük kardeşlerim başucumda durmuş ağlıyorlardı. Bir gün boyunca vücudumun ağrısından, yataktan çıkamadım. Namazlarımı bile oturarak kılıyordum. Bu sabah fırsatını buldum. Ayrıca çarşafım olmadığından gördüğün şekilde örtünüp gece karanlığını da fırsat bilip evden kaçmayı başardım. Ölsem de bir daha o eve gitmem. Zaten gitmem ölümümden beter olur. O serseriyle kesin evlendirirler beni.

Bunu da sırf beni rencide edip İslami hayattan uzaklaştırmak için yapıyorlar. Zaten İslam’da mü’min bir kadının kafir biri ile evlenmesi haramdır. Bu adam tam bir kafir. Materyalistin biri.

-Gel, canım arkadaşım! Sana şöyle güzel bir şekilde sarılayım.

İki arkadaş sarılmıştı. Bir müddet gözyaşı dökerek çekilen çilelerin ağırlığı ve bu ağırlıkla beraber verdiği haz ve huzuru düşünüyorlardı. Neler çekilmemişti ki!..

Gencecik yağız gibi delikanlılar kurşunlara hedef olup gencecik yaşta kara toprağa girmiş, yetmişlik dedeler acımasızca katledilmiş, kadın, çocuk gözetilmeden sırf İslami bir hayat yaşanıp küfre teslim olunmadığı için vahşice şehit edilmiş yüzlerce Müslüman…

Bu yetmiyormuş gibi şimdi de çocuk, genç, yaşlı, kadın demeden yine sırf İslami kimliklerinden dolayı, Müslümanlar cezaevlerine konuluyor, vahşice işkencelerden aylarca nasipleniyorlardı.

Döktükleri gözyaşları, çekilen bu acılar sırf Allah uğrunda başlarına gelenlerin kabul görmesi içindi.

-Seni bu şartlarda kesinlikle geri göndermezler. Arkadaşlar, seni onlara teslim etmezler. Sen hicret ederek, onlara teslim olmayacağını ispatladın. Bak muvahhidlerin Şehid Rehberi, hicret ve muhacerat ile ilgili olarak; “Tevhid uğrunda mücadele veren evvelki ümmetleri, en başta peygamberleri ve onarın izleyicileri olan kahramanları düşünün. İslam’ın hak davasının insanlığın ve tarihin onların omuzları üzerinde yükseldiğini göreceksiniz.

Ashab-ı Kehfin kıssasına bakın. Dönüşü olmayan muhaceratın kahramanlarını göreceksiniz. Rablerine iman eden o gençler zalim topluluk ve yönetimleri nasıl arkalarına alarak terk ettiler. Biliyorsunuz muhacerat kaçmak değildir.

Muhacerat müminlerin, baş eğmezlerin güç yetiremeyince teslim olmayışlarının ifadesidir. Muhacir gözden dökülen yaş gibidir. Yüksek dağlardan geldiği yerin kokusunu teneffüs ederken dağlar kadar büyük zulüm dağlarını hatırlar.

Bir muvahhidin, güç yetiremediğinden muhacir olduğunu andıkça, içten içe insanı ağlatmaz mı? Muhacir anıldıkça gurbet ve hasret ile beraber anılır. İnsanı duygulandıran, kalp yakanların başında muhacerat olsa gerek.

Davet tarihinde, davaların oluşumunda ve davaların zafere ulaşmasında muhaceratın önemli ağırlığının olması da bilinen bir gerçektir. Ya da beni duygulandıran, kalbime fazla dokunan bir şeydir muhacerat.

Dolayısıyla şimdi dava uğruna küçük yaşında garib bir muhaceratı yaşayan gençlere fazla meylim vardır. Benim yanımda çok nazdardırlar” diyor.

Bu satırları okurken gözyaşlarını tutamamıştı her ikisi de. Hicreti yaşayan Emine, muhacir eşi olan Zehra.

-Şehit Hasan çok okurdu bu yazıyı. Okuduğum zaman derdi: “Ne kadar büyük bir iş başardığımı hatırlarım.” Bunun için de mutlu olurdu. Biliyordum, görüyordum. Bu yazıyı okuduğu zaman rahatlardı. Ve hep şöyle derdi: “Ya Rabbi! Beni Kur'an-ı Kerim’de övgülere boğduğun muhacirlerden kabul et. Şahit ol ki, sadece ve sadece senin rızan için kovuldum. Teslim olmaktansa hicreti tercih ettim. Benden kabul buyur, beni teslim olanlardan eyleme. Beni sadece sana boyun eğip teslim olanlardan eyle!” diye dua eder ve bana dönerek, “Zehra, sen de amin de!” derdi.

Güzel arkadaşım benim, Allah hicretini kabul etsin.
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 12:47
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...bl..23

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Bugünkü ziyaret programlarına Fatma’nın teyzesini de almışlardı. Fatma, teyzesi ile yaşıt sayılırdı. Bunun için çok samimiydiler. Teyzesi kayınvalidesinin evinde kalıyordu. Bundan dolayı ev halkı kalabalıktı. Fatma ve arkadaşlarının gitmesi ile evde teyzesi ve kaynanası, teyzesinin görümceleri ve teyzesinin kaynanasının kız kardeşinden oluşan toplam dokuz bayan vardı. Hal hatır, havadan sudan konuşmalardan sonra konu ahiretteki hesap ve azaptan açılınca Fatma, cehennem azabından ve kafirlerin başına gelecek şiddetli azabla ilgili ayetlerle izaha başlamıştı.

-Allahu Teala Kur'an-ı Kerim’de cehennemdekilerin azaplarını şu şekillerde haber veriyor:

“Muhakkak ki zakkum ağacı, günahkarların yiyeceğidir. Erimiş maden gibidir. Karınlarında kaynar suyun kaynaması gibi. Onu yakalayın, cehennemin ortasına sürükleyin. Sonra azap olarak başına kaynar su dökün. Tat bakalım, hani sen şerefli olan değerli olan yalnız sendin,”

Duhan Suresinin 43-49. Ayetlerinden sonra Allahu Teala Vakıa Suresinin 42-46. ayetlerinde de; “Onlar kızgın ateşte kaynar sulardadırlar. Ve kapkara bir dumandan gölge içindedirler. Ne serindir, ne de hoştur. Çünkü, onlar bundan önce sefahate dalmışlardı. Büyük günah işlemekte direnir dururlardı.” Diye buyuruyor.

-Kur'an-ı Kerim’de bunlara benzer yüzlerce ayet var. Orada ölüm yok. İlelebet, sonsuza kadar kafirler için dehşetli azaplar vardır. Düşünebiliyor musunuz? Yedikleri zakkum denilen ağaç, karınlarında suyun kaynaması gibi kaynıyor, ama o su da değildir. Erimiş maden gibidir. Yani çok kalın aynı zamanda fokur fokur kaynayan bir maden… Televizyonlarda yanardağları görmüşsünüzdür. Ağır ağır ve fokurdayarak kaynar. Bir de bunun insan karnında olması!.. Zaten başka bir Ayette, bağırsak ve iç organları paramparça ettiği anlatılıyor. O acıyı, çok şiddetli bir şekilde hissediyor cehennem ehli ve parçalandıktan hemen sonra tekrar eski haline dönüp yine parçalanıyorlar. Bu hep bu şekilde devam edip duruyor. Bir başka ayette Allahu Teala onlara; “Onlara irinli su içirilir, yutmak isterler, ama yutamazlar. Derileri yandıkça hemen yenisi ile değiştirilir.” Der. Bu şekilde cehennem ehlinin azabı devam edip durur. Susayıp su isterler. Kendilerine irin, kan ve terden oluşan bir içecek verilir. Ayette de denildiği gibi bunu bir türlü içemezler. Yemek isterler, yemekleri zakkum ağacıdır ki; o da cehennemde yetişir. Onu yediklerinde ne hale düştüklerini anlatmıştık.

Sevgili Peygamberimiz (SAV) bir hadislerinde: “Allah (cc) Cebrail’i, cehennem meleklerinin başı olan Malik’e göndererek bir miktar ateş alıp yemeği pişirmesi için Adem Peygambere vermesini emreder. Cebrail de Allah’ın emrini yerine getirmek üzere Malik’e başvurduğunda aralarında şöyle bir konuşma geçer:

Malik;

-Ey Cebrail, ne kadar ateş istiyorsun?

Cebrail;

-Bir hurma tanesi kadar.

Malik;-Sana istediğin bu miktarı verirsem kuşkusuz o ateş yerde ve gökte neye dokunursa derhal eritir.

Cebrail;

-Öyle ise yarısını verin.

-Ey Cebrail! Bu kadarını da verirsem yine onunla yeryüzündeki bitkilere dokunulduğunda hemen yanıp kavruluverirler. Der.

Bunun üzerine Cebrail (as) Allah’a; “Ya Rabbim ne kadar ateş alayım?” diye sorar. Allah (cc) Cebrail’e bir zerre kadar almasını emir buyurur. Cebrail de cehennem ateşinden bir zerre kadar alıp cennet ırmaklarından tam yetmiş tanesinde yetmiş kez yıkayarak onun hararetini hafifletir. Sonra da Adem Peygambere getirir.

Bu ateşi dağlardan birine koyan Adem (as), bir de bakar ki, o bir zerrecik ateşin şiddeti karşısında dağ eriyiverir. Ateş de doğruca eski yerine gider. Geride sadece taşlar arasında dumanları kalır. İşte bu gün kullandığımız ateş cehennem ateşinin sadece dumanlarından ibarettir.” Diye buyuruyor.

Fatma bunları anlatırken kendisi ve etrafındaki dinleyicilerin korkudan benizleri atmıştı. Kimseden çıt çıkmıyor, herkes pür dikkat Fatma’yı dinliyorlardı. Fatma devamla;

-Allah Resulü (SAV) buyuruyor dedi. “Cehennemde 70 bin vadi vardır. Bu 70 bir vadide ise 70 bin kol vardır. Ve her kolda da 70 bin yılan ve 70 bin akrep… Gerek kafir ve gerekse münafık, cehennem ehli, bunların hepsine uğramadan cehennemin dibine varamaz.”

Başka bir hadislerinde şöyle buyuruyor:

“Hüzün kuyusundan Allah’a sığınırız. O Cehennemde bulunan, cehennemin kendisinin bile günde yetmiş kez sıcaklığından dolayı Allah’a sığındığı bir kuyudur. Allahu Teala onu riyakar kulları için hazırlamıştır.” Hazreti Resulullah (as) yine bir hadislerinde der ki; “Zaman gelir cehennemlikler öyle bir acıkır ki, bunun tesiri bütün o şiddetli cehennem azabına karşı eşit olur. Her yemek diye feryat ettiklerinde, kendilerine açlığa faydası olmayacak ve onları beslemeyecek olan zehirli dikenlerden yemek verilir. Fakat bunları sindiremezler. Hemen akıllarına dünyada yemekleri hazmetmek için içtikleri şarap gelir. Şarap isterler. Kendilerine şarap olarak dikenli bardaklarda irin verilir. Onlar irini ağızlarına yaklaştırdıklarında dikenler yüzlerini yırtarlar. İçtikleri midelerine indiği vakit, midelerini parça parça eder. Cehennem bekçilerini çağırıp; “Ne olur, Allah (cc)’a dua et de bir gün olsun azabımızı hafifletsin.” Diyerek yalvarırlar. Bunun üzerine cehennem zebanileri onlara; “Sizlere açık delillerle peygamberler gelmedi mi?” diye sorarlar. Onlar da; “Evet geldi, ancak biz inanmadık” diye cevap verirler. Zebaniler, öyle ise şimdi yalvarın yalvarabildiğiniz kadar. Kafirlerin duası boşunadır, derler. Onlar “Bize Malik’i çağırın” derler. Malik’i çağırdıklarında onlar Malik’e; “Rabbimiz, hakkımızda iyi bir hüküm versin” derler. Malik; “Siz burada kalacaksınız” der. (Bunların bu yalvarışları ile Malik’in olumsuz cevap vermesi arasında tam bin yıl geçer.) Bu sefer kendi kendilerine “Biz en iyisi Allah(cc)’a yalvaralım. Çünkü bizim için Allah’tan daha hayırlısı yoktur” derler. Allahu Teala’ya; “Ey Rabbimiz! Şikayetimiz üstün geldi. Biz, sapıklıkta kaldık. Bizi, cehennemden çıkar. Bir daha isyana dönersek o zaman biz zalimlerden oluruz” derler. Allah onlara; “Sesinizi kesin, bir daha konuşmayın!” diye buyurur. İşte o vakit onlar gerçekten kendileri için iyilikten ümit olmadığını anlarlar. Hasret, pişmanlık içinde kalırlar.

Dendiğine göre cehennemdeki yılan ve akreplerin sokmalarından dolayı duyulan acı bin yıl devam eder.

Cehennemin korkunçluğu ile ilgili olarak çok sayıda ayet ve hadis vardır. Peki üç günlük dünya için değer mi acaba? Vücudumuzun her hangi bir yeri yandığında günlerce, belki de haftalarca acısından kıvranır dururuz. Ya şu korkunç cehennem ateşine nasıl dayanacağız? Bu dünyada ölüm var. Ölüm ile beraber o acı da sona erer, ama öbür dünyada ölüm de yok.

Allah bizden çok şey istemiyor. Ona kul olmamızı, emirlerini yerine getirmemizi, ona itaat etmemizi istiyor. Buna karşılık da bizi nimetlendireceğini söylüyor. Biz insanlar ne yapıyoruz? Birkaç günlük dünya hayatının geçici, beş para etmez eğlencesine dalıyoruz. Yetmiş, seksen yaşında bir insanı getirin, otursun ve hayat hikayesini anlatsın. Göreceksiniz ki tüm hayat hikayesi ya bir gün ya da daha az sürer. İşte onun tüm yaşamı o bir gündür. Çünkü yaşadıklarının hepsi mazi olup geride kalmıştır.

Geç olmadan aklımızı başımıza alıp hayatımızın geri kalan kısmını Allah yolunda geçirelim. Ona ibadet ve itaat edelim. Bizi kınayanların kınamasından çekinmeyelim. Onların bize verecekleri eziyet, cehennemin bir anına bile bedel olamaz. Dilerim Rabbim bizi cehennem azabından korur.

-Teyze, teyze! Ne oldu, aman Allah’ım!

-Fenalaştı, hemen su getirin, çabuk olun!

-Teyze, teyze kendine gel!

Evde bir anda koşuşturmaca başlamıştı…
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 12:48
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...bl 24

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
-Kim o? Diye sordu genç kız, çalınan zil üzerine.

-Benim, açar mısınız, diye nazikçe cevap verdi Zehra.

Aldığı cevapla kapıyı hafifçe araladı genç kız. Araladığı kapıdan kapı önündekileri dikkatlice süzdü önce. Yüz hatları değişmeye başlamıştı. Kapıyı tam olarak açtı.

-Buyurun, kimi aramıştınız, diye donuk bir ses ve soğuk bir yüz ifadesi ile sordu.

-Biz camide Kur'an-ı Kerim dersi veriyoruz. Bu münasebetle cami komşularımızı bir ziyaret edelim dedik.

Aldığı cevap hoşuna gitmemişti genç kızın. Karşısında duran üç tesettürlü bayanı tekrar dikkatle süzdü. Ellerini pantolonunun cebine koyarak karşısındakini küçümser bir eda ile;

-Sizinle tanıştığımızı sanmıyorum. Tanımadığımız kimseleri de evime almam, dedi.

Genç kızın cevabına Zeynep hanım yumuşak ve şefkat dolu bir ifade ile;

-Kızım biz tanışmıyorsak bile böylece tanışmış oluruz, dedi.

Zeynep hanımın bu sözüne sinirlenmişti genç kız:

-Nerden kızın oluyorum?! Hem biz, sizin ne bizi ziyaret etmenizi ne de sizin ile tanışmayı istemiyoruz. Biz, sizin düşüncenizde insanlar değiliz. Ayrıca biz çocuklarımızı camiye göndermiyoruz. Bunun için bizi ziyaret etmenizin gereği yok.

Hava bir anda buz kesilmişti. Genç kız olmadık şekilde tepki göstermiş, hatta kendilerini küçük düşüren sözler sarf etmişti. “Neden acaba?” diye düşündü Zehra. “Herhalde bunlar da yapılan iftiraların etkisinde kalmışlar” diye mantık yürüttü. Sonra; “Hayır, sizinle aynı görüşten değiliz, demişti. Demek mesele başka… belki de hakkımızda yalan ve dedikodularda bulunanlardan birileri de bunlar… her şeye rağmen buradan güzel ayrılmalıyız” diye düşündü ve sakin bir şekilde;

-Çocuklarınızı göndermiyor olabilirsiniz. Biz sadece sizleri ziyaret ederek tanışmak istiyorduk, dedi.

Aldığı cevap ile daha da pervasızlaşmıştı:

-Gidin buradan, bir daha da gelmenizi istemiyoruz.

Bu arada içerden bir genç kız daha gelmişti. Ağzındaki çikleti şapırdatarak olanları izliyordu. Belli ki evde ikisinden başka kimse yoktu. Zehra tekrar şansını denemek için;

-Yanlış düşünüyorsunuz, oturup konuşsaydık inanıyorum ki fikrinizi değiştirirdiniz. Böyle önyargılı davranmanız gerekmiyor. İnsanlar tanışıp konuşurlarsa hakikati anlarlar, dedi.

Zehra’nın bu güzel yakınlaşması genç kızı daha çok sinirlendirmiş olacak ki arkadaşına dönerek, “İçeri girelim” deyip onu içeri aldı. Kapıyı kapatmadan tekrar Zehra ve diğerlerine dönerek;

-Biz o hakikati anlamak istemiyoruz. Bunun için de bir daha gelmeyin, diyerek kapıyı kapattı.

Kapanan kapının ardından “Peki, iyi günler” demeyi ihmal etmedi Zehra.

Oradan ayrılırlarken suskundu üç arkadaş. Geçen seferki ziyaretleri çok güzel geçmişti. Ama olsun hep güzel gidecek değildi ya!.. Allah Resulü (SAV) de tebliğ çalışmalarında defalarca kovuluyordu. Bir çadırdan kovulduğunda hemen diğerine gidiyor, oradan da kovulduğunda bir diğerine gidiyordu. Muhakkak ki O’nun takipçilerinin de başına bunlar gelecekti. Önemli olan davetçinin görevini yerine getirmek için çaba sarf etmesi idi. Hidayet Allah’ın elinde idi.

Suskunluğu Zehra bozdu:

-İnşallah bu ev halkını bir daha ziyaret edeceğiz. Hatta kovulursak tekrar geleceğiz. Bizim kovulmamız, azmimizi kırmamalı, bilakis şeytana ve onun yardımcılarına karşı daha kararlı ve azimli bir şekilde mücadelemizi sürdürmeliyiz. Bu insanları yoldan çıkaran şeytan ve onun arkadaşlarıdır. Bu insanlara yardım etmeliyiz ki, şeytan ve onun arkadaşlarını yenebilsinler. Bunun için ziyaretlerimizi sürdüreceğiz, diyerek yavaş yavaş ilerleyerek kapıdan çevrildikleri evden sonra birkaç sokak ötedeki şehit ailelerinden birini ziyarete gittiler. Ev sahibesi onları çok güzel karşılayıp içeri buyur etti.

-Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz. Gelişinizle bizi memnun ettiniz.

-Hoş bulduk, Allah razı olsun, diye mukabelede bulundu Zehra.
Karşılıklı hal hatır sormalar ve iltifatlarla sohbete başlamışlardı. Ev sahibesi 28-29 yaşlarında üç çocuk annesi idi. En büyük çocuğu kızdı. Sekiz yaşlarındaki Yasemin, hem okula gidiyor, hem de camide ders görüyordu. Annesi Münevver hanım, kızının camiye gitmesi ile mesrur oluyordu. Münevver hanım eşini bir yıl önce menfur bir saldırıda şehit vermişti. Eşinin şehadetinden sonra üç çocuğu ile yalnız yaşıyordu. Yaptığı el işleri ve mü’min kardeşlerinin yardımları ile geçimini sağlamaya çalışıyordu. Zor şartlarda yaşamasına ve sıkıntılara rağmen Münevver hanım, kanaatkar ve şakire kullardan idi. Temiz fıtratı ve güzel imanı ile nurlu bir yüze sahipti. İslam’a olan bağlılığı, haliyle onu azimli, sebatkar, kararlı kılıyordu. Cami hocalarını çalışmalarından dolayı takdir ediyor ve çok seviyordu. Kendisi de başka bir camiye gidip ders veriyordu.

Zehra ve diğer hocalar her fırsatta onu ziyarete gidiyor, karşılıklı sohbet yapıyorlardı. Bugün de programlarında vardı. Ayrıca üzücü hadiseden sonra Münevver hanımı ziyaret onları biraz ferahlatacaktı.

Karşılıklı güzel iltifat ve latifelerden sonra konu cennetten açılınca Zeynep hanım hadislerle cennetten söz etmeye başladı:

-Sevgili Peygamberimiz buyuruyor ki: “Bir tellal; “Ey cennet ehli! Size artık hastalığı olmayan devamlı bir sıhhat, ölümü olmayan ebedi bir hayat, ihtiyarlığı olmayan ebedi bir gençlik ve sonu gelmeyen ebedi nimetler vardır” diye nida eder.” Diğer bir hadislerinde de şöyle buyuruyor; “Cennetin duvarları bir kerpiç altından, bir kerpiç gümüştendir. Toprağı zaferan ve çamuru ise misktendir. Cennet ırmakları misk tepelerinin veya misk dağlarının eteklerinden çıkar.” “En düşük bir cennetlinin süs ve mertebesi, ziynetleri bütün dünyanın süs, ziynetleriyle karşılaştırılırsa Aziz ve Celil olan Allahu Teala’nın ahirette bu süsü bütün dünya süs ve ziynetlerinden daha üstün gelirdi.”

“Cennetlikler cennete, cehennemlikler de cehenneme gidip herkes yerini aldıktan sonra, bir tellal, cennetliklere hitaben: “Ey cennet ehli! Allahu Teala’nın size bir vaadi var. Onu yerine getirmek ister.” Diye seslenişte bulunur. Cennetlikler: “Rabbimizin bize olan vaadi nedir? Bizim sevaplarımızı ağır getirmedi mi? Bütün bu nimetleri vermedi mi? Daha ne kaldı,” derler. Bunun üzerine Allahu Teala, aradaki perdeyi kaldırır. Böylece cennet ehli onun cemaline bakarlar. O’nun cemaline bakmaktan daha güzel ve zevkli bir şey onlara verilmemiştir.”

“Cennete giren, nimetlere erişir. Darlık çekmez. Elbisesi eskimez, gençliği yıpranmaz. Cennette gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, akla ve hayale gelmeyen nimetler vardır.”

Hadisleri okuyarak cennet ehlinin halinden ve nimetlerinden söz ederek tatlı bir sohbete dalmışlardı. Zeynep hanım hadislerle en doğru haberleri veriyordu. Zehra hatırladığı birkaç ayeti de okuyarak sohbeti renklendirdi. “Orada onlara altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Onlar orada ebedi kalacaklardır.”, “… Onların orada sözleri selamdır…”, “… Onlar orada karşılıklı tahtlar üzerindedirler…”. “… Baldan, sütten nehirler vardır…”

Münevver hanım da hatırladığı kadarı ile bir hadisi anlatmaya çalıştı.

-Hatırladığım kadarıyla Allah Resulü (SAV) bir hadislerinde; “Cennete en son giren (cehennemde cezasını çektikten sonra) şahsa: “Gözünün gördüğü kadarı senindir, diyor Allah. Adam cennete girerken Allah tekrar ona “Dünya ve onun içindekileri kadar olanın hepsi senindir.” Diyerek onu cennete koyuyor.

Sultan;

-Biz insanlar, çok cahil ve zalimiz, dedi. Bu üç günlük dünyayı ve içindekileri sonsuz bir hayata tercih ediyoruz. Dünyaya meyledip ahireti unutuyoruz.

Münevver hanım;

-Öleceğimizi ve elimizde hiçbir şey kalmayacağını bile bile, dedi.

-Allah bizi, O’na itaat edip hakkıyla ibadet edenlerden eylesin. Dünyada da ahirette de güzellikler versin. Allah Resulü (SAV); “Dua edip cenneti istediğinizde Firdevs Cennetini isteyin. O cennetlerin en üstünüdür.” Diyor. Biz de; ”Ya Rabbimiz, bize Firdevsi ver” diyerek dua ediyoruz.

-Beni bugün çok memnun ve mutlu ettiniz. Allah da sizi mutlu etsin.

-Biz de çok memnun ve mutlu olduk. Bilhassa geri çevrildiğimiz evden sonra senin güler yüzünle karşılaşmamız, Allah’ın zorluktan sonra verdiği güzelliktir. Yeter ki Allah’a olan güvenimiz sarsılmasın.

-Sizi geri çevirenler, sizi tanımıyorlar. Tanısalardı, kesinlikle sizleri başları üzerinde ağırlarlardı. İslami Cemaat, Allah’ın bu topluma bir hediyesidir, ama kıymeti bilinmiyor.

Sultan;

-Biz, tüm Müslümanları kardeş kabul ediyoruz, dedi. Onlar bize dil uzatsalar da, bizi kötüleseler de, bize başka gözle baksalar da… Biz onları kardeş görüyoruz. Ve kesinlikle de küfrün oyununa gelip onlara karşı tavır almayacağız.

Zehra;

-Umarım, onlar oyuna gelmezler. Türkiye’deki İslami cemaatler arasında kardeşlik bağları güçlenir ve vahdet oluşur. Biz, bunun için hep dua ediyor ve elimizden geleni yapıyoruz, dedi.

Kapının çalması ile Münevver hanım kapıyı açmak için odadan çıktı. Yasemin okuldan gelmişti. İçeri girer girmez heyecanla konuşmaya başladı.

-Anne, anne! Polisler okula geldiler. Öğretmenimizi tutuklayıp götürdüler.

-Nerden gördün, sınıftan mı aldılar?

-Yok yok onu çağırdılar, aşağı indi, onu götürürlerken pencereden gördük. Onu onu dolmuşa bindirdiler! Anne, öğretmenimize ne yapacaklar, onu hapse mi atacaklar?

-Bilmiyorum kızım.

-Anne! Öğretmenimizi hapse atmasınlar. Ben polisleri hiç sevmiyorum.

-Neden?

-Camiye gelip bizi kovuyorlar, dövüyorlar. Hocalarımıza kızıp onlara siyah sopalarla dövüyorlar. Öğretmenimizi de yakaladılar. Ben onlara sevmiyorum. Hiç sevmiyorum.

Münevver hanım, kızının anlattıkları ile hüzünlenmişti.

-Bak misafirlerimiz var.

-Kimdirler?

-Odaya git görürsün.

Heyecan ile içeri giren Yasemin, içerdekileri görünce utanarak geri kaçıp annesine;

-Anne içerde hocalar var, dedi.

-İyi ya kızım yanlarına gidip hoş geldiniz de.

Omuz silkerek;

-Utanıyorum, ben açım, dedi.

Kızına yemek hazırladıktan sonra misafirlerin yanına geçti Münevver hanım.

-Yasemin’in öğretmenini yakalamışlar.

Zehra;

-Kimmiş öğretmeni? Dedi.

-Bilmiyorum, ama tahminimce İslami Cemaattendir.

Sultan;

-Bunların İslam’a hiç tahammülleri yok, dedi.

Zehra;

-Merak etmeyin, zalimin zulmünde boğulacağı gün yakındır, diyerek sohbetlerine devam ettiler.
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 12:50
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...bl 25

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Saat gece yarısından sonra 02:00’ı gösteriyordu. Polis merkezinin operasyon biriminde yoğun bir hareketlilik vardı. Hazırlık için koşuşturma içinde olan özel harekat timi ve sivil polislerin komiseri olduğu her halinden belli olan şahıs, hazırlık yapmakla meşgul olan diğerlerine azarlayıcı bir şekilde:

-Çabuk olun, acele edin, çok oyalanıyorsunuz!.. şeklinde talimatlar yağdırıyordu.

Nihayet operasyon ekibi hazırlanmış, hepsi bir araya toplanmıştı. Operasyon amiri karşılarına geçip konuşmaya başladı.

-Elimizde bulunan şahıs tüm çabalarımıza rağmen konuşmuyor. Kendisinden herhangi bir bilgi elde edemedik. Bunun için evine baskın düzenleyeceğiz. Çok dikkatli olmamız lazım. Çatışma çıkabilir. Ne ile karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Çatışma çıkarsa, ateş etmekten çekinmeyin. Evi yoğun ateş altına alın…

Yapacakları operasyon ile ilgili olarak bilgi vermeye devam ediyordu. Polislerden biri söz almak için elini kaldırdı. Komiser birinin elini kaldırdığını görünce çok öfkelenmiş olacak ki, sert bir ses tonuyla ve bağırarak;

-Konuşacaklarım henüz bitmiş değil. Konuşmamı bitirdiğim zaman size söz hakkı vereceğim. O zaman istediğinizi sorar ya da konuşursunuz, dedi.

Polis yavaşça elini indirdi. Soru sormak ya da konuşmak için izin istediğine pişman olmuştu. Yüzü kıpkırmızı kesilmiş, kulaklarına kadar kızarmıştı. Sanki vücudunun ısısı iki misli artmış, terlemeye başlamıştı. Belli ki komiserin bu sözleri gururuna çok dokunmuştu. Öfkeden burnundan soluyarak; “Pis herif, en iyisini hep sen bilirsin zaten!” diye sessizce mırıldandı. Bunu söyledikten hemen sonra korku ve endişe ile etrafına baktı. Yanlarında bulunan diğer polislerin umursamadığını görünce; “Oh be! Kimse duymamış” dercesine ferahlamıştı.

Komiser konuşmasını bitirmiş, sorusu olan var mı? Diye sormuştu. Kimseden ses çıkmayınca, komiser:

-Acımak yok, bunu unutmayın. Evi ararken çok dikkatli ve titiz arayın. Ev halkına acımasız ve sert davranın. Bunların anladığı dil bu. Evde yaşı büyük erkekleri ve elimizdeki adamın eşini tutuklayacağız. Haydi herkes iş başına!.. diyerek emir verdi.

Operasyon ekibi tam teçhizatlı, maskeli bir şekilde iki cip, iki minibüs ve iki taksi ile yola çıkmış, operasyon yapacakları eve doğru ilerliyorlardı. Ana caddelerden ikisini, birkaç ara sokağı da geçtikten sonra gitmeleri gereken yere varmışlardı. Eve yaklaşık elli metre kala araçları durdurup indiler. “Cellat” lakaplı terörle mücadele komiseri, genellikle İslami çalışmalar yapan Müslümanlar yönelik operasyonları yöneten bu operasyonda da başı çekiyordu. Merkezde yaptığı konuşmadan sonra içi rahatlamış olacak ki, tüm polisler araçlarından indikten sonra yanlarına gidip bizzat operasyonu yönetmeye başladı.

-121 ve ekibi! Sizler şu evin damına çıkın, kuş uçurtmamalısınız. 156 ve ekibi! Siz evin hemen karşısındaki sokak başlarını tutun. Diğer bir ekibe dönerek, “Siz de binanın giriş çıkışlarını kontrol altına alın” dedi.

Evin her tarafını abluka altına almışlardı. Sanki basacakları ev, içinde kadın ve çocukların bulunduğu bir ev değil de, askeri bir kışlaydı.

On-on beş kişiden oluşan bir grup merdivenleri sessiz ve ellerindeki silahları her an ateş edecek vaziyette tutmuş olarak çıkmaya başladılar. Basacakları evin kapısına geldiklerinde, bir grup yukarı merdivene çıkıp bekledi.bir grup da aşağı merdiveni tutmuştu. Gecenin sessizliğinde sadece nefes alış verişlerinin sesi vardı.Ellerindeki tüm ağır silahlara ve hazırlıklara rağmen korku ve endişe hepsinin gözlerinden okunuyordu. Sessizlik bir süre devam etti.Ramazan ayına girilmiş, yeni girilen Ramazan’ın heyecanını yaşıyordu herkes.

Hatice, Fatma ve diğerleri bir araya gelmiş, Ramazan ve ondaki hayırlarla ilgili sohbet dersine başlamışlardı.

“Ramazan-ı Şerif’in pek çok hikmetlerinden dokuz hikmeti beyan eden dokuz nüktedir” diye okumaya başladı Hatice.

-Ramazan-ı Şerif’teki oruç, İslamiyet’in beş erkanının birincilerindendir. Ramazan-ı Şerif’teki orucun çok hikmetleri, hem de Cenabı-ı Hakkın Rububiyet’ine, hem insanın içtima-i hayatına, hem şahsi hayatına, hem nefsin terbiyesine, hem ilahi nimetlerin şükrüne bakar. Cenabı Hakk yeryüzünü bir nimet sofrası suretinde yarattığı ve bütün nimet çeşitlerin o sofrada yayarak Rahman ve Rahim olduğunu ifade ediyor.

Ramazan-ı Şerif’teki oruç, hakiki ve halis, azametli ve umumi bir şükrün anahtarıdır. Çünkü diğer vakitlerde mecburiyet altında olmayan insanların çoğu, hakiki açlık hissetmedikleri vakit, çok nimetlerin kıymetini bilmiyorlar. Kuru bir ekmekle bile iftar vaktinde çok büyük değer kazanıyor. Böylece, padişahtan ta en fukaraya kadar herkes Ramazan-ı Şerif’te o nimetlerin kıymetini anlamakla bir manevi şükre ulaşır.

İnsanlar iş-uğraş yönünden çeşitli surette yaratılmışlardır. Cenabı-ı Hak o ihtilafa binaen, zenginleri, fukaraların yardımına davet ediyor. Halbuki zenginler, fukaraların acınacak acı hallerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa nefisperest çok zenginler bulunabilir ki; açlık ve fakirliğin ne kadar elim ve onların şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Halbuki insaniyetteki hemcinsine şefkat, hakiki şükrün bir esasıdır. Hangi fert olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir. Ona karşı şefkate mükelleftir.

Nefis kendini hür ve serbest ister ve öyle telakki eder. Hatta hayali bir rububiyet ve keyfi hareketlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor. Hususen, dünyada servet ve iktidarı da varsa, gafil de olmuşsa, bütün bütün gasıbane, hırsızcasına ilahi nimeti hayvan gibi yutar.

İşte Ramazan-ı Şerifte en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki, kendisi malik değil, memluktur. Hür değil, abdtir. Emir olunmazsa en adi ve en rahat şeyi de yapamaz. Elini suya uzatamaz. Hayali rabliği kırılır. Abd olur, hakiki görevi olan şükre gider.

İnsan nefsi gaflet esnasında kendisini unutuyor. İçinde bulunduğu acziyeti, sınırsız fakirliği ne kadar zayıf olduğunu, musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur, dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Adeta çelikten bir vücudu varmış gibi, ölmeyecekmiş gibi hayaller kurar. Dünyaya saldırır. Şiddetli bir hırs ile tamah ile ve şiddetli alaka ve muhabbet ile dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeye bağlanır. Kendini tam şefkatle terbiye edeni, yaratıcısı Allah’ı unutur. İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç, en gafillere ve inatçılara zaafını ve acziyetini ve fakirliğini hatırlatır.

Kur'an-ı Kerim bu ayda nazil olmuş olduğundan Kur'an-ı Kerim’i yeni nazil oluyormuş gibi okumak ve dinlemek, o hitabı Resulullah (SAV)’den işitiyor gibi dinlemek, belki Hazreti Cebrail (as)’den, belki Mütekellim-i Ezeli’den dinliyor gibi bir Kudsi halete mazhar olmak…
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 12:53
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...bl26

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Ramazan-ı Şerifte amellerin sevabı bire bindir. Kur'an-ı Kerimin her bir harfinin on sevabı var. On iyilik yazılır, on cennet meyvesi getirir. Ramazan-ı Şerifte ise her bir harfin on değil, bin ve Ayet-ül Kürsi gibi ayetlerin her bir harfi binler ve Ramazan-ı Şerifin Cumalarında da daha çoktur. Kadir gecesinde otuz bin iyilik, güzellik ve hasene sayılır.

Nefis Rabbini tanımak istemiyor. Firavunca bir şekilde Rablik istiyor. Ne kadar azap edilse o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç doğrudan doğruya nefsin Firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fakrını gösterir. Kul olduğunu gösterir.

Evet, her bir harfi otuz bin baki meyveler veren Kur'an-ı Kerim, öyle bir nurani Tuba ağacı hükmüne geçiyor ki milyonlarla o baki meyveleri Ramazan-ı Şerifte mü’minlere kazandırır.

Orucun kemali ise; mide gibi bütün duyu organlarını, gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri, insani cihazlara dahi bir nevi oruç tutturmaktır. Mesela, dilini yalandan, gıybetten, kötü tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak; gözünü namahreme bakmaktan; kulağını fena şeyleri işitmekten men edip gözünü ibrete ve kulağını hak söze ve Kur'an-ı Kerim’e sarf etmek…

Üstad Bediüzzaman’ın Ramazan Risalesini okumaya devam etti Hatice.

Risalenin nihayetinde arkadaşlarına hitaben:

-Ramazan’ın ve orucun Allah indindeki değeri ve bizlere kazandırdığı büyük ve sayısız sevapları göz önünde bulundurarak, içine girdiğimiz Ramazan-ı Şerifi eda etmeye gayret göstermeliyiz. Her zaman asli görevlerimiz arasında bulunan fakir fukarayı gözetme, komşu haklarına dikkat ve riayet etme, şehid ve tutuklu ailelerini ziyaret etme.. gibi görevlerimizin eksikliklerini bu Ramazan’da tamamlamaya çalışmalı ve daha güzel daha mükemmele doğru ilerlemenin başlangıcı yapmalıyız.

Şimdiye kadar yapmadığımız, tembellik gösterdiğimiz ibadetlerimizi arttırmalı ve hayatımızda yer etmesi için bu Ramazan-ı Şerifi fırsat bilerek yeniden bazı şeylere başlamalıyız. Örneğin; Allah Resulü (as) “Ramazanda kılınan nafile (sünnetler) farz hükmüne geçerler.” Hadisini şiar edinerek nafile namazlarımızı arttırmalıyız. Bilhassa namaz sünnetlerimizi kaçırmamaya özen göstermeliyiz. Sahura kalkıldığı için gece ibadetine kendimizi alıştırmalıyız. Sahura her kalkışımızda muhakkak “Teheccüd” namazı kılalım ki, onun bereketi kat kat artsın.

Üstad’ın dediği gibi Ramazan ayı; Kur'an-ı Kerim ayıdır. Bu ayda bol bol Kur'an-ı Kerim okuyalım. Çünkü okuduklarımız anlarsak daha çok faydalanırız. Bu ayda ailelerimiz, iftar yemekleri vererek çevredeki fakir-fukaraları davet edecekler. Bizler de bu hayırdan pay almak için, yemek yapma işinde canla başla çalışmalıyız. Ayrıca, inşallah cami komşuları, akraba, hasta, arkadaş, şehit ve tutuklu aileleri ziyaretlerimize tam hızla devam edeceğiz, diye konuşmasını sürdürdü.

Genç kızlar sohbete dalmış konuşuyorlarken zil ısrarlı bir şekilde çalmaya başladı. Kapı açılmış gelen kişi salonda heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyordu. İçerdekilerse sesi tam olarak işitemediklerinden bir şey anlamıyorlardı. Merak içinde kalmışlardı. Fatma dayanamayıp;

-Hatice! Bakar mısın, ne olmuş? Meraklandım doğrusu.

-Evet, ben de meraklandım. Bir bakıp geliyorum, diyerek odadan çıktı.

Oturma odasına geçti. Yengesi ve annesinin yüz ifadelerinden bir şeyler olduğu seziliyordu. İlk başta sormaktan korktuysa da ağlamadıklarını görünce düşündüğü şey olmadığına kanaat getirerek annesine;

-Hayırdır anne, böyle telaşlı telaşlı kapıyı çalan kimdi? Kötü bir şey yok inşallah..

-Yok kızım yok. Olan da zaten beklediğimiz ve hesaba kattığımız şeyler. Eşi ve çocukları cezaevinde olan bunca insandan daha iyi değiliz.

-Babam mı yakalandı?

-Hayır, camiyi basıp Hüseyin abin, Hamdullah, Orhan ve camide bulunan birkaç öğrenciyi almışlar. Diğer öğrencileri de dağıtıp bir daha camiye gelmemeleri için tehdit etmişler.

-Haberi getiren kimdi?

-Camiye giden öğrencilerden biri dükkana babana haber vermiş. Baban da Selçuk’u göndermişti. Evi de basabilirler, haberiniz olsun diyordu.

-Yengem burada mı kalacak?

-Onu birkaç günlüğüne bir yerlere misafir olarak göndeririz. Bu zalimler onu da alabilirler. Bunların dini, imanı, vicdanı yok. Küçücük çocukları yakaladıklarına göre onu da yakalarlar.

-Hemen haber vermeleri iyi oldu.

O zamana kadar suskun kalan Büşra;

-Benim bildiğim Hüseyin dirençlidir. Göreceği işkencelere pes edecek biri değil. Beni ona karşı koz olarak kullanmayacaklarını bilsem, buradan bir adım dahi atmazdım. Ne var ki genelde onları eşleri ile tehdit ediyorlar. “Eşlerinizi getirip işkence yapacağız, hatta onları soyacağız” diyorlar. Çeşitli işkence ve taktiklere başvuruyorlar. Bu da bazen onların dirençlerini kırıyor. Bunun olmaması için tedbirimizi almamız iyi olacak.

-Üzgün müsün yenge? Kendimizi üzmemizin bir yararı olmaz herhalde.

-Doğru, yakalanan herkes için üzülürüm. Sadece Hüseyin için değil. Tek suçları camide ders vermek olan yüzlerce gencecik fidanın zindanlarda tutulmasından üzgünüm. Ben, yıllardır eşleri zindanda olan kardeşlerimden daha iyi değilim. Benim çocuklarım, onların çocuklarımdan daha iyi değil. Mücadele içinde olup dert ve ızdırap çekmek, pasifleşip rezil olmaktan çok daha üstündür. Biz, üstün olana talibiz.

Zeynep hanım konuşmaya daldıklarını görünce;

-Hadi kızım, misafirlerine haber ver. Onları eve gönder ki biz de hazırlıklarımızı yapalım, dedi.

Annesinin uyarısı ile misafirlerinin yanına döndü Hatice.içerde meraklı bakışlarla karşılaşınca:
-Polis camiyi basmış. Hüseyin, abim ve iki arkadaşıyla beraber cami öğrencilerinden birkaç tanesini yakalamışlar. Babam haber göndermiş, dedi.

-Peki nereye götürmüşler?

-Sabah mı basmışlar?

-Bunlar bizden ne istiyorlar, anlamadım ki…

Hatice tutulduğu soru yağmuruna cevap vermek için:

-Nereye götürdüklerini bilmiyoruz. Abim onlar sabah ders veriyorlar. Herhalde ders saatinde basmışlar. Bunlar bizden ne istiyorlar sorusuna gelince… İslam’ı yaşamamamızı, Kur'an-ı Kerim’den uzak durmamızı, gayri Müslim ülkeler gibi bir hayat tarzı benimsememizi, camilere gitmememizi, Kur'an-ı Kerim dersi vermememizi, kısacası dinimizden uzaklaşmamızı istiyorlar. Şimdi arkadaşlar zaten konuşacak bir şey kalmadı. Ramazan programımızı da belirledik. Hakkınızı hela edin. Polis burayı da basabilir. Sizlerin de risk altında kalmamanız için sizi evlerinize göndermek zorundayım. Tekrar hakkınızı helal edin. Yarın camide görüşürüz inşallah, dedi.

Misafirlerin gitmesi ile evi toparlamaya başladı Zeynep hanım, Büşra ve Hatice. Ev toparlanmış, Büşra küçükleri hazırlarken, Zeynep hanım:

-Hatice, kızım sen de hazırlan. Yengenle beraber git. Hem yengen ile beraber olursun, hem de senin burada olmana da gönlüm razı değil, dedi.

-Benim burada olmamda herhangi bir sakınca var mı? Bence gitmeme gerek yok.

-Yengen yalnız kalmasın. Ayrıca bunların işi belli olmaz. Bakarsın seni de alırlar.

-Tamam ben de hazırlanayım öyleyse.

Hatice de hazırlanmıştı. Büşra ile çıkmak üzere iken;

-Size eve gelmeniz için haber gördermeyene kadar, sakın gelmeyin. Bol bol dua edin. Şunu unutmayın ki zor anlarda yapılan dualar geri çevrilmez. Ayrıca Allah kendisine sığınanları korur. Şu anda elimizden dua etmek ve Allah’tan yardım dilemek geliyor. Zorluklardan sonra kolaylıklar vardır. Bunun için “… inananlar, Allah’a güvenip dayansınlar” ayetini hep hatırlamalıyız, dedi.

Kızlarını ve torunlarını öpüp dualar ederek yolcu etti Zeynep hanım.
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 12:57
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA.....bl 27

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Gecenin tüm sessizliği üzerindeydi yine bugün. İn cin uykudaydı. Sadece Allah’a kul olmaya çalışan; Şeytan’ın: “Halis kulların müstesna” dediği ihlaslı kullar uyanık ve Rablerine kulluk ediyorlardı.

Uyanık olan başkaları da vardı. Onların işleri gece yarısından sonra başlıyordu. Onlar, mesaiye başladıklarında çığlıklar, iniltiler, ahlar etrafı sarıyor, şeytanlar bile yapılanlardan dolayı vaveyla ediyorlardı.

Çırılçıplak bir genç, elleri arkadan bağlanmış, kolları arasından geçirilen uzun bir kalas ile ayakları yerden kesilecek şekilde asılı duruyordu. Vücudunun tüm ağırlığı kollarına yüklenmiş, bedeni soru işareti şeklini almıştı. Çok acı çekiyor olmalıydı ki bazen tekbir getiriyor, bazen de bağırıyordu. Bu asılış şekline işkence literatüründe “Filistin Askısı” deniliyordu. Filistin askısında bulunan genç çektiği acılar yetmiyormuş gibi başına üşüşen, insanlıktan nasibini almamış işkencecilerin soru yağmuruna da tutulmuştu.

-Konuşacak mısın? Yoksa işkenceye devam mı edelim?

Hüseyin:

-Ne konuşmamı istiyorsunuz, size defalarca ifade verdim. Söylediğim hiçbir şeye inanmıyorsunuz, dedi.

Bitkin ve inleyerek cevap vermeye çalışıyordu zar zor.

-Hikaye anlatıyorsun, hikaye… Örgütsel bağlantılarını anlat. Camiye sizi kim gönderiyor, raporları kime veriyorsunuz? Tanıdığın örgüt adamlarının isimlerini, örgüt içindeki faaliyetlerini tek tek anlat. Bu istediklerimizi anlatacaksın. Aksi halde başına geleceklerden biz sorumlu olmayacağız.

-Söyledim size ahh.. Kollarım yerinden kopacak gibi… Camiye Kur'an-ı Kerim dersi vermek için gidiyorum. Örgütsel bir bağlantım yok, hiçbir illegal veya legal örgüte bağlı değilim. Ahh.. Allahu Ekber
Çığlığı arşı a’layı inletmişti Hüseyin’in. Verdiği cevap hoşlarına gitmemiş olacak ki işkencecilerden biri elinde copla var gücüyle hayalarına indirmişti Hüseyin’in.

-Doğru konuş, bizi kandıracağını mı sanıyorsun? Sen istediğimiz cevabı verene kadar bu durumda kalmaya devam edeceksin.

-Ahhh…! Ahhh,,!!! Allahu Ekber, size doğru söylüyorum. Allah korkusu yok mu sizde?

Çok acı çektiği belliydi (Bunun acısını yaşayanlar bilir, defalarca ölmek gibi bir şeydir.) Cop tüm hızıyla defalarca aynı yere inmişti.

-Keyfin bilir, doğruyu konuş. Bu gidişle bir daha çocuğun olmaz. Kendine acımıyorsan ailene acı.

-Camide ıhh.. Kur’an dersi veriyorum. İnansanız da ıhhh.. İnanmasanız da ıhhh,,, bu böyle ahh..! Allahu Ekber. Ahhh!

-Öldün mü lan? Adamın sesi çıkmaz oldu. Hey sen öldün mü? Numara yapıp bizi kandıracağını mı sanıyorsun? Hey sana söylüyorum.

Elindeki copla hareketsiz kalan Hüseyin’i dürtüyor ve bunları söylüyordu. Amirleri Hüseyin’in hareketsiz olduğunu görünce telaşla;

-Bayıldı mı!? Öldü mü bu? Bir bakın, diye bağırdı.

Kontrol etmeye başladılar.

-Komiserim, bayılmış, dedi polislerden biri.

-Bayılır tabi, hemen indirin, götürün suya tutun. Sonra da hücresine atın. Keçi gibi inatçı. Ölüp kalacak, yine da konuşmuyor.
Hüseyin’in askıda olması yetmezmiş gibi aldığı cop darbeleriyle beraber son olarak ayakları bağlanmış, bir işkencecinin üzerine çıkmasıyla da bacakları ve kolları gerilmişti. Soru işaretinin düzleştirilmesi gibi… Bu son işkenceye dayanamamış, bayılmıştı.

-Bu adamın konuşmaya niyeti yok. Evini basmak için hazırlıklar tamam mı?

-Tamam komiserim. Herkes hazır.

-Eşini getirip karşısına çıkarınca bülbül gibi öter. Bunlar en ağır işkencelere dayanırlar ama namuslarının ele geçmesine asla..
Her zaman olduğu gibi Hacı Abdullah uyanmış, Rabbinin huzurunda kıyam, rüku ve secdeye duruyordu. Yavaş yavaş Kur'an-ı Kerim’i okurken aklını oğlundan alamıyordu. Acaba ne durumdaydı? Şimdi bu caniler olmadık işkenceler yapacaklardı. Oraya gidip de haftalarca işkence görmeyen hatta bazen aylarca bu ağır işkencelerden geçmeyen hemen hemen kimse yoktu. Namaz kılarken bu düşüncelerden kendini alamıyordu. Gözleri dolu dolu bitirdi namazını. Ellerini açarak; “Ya Rabbi! Beni affet. Senin huzurunda senden gayrısını düşündüğüm için beni bağışla, lakin bunu Sen’den gafil olduğumdan değil, sana dua, yalvarış, yakarış ve zalimleri Sana şikayet olarak benden kabul et. Şahidsin ki yakalanıp da şu anda işkence gören oğlum ve onun gibilerinin tek suçları Sen’in dinini yaşayıp yaşatmaya çalışmaktır. Camide Sen’in kitabını Müslüman toplumun çocuklarına öğretmeye çalışırlarken yakalandılar. Sen buna şahidsin. Onlara yardım et, görecekleri ağır işkencelerde ayaklarını sabit kıl, dillerine mukayyet ol, onları iman dolu bir kalple çıkar. Onları zaferle mükafatlandır. Sabır ve sebat ver. Ya İlahi! Ey yardımcısı olmayanların yardımcısı, yardım et!..” dedi. Duasını henüz yeni bitirmişti ki, zil ısrarlı ısrarlı çalınmaya başladı. Bir yandan da kapı tekmeleniyordu. Hacı Abdullah anlamıştı. Sakin bir şekilde gürültüden uyanmış çocuklarına, sakin olmalarını, paniğe kapılmamalarını, korkmamalarını söyleyerek kapıya yöneldi.

-Gecenin bu saatinde kapıma dayanan kim? dedi.

-Açın polis!

-Polis olduğunuzu nereden bileyim? Saat sabahın 03:00’ü. Evimde ne işiniz olabilir ki?

Kapının diğer tarafındakilerin hoşuna gitmemiş olacak ki,

-Sana kapıyı aç diyorum. Biz polisiz. Evi arayıp gideceğiz, diye bağırdılar.

-Kapımıza her dayanıp da polis olduğunu söyleyenlere kapıyı açarsak halimiz ne olur?

-Fazla konuştun, kapıyı açacak mısın, yoksa kıralım mı-Polis olduğunuzdan emin olmak istiyorum. Bunun için kimliğinizi kapının altından atın.

-Öyle mi?.. Ulan sen kendini nerde sanıyorsun? Burası “Olağanüstü Hal Bölgesi” ve biz polisiz. İstediğimiz şekilde, istediğimiz evi basarız. Gerekirse kafanıza da sıkarız. Şimdi açıyor musun, açmıyor musun? Kapıyı kırarak içeri girersem, hepinizi kurşuna dizerim.

Hacı Abdullah polis olduklarını anlamış ve ciddi olarak söylediklerini yapacaklarına inanıyordu. Çünkü yıllardır onlar için bu tür şeyler olağan olmuştu. Evlerin basılıp insanların infaz edilmesi, kadın, genç, yaşlı, çocuk demeden yakalanıp işkencelerden geçirilmesi hep yaşanmış şeylerdi. Bunu pekala yapabilirlerdi. Ve kimseye de hesap vermezlerdi. Kapıyı açtı Hacı Abdullah. Açar açmaz içeri daldı birkaç kişi. Yüzleri maskeliydi, biri silahını Hacı Abdullah’ın göğsüne dayadı.

Çocuklar, iri yarı, silahlı, bombalı, maskeli bu adamları görünce korkudan annelerine ve birbirlerine sokulmuşlardı. Komiserleri olacak ki, içlerinden bir Hacı Abdullah’a yönelerek:

-Kimliğini getir. İçeri dalmış diğer polislere de, “Hemen odaları arayın, ama çok dikkatli ve titiz arayın, aranmadık yer kalmasın, tamam mı?” diye emirler yağdırdı. Polisler;

-Baş üstüne komiserim, diyerek odalara daldılar.

On beş kişi içeri girmiş, odaları didik didik aramaya başlamışlardı. Gördükleri tüm dolapları açıyor, içindekileri yerlere savurarak arama yapıyorlardı. Elbise dolapları, yatakların bulunduğu dolap, vitrin, kısacası ne varsa arama bahanesi ile dağıtılıyor ve yerlere atılıyordu. Kütüphane odası aynı zamanda da Mescid olarak kullanılan odaya giren polislerden biri salona gelerek;

-Amirim! Burada bir sürü kitap var. Ne yapmamızı istersiniz, diye sordu.

“Cellat” lakaplı komiser;
-Hangi odaymış bu? (Hacı Abdullah’a dönerek) Sen de gel, bize yardımcı olursun, deyip Hacı Abdullah’ı da beraberlerinde kütüphane odasına gittiler.

Komiser:

-Aboov! Bu kadar kitap senin mi, dedi.

-Evet, benim.

-Molla mısın?

-Hayır, değilim.

-Peki bunca Arapça kitaba ne yapıyorsun?

-Okuyorum.

-Benimle dalga mı geçiyorsun? Hani Molla değildin?!..

-Evet değilim. Ama bu, benim Arapça bilmediğim anlamına gelmez.

-Evet.. Abdullah… yoksa Hacı Abdullah mı demeliyim? Her neyse… Söyle bakalım örgüte ne zaman katıldın?

-Örgüt mörgütlerle ilişkim yok benim.

-Ama oğlun öyle söylemiyor, senin örgüte mensup olduğunu, hatta üst düzey olduğunu söylüyor.

-Oğlum öyle bir şey söylemez.

-Ne yani yalan mı atıyorum?

-…….

-Cevap vermedin, demek yalan attığımı düşünüyorsun?

-Ne söylediğini sen daha iyi bilirsin.

Birden bir tokatla sarsıldı Hacı Abdullah. Komiser yaşına bakmadan içindeki kin ve öfkeyi tokatla kusmuştu. Gözleri sinirden dolu dolu olan Hacı Abdullah -Utanmadın değil mi? Babanın yaşındayım, babanın! Yoksa sen babanı da mı dövüyorsun? Sizler böyle saldırgan olduğunuz müddetçe size karşı duracaklar da sürekli olacaktır, dedi.

-Olsunlar, olsunlar. (bağırıyordu komiser) Olsunlar bakalım, yıllardır rahat yüzü görmedik, çoluk çocuğumuzdan uzak, her gün vurulma tehlikesi ile karşı karşıyayız. Marksist örgüt yetmiyormuş gibi şimdi de İslamcılar çıktı. Siz var ya siz, Marksist örgütten de daha tehlikelisiniz.

-Neden, ne yaptık ki? Benim oğlum ne yaptı da yakalandı? Camide Kur'an-ı Kerim dersi vermesinin dışında başka bir suçu var mı? İslam ülkesinde İslam’ı yaşamak suç mu?

-Evet suç, kanunen camilerde ders vermek suç. Hem sizin namazınıza, orucunuza karışan mı var? Camilerden ezan sesi yükselmiyor mu? Daha ne istiyorsunuz? (Bunları söylerken bağırıyordu)

-Eğer İslam; namaz kılıporuç tutmaktan ibaret olsa idi Kur'an-ı Kerim bir bütün olarak değil, belki elli ayet olarak inerdi.

-O kadarını bilmem, siz dini siyasete alet ediyorsunuz. Siz oyuna geliyorsunuz

-Asıl oyuna gelen, İslam’a savaş açanlardır. Bu memlekette sırf başörtülü olduğundan kızlar okula alınmayıp coplanıyorsa, sırf camide ders verdiği için gençler tutuklanıp işkencelerden geçirilip yıllarca zindanlarda tutuluyorsa oyuna gelen ve huzur istemeyen bunları yapanlardır.

-Biz laik bir ülkede yaşıyoruz. Bu devletin kanunları var. Bu kanunlara bu devlette yaşayan herkesin uyma zorunluluğu var. Uymadığın zaman kanunsuzluk yapıyorsun demektir. O zaman da cezai müeyyideler uygulanır. Siz de bu kanunsuzlukları yapmayın. Okulda başörtüsü yasaksa takmasınlar. Camilerde Kur’an dersi vermek yasak. Bu yasakları çiğneyenler cezalandırılır. Öyle değil mi Hacı Abdullah?

-Dinin de kuralları vardır. Dinin de koyduğu kurallara uymak zorunluluğu vardır. Laiklik insanların çıkardığı bir rejimdir. İslam ise Allah’ın insanlar için seçtiği bir sistemdir. Hangisinin kurucusu daha büyük ve hangisinin gücü her şeye yetiyorsa ya da tüm kainat içindekilerle beraber kiminse ona uymak lazım.

-Demagoji yapma! Hangisi daha büyükmüş, hangisi daha güçlüymüş… içinde yaşadığın memleketin kurallarına uymak zorundasın.

-Ben de öyle yapıyorum zaten. Bunun aksini yapmış değilim. Bu memleketin sahibi ne diyorsa onu yapmak için elimden gelen gayreti sarf ediyorum.
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 13:05
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...bl: 28

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
-Ne demezsin, onun için mi akşamdan beri benimle tartışıyorsun? Oğlun onun için mi örgütlere katılıp devleti yıkmaya çalışıyor? Kanunlara uyma anlayışın bu mu senin?

-Bu memleketin ve dünyanın sahibi Allah’tır. Ben onun emirlerine uymak için çabalıyorum.

-Delirtme beni Hacı Abdullah! Sözü dönüp dolaşıp Allah’a getirme…

Komiser ve Hacı Abdullah tartışa dursun diğer tarafta baskıncılardan ikisi küçük çocukları ürküterek:

-Söyle bakalım, evinize kimler geliyor, misafir gelenlerin isimlerini biliyor musun? Yengen nereye gitti? Baban ve abin İslamcı mı?

Küçükler maskeli adamların karşılarında yeterince ürkmüş olmakla beraber sorulan sorulara karşı tam anlamıyla ezilip büzülmüşlerdi. Baskıncıların ısrarlı sorularına;

-Bilmiyorum, cevapları veriliyordu. Bu cevapları alan baskıncılar daha çok soru soruyorlardı. Bu sahneye daha fazla dayanamayan Zeynep hanım:

-Bırakın çocukları, bacak kadar çocuklardan ne istiyorsunuz? Evi basıp talan etmeniz yetmiyormuş gibi şimdi de küçük çocukları mı ürkütüyorsunuz? Zaten sizi maskeli görünce yeterince korktular, dedikten sonra küçüklerin kolundan tutarak, “Werın law, werın qet ne tırsın” (Gelin yavrum gelin, sakın korkmayın) diyerek çocukları yanına çekti.

Baskıncı bu sefer Zeynep hanıma dönerek:

-Nerde?.. Hüseyin’in eşi nerde? Nereye kaçırdınız onu?

-Nereye kaçıracağız, kaç günlüğüne ziyarete gitti. Oğlumu yakalamanız yetmiyormuş gibi, şimdi de gelinimi mi yakalamak istiyorsunuz? Yok burada, nerde olduğunu da bilmiyoruz. Çekip gidin buradan!

-Ben sizi bilmez miyim, haber alır almaz uçurdunuz onu buradan. Ama biz onu buluruz, hiç merak etmeyin.

-Madem yakalayacaksınız, neden bizden soruyorsunuz? Hem niye gelinimi istiyorsunuz, o size ne yaptı ki? Ayrıca oğlum size ne yaptı?

-O yasadışı örgütlerle çalışıyor, camiye gidip örgüt adına ders veriyor. Mutlaka gelinin de camiye gidiyordur. Belki sen de gidiyorsun. Çünkü siz çoluk çocuk hepiniz bu işin içindesiniz.

-Müslümanız, camiye gideriz. Bu suçsa hepimizi yakalayın. Senin anan, baban camiye gitmiyor mu? Onları niye yakalamıyorsun?

-Siz örgüt adına gidiyorsunuz, sizi onun için yakalıyoruz.

-Biz hiçbir örgütten değiliz, bu sizin iftiranızdır. Camileri kapatmak istiyorsunuz, bunu açıktan yapamıyorsunuz, bu sefer bahaneler bulmak için bu tür oyunlara baş vuruyorsunuz.

Komiserin içeri girmesiyle;

-Her yer temiz komiserim, bir şey bulamadık diye rapor verdi, Zeynep hanımla konuşan baskıncı.

-Tamam, hazırlanın gidiyoruz. Kitapları bir kutuya doldurun, ayrıca Hacı Abdullah da bizimle geliyor. Birkaç gün misafir edeceğiz onu. Oğlunu özlemiştir şimdi.

Elindeki telsizle merkezi arayarak;

-301’den 452’ye… tamam, dedi.

-452 dinlemede, tamam.

-Gezintimiz sona erdi. Bir paketle beraber geliyoruz, tamam.

/Hazırlanın gidiyoruz, diye talimat vererek ayrıldılar evden. Yanlarında Hacı Abdullah da vardı.İçeri giren Zeynep hanım içerdekilere:

-Hâlâ hazırlamadınız mı? Diye sordu.

-Hazırlıyoruz Zeynep teyze, az kaldı, diye cevap verdi Fatma.

Fatma’nın cevabı üzerine Zeynep hanım;

-Müsaade ederseniz kızım ile biraz yalnız kalıp konuşmak istiyorum, dedi.

Hüseyin abisinin yakalanmasının üzerinden aylar geçmişti. Hüseyin, yirmi gün göz altında kalmış, daha sonra tutuklanarak cezaevine konulmuştu. Diğer iki arkadaşı Hamdullah ve Orhan ise serbest bırakılmışlardı. Hacı Abdullah, evinde yapılan baskında yakalanıp gözaltına alınarak yaklaşık bir hafta sorgulanmıştı. Yaşlı olduğuna bakılmaksızın işkence görmüş ve hakaretlere maruz kalmıştı. Sorgulanıp savcılığa çıkarılmış ve oradan serbest bırakılmıştı.

Her evlenme çağına gelen genç kız gibi Hatice’yi de istemişler. “Ağabeyim çıkmadan evlenmem” dediyse de, Hüseyin Ağabeyinin “evlensin” diye cezaevinden haber yollamasıyla ikna olmuştu. Damat adayı hayatını bütünü ile İslami davaya adamış, tüm zorluk ve meşakkatlere rağmen İslami mücadelesinden geri kalmayan muvahhid erlerdendi. Zaten Hatice de böylesi olmazsa evlenmem demişti. Kendisine düğün için ne istiyorsun diye sorulduğunda “Mehir, Allah’ın emri olmasaydı onu da almazdım. Mehri, gücüne göre versin. Diğer şeylere gelince, ben evliliğimi evin içini eşyalarla doldurmak için yapmıyorum. Dünyaya dalıp oyalanmak için de yapmıyorum. Ben evliliği İslami bir yuva kurmak ve hizmetimi orada da sürdürmek için yapıyorum.” Demişti.

Görüşmelerinin üzerinden birkaç ay sonra evlilik vakti gelip çatmıştı. Odada gelini hazırlamak ile meşgul olanlar çıkmış, Zeynep hanım kızı ile baş başa kalmıştı. Elini kızının başı üzerinde gezdirerek;

-Kız vermek zormuş. Hem de tahminimden daha zor, diyerek kızının karşısına oturduHatice’ye şefkatle bakarken konuşmaya başladı. “Bak kızım! Fırsat buldukça seninle bu konularda konuşmaya gayret ettim. Bundan sonra da kapım her zaman sana açıktır. Yardımcı olabilirsem, yardımcı olmaya çalışırım. Lakin şunu hiç unutma! Asil kadın evinin içindeki sorunları ailesine bile anlatmayandır. Evlilik her zaman toz pembe geçmez. En mutlu çiftlerin bile aralarında sorunlar doğar. Önemli olan çiftlerin bu sorunları kendi aralarında çözüme kavuşturmalarıdır. Böylesi bir durumda oturup konuşarak sorunu ortaya koyun ve kim hatalı ise hatasını kabul edip bir daha yapmamaya gayret etsin. Şunu unutma kızım, hatalarda ve yanlışlarda inat ve devamlılık mutsuzluğun kaynağıdır. Çünkü bu, zamanla huy olmaya başlar. Böylece onu düzeltmek imkansızlaşır. Evlilik karşılıklı sevgi ve saygı üzerine kurulur. Sen eşine saygı gösterirsen o da sana saygı gösterir. Günümüz genç kızlarının televizyonlardan aldıkları anlayışlarla ve özentilerden takındıkları tavırlar evliliği çıkmazlara götürür. Bunu hiç unutma, İslam’ın getirdiği evlilik anlayışı huzurun, saadetin, temiz bir nesil ve toplumun oluşmasını sağlamaya yöneliktir. Bunun için herkese bir görev dağılımı yapılmıştır. Eşler buna riayet ederlerse inşallah mutsuz evlilikler olmaz.

Sen, sen ol kızım; kocanı, hakimiyetinin altına almaya çalışma, onun erkeklik onurunu muhafaza etmeye çalış, malını çarçur etme, ne israf et ne de cimri davran, kocanın ailesine kendi ailene gösterdiğinden daha çok ilgi ve alaka göster. Bu onu mutlu eder ve ailesinin yanında daha çok sevimli kılar. Ayrıca o da senin ailene aynı saygı ve ilgiyi gösterir. Kanaatkar ol, elindeki ile yetinmesini bil. Dünya malına fazla tamah etme. Bil ki dünyaya meylettikçe seni çeker. Daha baştan o konuda nefsini dizginle. Kocanın yaptıklarıyla ilgili soru sorma, onun sana söyledikleriyle yetin. Bilhassa dava konularında hiç soru sorma. Kocana hizmet et, unutma o da sabahtan akşama kadar sizin için didinip duruyor. Ayrıca insan sevdiğine hizmet eder. Bunu küçüklük ve aşağılık saymaz. Kocanın ayıplarını başkalarının yanında anlatma. Unutma karı-kocanın odasına melekler bile girmez. Bu kutsiyeti ve oradaki sırları sen de muhafaza et, dedi.

Ana-kız baş başa vermiş konuşuyorlardı. Bir ananın evladına verebileceği en güzel nasihatleri vermeye çalışıyordu Zeynep hanım. Hatice bu güzel nasihatleri can kulağı ile dinliyordu. Genç kızlığa adım atmasından bu yana annesi bu konularda onu en iyi şekilde yetiştirmeye gayret göstermişti. Sık sık özel sohbetler yapıp nasihatlerde bulunmuştu. Şimdi de yılların özetini ve kitaplarda olmayan şeyleri sunuyordu. Onlar konuşurlarken Fatma kapıyı çaldı, girebilirsiniz cevabıyla içeri giren Fatma:

-Teyze üzgünüm, ama gelini almaya gelmişler, biz son hazırlıkları yapalım, dedi.

Zeynep hanım:

-Tamam kızım, zaten konuşacaklarımız da bitmişti. Ben de misafirlerimin arasına döneyim, diyerek dışarı çıktı.

Fatma diğerlerini de çağırarak Hatice’nin son hazırlıklarını tamamlamaya başladılar. Eşyalarını (çeyiz) hazırladıkları valizlere iyice yerleştirip Hatice’nin de çarşafını giydirerek başına bandajını da bağladıktan sonra Fatma:

-Gelin hem ağlar hem de gülerek gider denmiş. Sen pek öyle olmuşa benzemiyorsun, dedi.

-Ben ne ağlarım, ne de gülerim. Sadece Rabbimden bu evliliğin bana dünya ve ahirette hayırlar getirmesini temenni ediyorum...-Peki nasıl bir duygu, heyecanlı mısın?

-Korkuyorum, hem de tahmin edemeyeceğin kadar çok.

-Neden, ölüme mi gidiyorsun?

-Bazen evlenen arkadaşlarımızın korkuyoruz demeleri tuhafıma giderdi. Bize, “Ancak evlendiğinizde anlarsınız” dediklerinde; “Anlayacak ne var ki?” derdim kendi kendime. Şimdi onları çok daha iyi anlıyorum. Gerçekten bu duyguyu gelinlik olarak giyilen çarşaf giyildiğinde anlaşılır. Bunun için sen gelin olduğunda anlarsın.

-Hadi kızlar! Gitme zamanı, misafirler gelini götürmek için acele ediyorlar, diye seslendi Zehra.

Zehra’nın seslenişi ile Hatice’yi salona çıkardılar. Salona çıkan Hatice’yi gören misafirler, salavat ve tekbir getirmeye başladılar. Gelin, damadın akrabaları tarafından evden çıkarılana kadar bu salavat ve tekbirler devam etti. Fatma ve Zehra, Sümeyye gibi Hatice’nin yakın arkadaşları ve küçük kız kardeşi de onunla gelin arabasına binmişlerdi. Hatice ise ağlıyordu.
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 13:09
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...bl:29

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Fatma bugün yine erken uyanmış ve okula gidecek olan kardeşlerine ve iş yerine gidecek olan babası için kahvaltı hazırlamaya başlamıştı. Sabah namazından sonra genelde uyumamaya özen gösteriyordu. Bir cüz Kur'an-ı Kerim okuyuncaya kadar kardeşlerinin okul saati yaklaşıyordu. Bunun için de genelde namazdan sonra uyumuyordu. Kahvaltıyı hazırladıktan sonra tek tek kardeşlerini uyandırıp hazırlanmalarına yardımcı oldu. Çocuklar okul giysilerini giydikten sonra babasını da uyandırmak için kapılarını tıklattı. Kapı sesiyle uyanan Ayşe hanım saate bakıp “Maşallah! Bizim kız saat gibi. Bugün yine yatmamış” diyerek Şükrü beyi uyandırdı. Hazırlanıp salona çıktı Ayşe hanım. Mutfakta hazırlık yapan Fatma’nın yanına giderek:

-Namazdan sonra yatmadın mı kızım? Diye sordu.

-Hayır anne. Kur'an-ı Kerim okudum. Biliyorsun fazla hızlı okuyamıyorum. Ayrıca Mealini okuduğum için epey zaman geçiyor. Zaten zamanın nasıl geçtiğini pek fark etmiyorum.

-Senin bu güzel davranışlarını gördükçe bir gün evlenip gitmen beni şimdiden üzüyor. Bir gün gidersen ben sensiz ne yaparım?

-Sen değil miydin, “Senden kurtulacağım günü dört gözle bekliyorum” diyen?!

-O zaman başkaydı. Sen o zaman kontrol edilemez biriydin. Hatırlamıyor musun, sana bir iş yaptırıncaya kadar canım çıkıyordu. Ama şimdi namaza başlayıp camiye gittiğinden beri, elim ayağım olmuşsun. Adeta kardeşlerinin ikinci annesi olmuşsun. Suyun ateşe dönüşeceğine inanırdım da senin böyle değişeceğine inanmazdım!

-İslam anne İslam! Bir kalbe girdi mi o kalpte inkılaplar olur. Çorak topraklar bile yemyeşil olur. Karanlıklar aydınlığa çıkar. Hem ayrıca ne demişler: ”Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim”. Benden şikayetçi olduğun dönemdeki arkadaşlarım farklıydı, bugünkü arkadaşlarım farklı. Kime her fırsatta “Anne-babanıza saygılı olun, onlara hürmet edin. Allah’a isyan etmedikçe onlara “öf” bile demeyin. İsyanı emretseler bile onları kıracak davranışlarda bulunmayın. Onlara hep iyilikte bulunun. Evdeki işlerinizi en iyi şekilde yapmaya çalışın.” Şeklinde telkinatlar yapılsa, benim şu anki halimi alır. İnan anne, beraber olduğum arkadaşlar bunu da az görüyorlar. Daha da iyi olmamızı her fırsatta dile getiriyorlar.

-İnanıyorum kızım, inanıyorum. Eğer gözlerimle görmeseydim belki inanmazdım. Ama sendeki bu değişiklikleri ve güzellikleri gördükçe, arkadaşlığın ne kadar da önemli olduğunu daha iyi anladım. Allah’a binlerce kez şükürler olsun ki bu eve geldik ve bu temiz aile ile tanıştık. Hepimizin hayatı değişti. Dünyaya dalmış her şeyi unutmuştuk. Müslüman olduğumuzu söylüyor, ama bu sözden öteye geçmiyordu. Ne doğru dürüst namaz kılıyorduk, ne de helal ve haram sınırlarına riayet ediyorduk. Bu evi yaptığımızda sırf gösteriş için aldığım eşyaların borçlarını ödemeyip haftalarca hatta aylarca babanın düştüğü bunalım… Aman Allah’ım ne korkunçtu! Geceleri korkudan yatamıyordum. Her an babanın canına kıyabileceği endişesi beni de çıldırtacak gibiydi. Biz rahat edelim derken büsbütün huzursuzluk ve kaos dolu bir hayatın içine girmiştik. Hacı Abdullah’ın babana hem maddi hem de manevi yardımları olmasaydı belki de şimdi çok feci olaylar yaşamış olabilirdik. Düşündükçe tüylerim diken diken oluyor. Allah onlardan razı olsun. Hacı Abdullah babanla, Zeynep hanım benimle, Hatice de seninle ilgilenip bizim kendimize gelmemize yardımcı oldular. Artık hayatımızda hem İslam var, hem huzur, hem saadet, hem de güzellikler ve iyilikler var.

Bu arada Şükrü bey hazırlanmış mutfağa gelmişti. Anne-kızın fısıldaştığını görünce:

-Ne o?.. Yine ana-kız kafa kafaya vermiş neler konuşuyorsunuz öyle? Dedi.

-Ne olacak, hayatımızdaki değişiklikleri konuşuyorduk. Dedikten sonra Fatma’ya; “Hadi kızım sofrayı hazırlayalım da kardeşlerin okula geç kalmasınlar” dedi.

Sofra hazırlanmış, kahvaltı yapılırken Ayşe hanım, Şükrü beye;

-Biliyorsun bizim komşu hacı Abdullah’ın kızı kaç gün önce evlenmişti. Bu gün Fatma ile beraber onu ziyarete gitmek istiyorduk, ne dersin, gidelim mi? Diye sordu.

-İyi olur, üzerimizde emekleri çoktur. Hacı Abdullah’ın sevinci benim sevincim, üzüntüsü benim üzüntümdür. Sakın eli boş gitmeyin.

-Biz de hediye almak için para isteyecektik, dedi Ayşe hanım.

Tabi tabii, ne kadar lazımsa vereyim. Hacı Abdullah’a canım feda. Yalnız güzel bir şey alın. Altın cinsi bir şey alırsanız daha iyi olur. Bu tür şeyler her an paraya çevrilebilir. Zaten muvahhid müslümanların durumları belli değildir. Her an iş yapamaz hale gelebilirler. Bilhassa böyle fedakar gençler daha çok tehlike içindeler. İleriyi de düşünmek lazımdır.

-Evet baba, gerçekten çok güzel düşündün. Her gün Müslümanlar tutuklanıyor, ya da mahkum oluyor, kimisi de şehid oluyor. Mücadelenin neler getireceği belli değil. En kötü ihtimaller göz önüne alınıp hazırlık yapılmalı. En iyisi sizin dediğiniz gibi bir hediye almak, diyerek babasını onayladı Fatma.

Kahvaltı yapılmış, küçükler okula, Şükrü bey de iş yerine gitmek için evden çıkmışlardı. Ayşe hanım ve Fatma sabah temizliğine başlamışlardı. Son günlerde biraz rahatsızdı Ayşe hanım. Bunun için Fatma;-Anne! Sen otur, dinlen. Biliyorsun fazla çalışmak senin için iyi değil. Ben işleri hemencecik hallederim. Diyerek annesini oturttu.

Tüm işlerini yapmış, biraz dinlendikten sonra Annesine;

-Ben camiye gideceğim, ders vakti. Geç kalmasam iyi olur. Biliyorsun her sabah ders yerimizi öğrenciler gelmeden önce temizliyoruz. Arkadaşları yalnız bırakmasam iyi olur. Camiden döndükten sonra Hatice’yi ziyarete gideriz. Dedi.

-Olur kızım, ben de bu arada Zeynep hanıma uğrarım. Hatice’nin yokluğunu az da olsa unutturmamız iyi olur.

-Çok güzel ve ince bir düşünce… ben çıkıyorum.

Camiye doğru giderken karşısında tanıdık bir yüz gördü. Evet bu okul arkadaşı Zozan’dı. Tesettürlü olduğu için Zozan onu tanımamıştı. Tam geçerken Fatma seslendi:-Zozan!

Arkasına dönen Zozan, şaşkın bir yüz ifadesiyle;

-Evet, nereden tanışıyoruz? Diye sordu.

-Nerden mi tanışıyoruz? Hadi örtülü olduğum için yüzümü tam görmüyorsun. Sesimi de mi tanımadın?

-Hayır tanıyamadım. (Bunu söylerken şaşkınlığı hala üstündeydi)

-Benim, Fatma. Şimdi tanıdın mı? Diyerek tanıttı kendisini.

-Fatma, sen ha!... tahmin etmeliydim.

-Etmeliydin ya… Zaman kırgınlıkların en iyi ilacıdır derler. Küs ayrıldığımızı unuttun demek.

-Unutmadım, hayır unutmadım. Lakin ben arkadaşlığımızın bittiğini sanıyordum. Sence de öyle değil miydi?

-İnsanların düşüncelerine saygılı olunursa arkadaşlıklar neden bitsin ki, samimiyet kalmasa bile insani olarak bir merhaba deyip hal hatır sormak güzel olsa gerek, sence de öyle değil mi?

-Haklısın, sana karşı saygısızlık yaptım. Düşüncen benimkine ne kadar aykırıysa da alay edip dalga geçmek hoş değildi. Ama örtündüğünü görünce şoke olmuştum. En yakınımdaki arkadaşımı başkası benden almıştı. Hem de ben her fırsatta ideolojimi size benimsetmeye çalışırken. İşte bunu hazmedemedim. Bunun için de sana saldırı durumuna geçtim.

-İnsanlar hür düşünürler. Akıllı insanlar en doğruyu seçmesini bilirler. Evet sen her fırsatta sosyalizmi anlatıp bize benimsetmeye çalışıyordun. Fakat söylediklerin ile gerçek hayatın hep çelişiyordu. Eşitlik diyordun; ama fakir komşuna hiç yardımın dokunmuyordu. Özel mülkiyet yok diyordun; kolunda bilezikler, boynunda kolye vardı. Bunları bir gün bir arkadaşına; “Al senin olsun” dediğini görmedim. Bunlar gibi çok çelişkiler vardı. İnsan ya düşündüğü gibi yaşamalı ya da düşüncesini yaşantısına göre değiştirmeli. Kısacası İslam bana daha cazip ve çekici geldi. Ben de onu tercih ettim. Gördüğün gibi inandığım şekilde yaşamaya çalışıyorum. Bu arada konuşmaya daldık, hal hatır sormayı unuttuk. Nasılsın ne yapıyorsun, evlendin mi, daha bekar mısın?

-İyiyim, teşekkür ederim, gördüğün gibi sağlığım yerindedir. Çalışıyorum. Bir siyasi partide sekreterlik yapıyorum. Evliliğe gelince, daha erken görüyorum. Madem sen sordun ben de aynı soruları sorayım.

-Ben de iyiyim, sağ ol. Çalışmıyorum, camide ders veriyorum. Kitap okuyorum, evde kardeşlerimin eğitimiyle ilgileniyorum.

-Yaa… camiye gidiyorsun! Kur’an okumasını biliyor muydun?

-Hayır, ama öğrendim. Şu anda da ders veriyorum.

-İyi güzel, seni taktir ediyorum. İnancı uğrunda çalışıp hizmet etmek güzeldir.

-Bizim evi biliyorsun. İstediğin zaman gelebilirsin. Telefonu da biliyorsun. Telefon da açabilirsin. Bir ihtiyacın olduğunda çekinmeden gelebilirsin. İmkanlarım dahilinde sana yardımcı olmaya çalışırım.

-Sağ ol Fatma, biliyorum vefalı kızsın. Kin gütmemen de beni şaşırttı doğrusu. Sana uğramaya çalışırım. Gelemezsem, telefon açarım.

-Biz insanları Allah için sever ve onlara Allah için kin güderiz. Benim senden küsmem, inancıma saldırmandandı. Ama şimdi biliyorum ki aynı yanlışı yapmazsın. Bunun için de küs kalmamızın bir anlamı yok. Ben camiye geç kalıyorum. Yoksa seni eve davet ederdim. Kusura bakma.

-Doğrusu mahcup oldum. Ben olsaydım, sana yaptıklarımı biri bana yapsaydı, kesinlikle barışmazdım. Kendine iyi bak, görüşürüz.

-Görüşürüz inşallah.

İki eski dostun okuldan sonraki ilk karşılaşmalarıydı. Zozan’ın hakaretler yağdırdığı o günden bu güne hiç görüşmemişlerdi. Ne Fatma onu aramış ne de o Fatma’yı… Ayrılıp camiye doğru giderken tekrar arkasına dönüp Zozan’a baktı. Daracık bir kot pantolon giymiş, üstünde de kolsuz bir V yaka tişört, ayağında bez bir ayakkabı, saçı boyalı ve kısaydı. Biraz seyrettikten sonra geri dönüp hızla camiye doğru ilerledi.
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 13:15
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...30

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Ders bitmiş, Fatma Hazreti Musa (as)’ın hayatını anlatmaya başlamıştı:

Mısır’da yaşayan İsrailoğulları, Mısır kralı tarafından köle yapılmışlardı. Çünkü İsrailoğulları tek Allah’a inanıyorlardı. Mısırlılar ise putlara tapıyorlardı. Bunun için Mısır kralı Firavun, onlara saldırılarda bulunup köle yapmıştı. Bir gün Firavun bir rüya görür. Rüyasında çok korkar. Hemen sihirbazları ve kahinleri (falcı) çağırır ve rüyasının tabir edilmesini ister. Sihirbazlar ve kahinler Firavun’a; “Senin memleketinden biri çıkacak ve seni öldürüp memleketini ele geçirecek. Bu kimse de İsrailoğullarındandır” derler. Bunun üzerine Firavun emir verir, der ki; “Tüm İsrailoğullarının yeni doğacak erkek çocuklarını öldürün” Bu emir üzerine İsrailoğullarının yeni doğmuş tüm erkek çocukları öldürülmeye başlanır. Hazreti Musa (as)’ın annesi oğlunu tahtadan bir beşiğin içine koyup onu Nil nehrine bırakır. Tahtadan beşik, suyun üstünde kayık gibi gider. Ne kadar gittiği bilinmez ama Firavun ve karısı Nil kıyısında bir yerde oldukları sırada bu beşik onların bulunduğu yere gelir. Askerler hemen beşiği alarak kralları olan Firavunun yanına gelip; “Nehirde bu çocuğu gördük, öldürelim mi?” diye sorarlar. Firavun; “Öldürün” deyince karısı; “Hayır öldürmeyin. Kimlerden olduğunu bilmiyoruz. Onu evlatlık alıp biz büyütelim” der. Firavun;

-Hayır, büyük ihtimalle bu İsrailoğullarındandır. Onu öldürün. Der.

Fatma konuyu anlatırken camiye birileri girmişti. Bu gürültüyle bir müddet sessizlik oluştu. Birden ders verdikleri odaya üç kişi dalıp;

-Biz polisiz, hemen burayı boşaltın! Hadi çocuklar bir an önce burayı boşaltın, derler.

Polisler konuşurken daha önceki komiser daldı içeri. Önce dikkatlice herkesi bir güzel süzdü. Tanıdığı bir iki simayla beraber yeni simalar vardı. İyice süzdükten sonra tanıdığı simalara yönelerek yüksek ve kaba bir ses tonuyla;

-Daha önce size bir daha camiye gelmeyin demedim mi? Ne laf anlamaz insanlarsınız. İlla ki sertleşmek mi ya da sizleri yakalamamız mı gerekiyor. Hemen çıkın dışarı, bir daha da camiye gelip ders verdiğinizi görmeyeyim, dedi.
Komiserin bu sert çıkışına Fatma;

-Biz burada Kur'an-ı Kerim dersi veriyoruz. Başka da yaptığımız bir şey yok. Dedi. Bu cevabı üzerine komiser;

-Buraya gel bakayım, kimliğini de getir, dedi.

-Kimliğim yok yanımda, diyerek yerinden ayrılmadı Fatma. Bunun üzerine komiser;

-Kimliğin neden yoktur? Türk vatandaşı değil misin? Dedi.

-Kimliğim var, ama yanımda değil.

-O halde adın ne, nerde oturuyorsun, babanın adı ne, ne iş yapıyor?

-Adım Fatma, baba adım Şükrü, birkaç sokak ötede oturuyorum, babam esnaflık yapıyor.

Komiser öğrencilerin çıkmadığını görünce bağırdı:

-Size çıkın dedim! boşaltın burayı, çabuk olun!

Fatma komiserin bağırıp çağırması üzerine;

-Çocukları korkutuyorsunuz. Ayrıca niçin boşaltmamızı istiyorsunuz? Size ne zararımız dokunuyor? Kur'an-ı Kerim dersi vermek yasak mı? Dedi.

-Ooo, hanım efendinin dili uzunmuş! Evet Kur'an-ı Kerim dersi vermek yasak. Daha önce de kaç kez buraya gelip sizi uyarmıştım. Hemen boşaltın burayı, yoksa olacaklardan ben sorumlu olmam.

Ders bitmişti zaten. Fatma huzursuzluk çıkmasın ve çocuklar incinip zarar görmesinler diye öğrencilere yavaş yavaş dağılıp eve gitmelerini söyledi. Hocalarının iznini alan cami öğrencileri camiyi boşaltmaya başladılar. Herkes gittikten sonra geriye Fatma, Zehra ve Sultan kalmıştı. Diğer hocalar da ayrılmışlardı.

Fatma komisere;

-Biz çarşaflarımızı giymek istiyoruz, bunun için çıkmanız gerekiyor, dedi.

-Giyinin, sizi tutan mı var? Hem ayrıca burayı aramamız gerekir. Bunun için çıkamayız.

-Bu söylediğiniz sizce ne kadar doğru bir şey? Madem önlem alıyorsunuz, o halde beraberinizde bayan polis getirin. Rica ediyorum, çıkın çarşaflarımızı giymek istiyoruz.

Komiser, Fatma’nın akıllıca tavrına karşı diğer polislere döndü.

Çıkalım giyinsinler, diyerek dışarı çıktılar. Onların çıkmasıyla çarşaflarını hemen giyerek kapıyı açtılar. Fatma acele etmelerini söylemişti. Çünkü gecikirlerse bu onlara bahane olur, hem içeriyi dağıtırlar, hem de kendilerini karakola götürebilirlerdi. Bu da huzursuzluklara neden olurdu.

Fatma’nın kapıyı açmasıyla komiser:

-İyi, çabuk hazırlandınız, çıkın bakalım, diyerek diğer polislere içeri girip aramalarını emretti.

Polisler ayakkabılarla içeri gireceklerken Zehra:

-Biz bu odada hem Kur'an-ı Kerim okuyor, hem de namaz kılıyoruz. Ayakkabılarınızı çıkarmanız daha iyi olmaz mı? Diye uyarıda bulununca polisler mahcup bir şekilde ayakkabılarını çıkarıp içeriyi aramaya başladılar. Bu sefer dağıtmamaya özen gösteriyorlardı. Ne de olsa onlar da inançlı idiler. Ne var ki birkaç kuruşluk dünya menfaati için böylesi bir işe girmiş ve kendilerini kaybetmişlerdi. Halbuki o güzel Kur’an sesinin camilerde susturulması hiçbir iman ve vicdan sahibinin kabul edeceği bir şey değildi. Ne yazık ki, biz emir kuluyuz bahanesiyle kendilerinin bile inanmadığı düzmece nedenlerle camileri basıyor ve öğrencileri dağıtıp hocaları tutukluyorlardı. Okullardan başörtüsü bahanesiyle genç kızlarımızı alıkoyup engelliyorlar, onlara destek çıkan yaşlı analarımızı da yaşına bakmaksızın gözaltına alıp hakaretler yağdırıyorlardı…

Arama bittikten sonra bahçeye çıkan baskıncılar, komiserlerinin karşısına çıkıp “Her yer temiz komiserim!” diyerek kenarda beklemek üzere yana çekildiler. Komiser, Fatma, Zehra ve Sultan’a döndü;

-Bakın kaç defadır size söylüyorum. Camide ders vermek yasak, kanunen bunu yapamazsınız, bir daha sizi burada görmeyeyim. Gerçi siz laf anlamıyorsunuz, keçiden daha inatçısınız. Ama artık size karşı çok daha sert olmaya başlayacağım. Bir daha sizi burada görürsem, size terörist muamelesi yapar, karakola götürür, aklınızın ucundan geçmeyen şeyler yaparım. Tamam mı, anladınız mı?

Kızlar hiçbir tepki vermeden komiserin tehditlerini dinliyorlardı.

Komiser iyice bağırıp-çağırdıktan sonra,

-Haydi gidin şimdi, diyerek onları camiden çıkardı.

Kızlar camiden çıkıp bir müddet sessiz yürüdüler. Fatma arkasına dönüp baskıncıların gidip gitmediğini kontrol etti. Minibüsleri ayrılmıştı. “Demek gittiler” dedi kendi kendine. Onlar yürürken birkaç cami öğrencisi yanlarına geldi.

-Hocam, yarın camide ders var mı? Sorusu üzerine Fatma,

-Tabi, tabi… arkadaşlarınıza haber verin, herkes gelsin. Hem ayrıca bugün yapamadığımız yarışmamızı yarın yapacağız. Bunun için herkes gelsin, dedi.

Fatma’nın cevabıyla öğrenciler arkadaşlarına haber vermek üzere koşarak oradan ayrıldılar. Fatma arkadaşlarına dönerek;

-Bugün Hatice’yi ziyaret edecektik. Onu bu mutlu günlerinde üzmemek için sakın bu menfur olaydan söz etmeyelim. Onun güzel haberler alması daha güzel olur. Mesela bugün yeni gelip ders almaya başlayan üç öğrenciden söz edelim, diyerek arkadaşlarıyla anlaştı. Misafirleri geleceğinden hazırlık yapmak için zaman kaybetmeden eve yöneldi.“Allahu Teala Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor” diye söze başladı Fatma.

“Bazınız bazınızı gıybet etmesin. Hanginiz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır, bundan tiksindiniz değil mi?”

Hazreti Peygamber (sav) bir hadislerinde; “Gıybetten sakınınız. Zira gıybet, zinadan daha şiddetledir. Çünkü zina eden kimse, tövbekar olur, Allah da kendisini af eder. Fakat gıybet edilen af etmeyinceye kadar, gıybet eden af edilmez” diye buyuruyor.

Yine Enes (ra)’ın rivayetinde Resul-i Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur:

“Miraca çıktığım gece, tırnakları ile yüzlerini tırmalayan bir takım kimseler gördüm. Cebrail (as)’e; “bunlar kimdir?” diye sordum. O da; “bunlar, insanları gıybet edip gizli hallerini araştıranlardır” dedi.

Yine diğer bir hadislerinde: “Ey diliyle iman edip kalpleriyle inanmayanlar! Müslümanları gıybet etmeyin, onların gizli hallerini araştırmayın. Kim din kardeşinin gizli hallerini araştırırsa, Allahu Teala da onun gizli hallerini araştırır. Allahu Teala kimin gizli hallerini araştırırsa, onu evinin içinde de açığa çıkarır ve rezil eder” şeklinde ferman buyuruyor.

Enes (ra) diyor ki: Resul-i Ekrem bir gün oruç tutmamızı emretti, sonra da “Ben izin vermeden kimse orucunu açmasın” buyurdu. Herkes orucunu tuttu. Akşam olunca teker teker müracaat edenlere, iftar müsaadesi verildi. Bu arada bir adam gelerek;

-Ey Allah’ın Resulü, iki genç kız oruç tuttu ve yoruldular. Zatı Alinize gelmeye utanıyorlar. Müsaade buyurursanız iftar etsinler, dedi. Resul-i Ekrem (sav) müsaade etmedi. Adam iki defa daha geldi. Sonunda Resul-i Ekrem; “Onlar oruç tutmadılar. Bütün gün insanların etini yiyenler nasıl oruçlu olurlar? Git onlara söyle, oruç tuttularsa istifra (kusmak) etsinler bakalım” buyurdu. Adamcağız gitti gerekeni söyledi. Onlar da aynı şeyi yaptı ve kan parçaları kustular. Adam Resul-i Ekrem (sav)’a gelerek vaziyeti bildirdi. Bunun üzerine Peygamberimiz (sav) şöyle buyurdu:

“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer kusmayıp bu parçalar midelerinde kalsaydı, onları cehennem ateşi yerdi.”

Gıybet; duyduğu zaman, insanın hoşuna gitmeyecek olan bir kusurunu gıyabında söylemektir. Buna Türkçe’de “Çekiştirme” derler. Bu kusur insanın kıyafetinde, yaratılışında, ahlakında ve akrabasında, her nerede olursa olsun fark etmez. Sözünde olsun dünyalığında olsun, Ahireti hususunda, hatta elbisesinde, evinde ve binitinde olsun hepsi birdir.

Bedeni gıybet: Gözü şaşıdır, bir gözü kördür, başı keldir, yüzü sivilcelidir, boyu kısa veya uzundur, siyahtır, sarıdır gibi duyduğu zaman kişinin canını sıkacağı eksiklikleri saymak.

Nesebi gıybet: Babası ameledir, kötü insandır, cimridir, dikicidir ve hoşuna gitmeyecek herhangi bir şey ile onu anmak gibi.

Ahlaki gıybet: Kötü huyludur, cimridir, kibirlidir, riyakardır, hiddetlidir, korkaktır, acizdir, tahammülsüzdür, yüreksizdir, öfkeye kapılır şeklindeki konuşmalar gibi.

Dini gıybet: Hırsızdır, yalancıdır, içkicidir, kumarbazdır, zalimdir, haindir, namaza ve zekata tembeldir, namazı güzel kılmaz, pislikten kaçınmaz, anne babasına itaat etmez, zekatı vermez, doğru taksim etmez, orucunu korumaz gibi sözler.

Dünyevi gıybet: Edepsizdir, insanlara ihanet eder, milletin hakkına riayet etmez, her yerde kendisini haklı görür, çok konuşur, çok yer, çok uyur, vakitsiz uyur, oturacağı yeri bilmez gibi sözlerdir.

Giyinişi gıybet: Geniştir, dardır, uzundur, kısadır, kirlidir şeklinde sarf edilen sözlerdir.

Hz. Aişe anamız bir rivayetinde;

“Bir gün bir kadın evimize geldi. Gittiği zaman elimle kısa boylu olduğunu işaret ettim. Resul-i Ekrem “Kadının gıybetini yaptın” diye buyurdu”

Ayrıca taklit suretiyle eğlenmek de gıybettir. Ve belki de gıybetin en ağırıdır
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 13:19
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...31

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Konuşmalarını, yürümelerini, sallanmalarını ve diğer hallerini taklit gibi. Bütün bunlar yasaktır.

Gıybetin bir çeşidi de gıybet edenin hevesini arttırıp onu daha fazla konuşturmak maksadıyla -güya şaşkınlık izhar ederek- onu doğru meyil göstermesidir. Bu sayede gıybet edeni, daha fazla konuşturmuş olur. Mesela, biri; “Yahu, şaşılacak şey, ben onu böyle bilmezdim, şimdiye kadar o zatı hep iyi tanımıştım, ben ondan bu işi hiç beklemezdim. Allah bizi şerrinden korusun” gibi konuşmalar yapar ki bütün bunlar gıybet edeni ve yapılan gıybetleri tasdik ve teşviktir. Hatta değil bu hareketlerle, yalnız susarak dinlemek de teşvik ve gıybete ortaklıktır. Nitekim Resul-i Ekrem (as); “Dinleyen de gıybet edenlerden biridir” buyurmuştur.

Bu okuduklarımız gıybetle ilgili olanlardı. İstiyorsanız biraz da Koğuculuk, laf getirip götürmeyle ilgili okuyalım.

Fatma’nın misafirleri sessiz ve dikkatle dinliyorlardı onu. Fatma okumaya devam etti.

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de; “Dili ile çekiştirip yüzünden de alay edenin vay haline” buyurmuştur.

Allah Resulü (as) bir hadislerinde, “Size kötüleri haber vereyim mi? Söz gezdirmekle insanlar arasında dolaşıp dostların arasını bozan ve kusursuzlara ayıp arayanınızdır” buyurdu.

Ebu Zerr’in bir rivayetinde Allah Resulü (as), “Kim bir müslümanı haksız yere rezil etmek için, bir sözü ifşa ederse, Yüce Allah kıyamet günü bu yüzden onu cehenneme atmakla rezil eder” buyurmuştur.

Bilmiş ol ki, Koğuculuk umumiyetle birinin aleyhinde konuşulan sözü ona ulaştırmak demektir. Mesela; “Falan senin hakkında şöyle şöyle dedi” gibi. Bununla beraber koğuculuk yalnız buna mahsus değildir. Mutlak surette hoşa gitmeyen bir şeyi açıklamak da koğuculuktur. Bu izah, ister söyleyenin, ister söylenen kimsenin ve ister daha başka birinin hoşuna gitmeyen bir şey olsun, hepsi birdir. Aynı zamanda bu ifşa; söz, yazı ve işaretten hangisi ile olursa olsun fark etmez.

İnsana yakışan, insanların hallerinden hoşa gitmeyecek bir şeyi gördüğü zaman o konuda susmasıdır. Ancak bir müslümana faydası dokunacak veya bir kötülüğü önleyecekse, onu açıklayabilir. Mesela; birinin bir başkasının hakkını yediğini gördüğün zaman ona Şehadet edersin. Çünkü burada bir hak vardır. Bunun dışındakiler Koğuculuk ve sırrı ifşa etmektir.

Hakimin birini, dostlarından biri ziyarete gelir. Ziyareti esnasında diğer kardeşlerinden birinin kendi aleyhindeki sözlerini anlatır. Hakim ona der ki: “Bu ziyaretin çok kötü oldu. Çünkü ziyaretinde üç cinayet işledin. Birincisi; kardeşlerinle aramı açtın. İkincisi; kalbimin huzurunu kaçırdın. Üçüncüsü; sana olan itimadını kaybettin.”

Süleyman b. A.Melik, Zühri ile bir arada otururken adamın biri yanlarına geldi. Süleyman adama dönerek;

-Duyduğuma göre aleyhimde şöyle şöyle konuşmuşsun, dedi. Adam:

-Hayır, ben öyle bir şey konuşmadım, deyince Süleyman:

-Ama bana bunu haber veren doğru bir insandır, dedi. Bunun üzerine söze karışan Zühri:

-Hayır, sana haber veren Nemman’dır. Nemman ise asla doğru sözlü ve sadık olamaz, dedi.

Fatma, haftanın bir günü genellikle komşularını eve davet edip İslami sohbetler yapıyordu. Bugün yine onları davet etmiş, ikramları yaparken misafirlerin dedikoduya başlaması üzerine evde bulunan İmam Gazali’nin kitabını getirerek müsaade isteyip nazik bir dille biraz okumak istediğini söyleyerek bu konuları okumuştu. Misafirler konunun ehemmiyetini kavramış olacaklar ki içlerinden biri;

-Fatma kardeş, gerçekten bizler bu tür konulara hiç ehemmiyet vermiyoruz. Bırak ehemmiyet vermeyi sohbetlerimiz hep birilerini çekiştirip alay etmek ve onlara gülmekle geçiyor, dedi.

Bu içten itirafa Fatma sevinmişti.

-Allah Resulü bir hadislerinde; “Gıybetçi, gıybete başladığında şeytan onun ağzına bal çalar” Buyurmaktadır. Bu hadisten de anlaşılacağı gibi, bu tür konuşmalar ne yazık ki insanları çok celbediyor. Konuştukça daha çok konuşmak geliyor insanın içinden. Halbuki Allahu Teala Kur’an-ı Kerim’de “Ancak mü’minler kardeştir.” Diye buyuruyor. Bu ayeti kerime ile Allah mü’minleri kardeş ilan etmiştir. Kardeşliğin en baştaki şartı sevgidir. Halbuki bu tür şeyler aradaki sevgi bağlarını zayıflatır. Hatta çoğu kez nefrete, öfkeye ve kin tutmaya sebep olur. Nice dostlar gıybet ve söz getirip götürmeden dolayı ayrılıp düşman olmuşlardır. Kendimiz kusurlar içinde yüzmemize karşın başkalarının kusurlarıyla uğraşmak, onları başkalarına anlatmamız çok garip bir durumdur. Şunu unutmayalım ki birilerinin bizi çekiştirmesi nasıl hoşumuza gitmiyorsa, bizim de başkalarını çekiştirmemiz onların hoşuna gitmiyordur. Allah Resulü (as) bir hadislerinde; “Kendiniz için istediğinizi mü’min kardeşiniz için de istemedikçe hakkıyla iman etmiş olmazsınız” diye buyuruyor. O halde Peygamberimize kulak verelim ve kendimiz için istediğimizi mü’min kardeşimiz için isteyelim, kendimiz için istemediğimizi onlar için de istemeyelim. Ancak böyle yaparsak imanın tadına ulaşırız. Kırgınlıklar, düşmanlıklar, küsmeler olmaz. Bir düşünün, burada söylediğimiz bir sözümüzün hakkında konuştuğumuz kişinin kulağına gitmesi bizi ne kadar da utandırır. Eğer utanıyorsak yapmamalıyız. Çünkü eğer hakkında konuştuğumuz şahıs bizden konuştuğumuzu sorarsa yalan söyleriz ki, o zaman yine bir günah işlemiş oluruz. Bu sefer gıybetçi iken yalancı da olmuş oluruz. Ya da mahcubiyet içine girer ve bir daha da bu kardeşimizin yüzüne bakamaz oluruz.

-Çok doğru söylüyorsun Fatmacığım. Lakin kendimizi bir türlü alamıyoruz, bundan nasıl kurtulabiliriz. Bu çirkin davranış hayatımızdan nasıl çıkar?

-Öncelikle şunun her zaman aklımızda olması lazım ki Allah her yerde hazır ve nazırdır. Bizi işitiyor ve hiçbir şey O’na gizli değildir. Bununla beraber, gıybet yapmak istediğimizde kendimizi ilk önce gıybetini yapacağımız şahsın yerine koyalım. Bununla beraber onu karşımızdaymış gibi hayal edelim, ayrıca bunu niçin söylediğimizi ve kendi kusurlarımızı göz önüne getirelim. Eğer biz kusursuz isek ve hakkında konuştuğumuz, karşımızda olsaydı, söyleyeceklerimizden utanmayacaksak ve de Allah’tan da utanmıyorsak, o zaman konuşalım. Hangimiz utanmaz, arlanmaz olmak isteriz? Tabii ki hiç birimiz. O halde bu tür davranışlardan kaçınmalıyız. Halbuki insana yakışan bilhassa Müslümanlara yakışan birbirlerine hep güzellikleri, iyilikleri tavsiye etmeleridir. Şayet biz sohbetlerimizde Allah ve Resulünün emirlerine uyarsak inanıyorum ki bu kötü alışkanlıktan kurtuluruz.

Aynen gıybet gibi hatta daha da yıkıcı özelliğe sahip olan söz getirip götürmek ise şahsiyetli, kişilikli, sadık hiçbir insana yakışmaz. O tür insanlar nasıl şahsiyetli olsunlar ki? Biri ona güvenip yanında bir şey söylemiştir, o da kalkıp onu hemen diğerine ulaştırmıştır. Halbuki gıybet edeni dinleyerek o da gıybet etmiş bununla da kalmayıp o söylenenleri kalkıp gıybet edilene ileterek ikinci bir suç ve günah işlemiştir. Böylelerine bizim dilimizde fitneci, fesatçı derler. Bu tür insanlar kesinlikle güvenilir değildirler. Çünkü bize söz getiren bizimkini de başkasına götürür. Bunu hiç unutmayalım. Bu tür insanlar dost değildirler. Bilhassa samimi arkadaşların arasında söz getirip götürenlerin niyeti kötüdür. Dostlukları bitirmek istediklerinden böyle yaparlar. Bunun için çok dikkatli olmalıyız. Bu tür insanlarla karşılaştığımızda yapılacak en iyi şey onları dinlemeyip yaptıkları hareketin kötülüğünü anlatıp onları bundan men etmemizdir. Böylece fitne ve fesadın önüne geçmiş oluruz.

Fatma uzun uzun gıybet ve koğuculuğun zararlarını anlatıp onlardan uzak durmanın faydaları ve bu tür şeylerin yerine İslami konularda konuşmanın yararları, insanların arasını bozmaktan çok aralarını düzeltme yoluna gidilmesi gerektiği konularında sohbet ederek, Yüce Allah’ın, iyiliği emredip kötülükten nehy edin emrini yerine getirmeye yönelik çaba sarf etmişti. Misafirleri sohbetini çok sevdiklerinden davetine her zaman icabet ediyorlardı. Bu sohbetlerin etkisiyle komşuların bir çoğu namaza başlamış, kitap okuyup örtünmek istediklerini söylemişlerdi. Hatice evlenmeden önce sırayla çağırıyorlardı. Hatice’nin gitmesiyle Fatma her şeyi üzerine alarak en güzel şekilde tebliğ çalışmalarını devam ettiriyordu…
Bugün herkeste bir sevinç, bir heyecan yaşanıyordu. Hatice, haberi alır almaz soluğu babasının evinde almıştı. Sevinçten ağlıyordu Zeynep hanım. Annesinin gözyaşı döktüğünü gören Hatice, “Demek insanlar sadece üzülüp hüzünlendiklerinde ağlamazlar. Bazen de sevinçten ve neşeden de ağlarlar” diyerek annesine sarılıp ağlamaya başlamıştı.

Hüseyin’in yakalanışının üzerinden yaklaşık bir yıl geçmişti. Camide İslami örgüt adına Kur’an-ı Kerim dersi vermek suçundan yargılanmış, polisin düzmece ifadeler hazırlayıp zorla imzalatmasından ifadelerdeki çelişkileri iyi değerlendirmişti avukat.

Mahkeme bu çelişkileri göz önüne alarak Hüseyin’i tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakmıştı. Hüseyin bugün tahliye olmuştu. Aileyi bu denli sevindiren haber buydu işte.

Hüseyin cezaevinde kaldığı sürede eşi, çocukları, annesi, babası ve kardeşleri her hafta ziyaret etmişlerdi onu.

Siyasi tutuklulara bu dönemlerde açık görüş olmadığından haftada bir kapalı görüş yaptırılıyordu. Büşra, eşini her zaman olduğu gibi bu dönemde de desteklemiş, onu üzecek hiçbir davranışta bulunmadığı gibi görüşmelerinde de onu üzecek olayları anlatmaktan imtina etmişti. Nihayet bugün hasret bitecek, vuslat gerçekleşecekti.

Hatice ve Zeynep hanımın yanına Büşra da gelmişti. Hatice ile yengesi sarılıp bir müddet ayakta gözyaşı döktüler. Büşra, “Allah’a hamd olsun, çıkmasından çok zulme gösterdiği direniş beni sevindiriyor. Bir İslam şehidi bu konuda;

“Küfür karanlığının karanlık gecelerinden olan zindan, müminin davasının hakimiyetine engel olunmasına dayanamayıp karşı çıkınca karşılaştıklarındandır. Mücadele için bir adım, bir safhadır. Davetçinin karşılaştığı bir imtihandır. Orada çekilen ızdırap, dökülen gözyaşı bu davanın oluşumunda dökülen kan gibidir. Dava uğruna dökülmesi arzulanan kanın en önemli temizlenme yeridir. Mümin, müminlerle beraber mücadeleye katıldığından başkaldırmıştır. Çünkü kendisini baş eğmeyecek bir konumda tutacak olan bir cemaat sürecine girmiştir. Cemaatsiz yaşaması, Kur’an-ı Kerimin cemaatsiz bırakılması demek olduğundan böyle şerefli bir yola girmiştir. Kendi toplumunun, halkının Kur’andan koparılmış olması ve kafirlerin kanunları ile idare edilmesi zulmünü kabul etmediğinden, dolayısıyla verdiği bir mücadele neticesinde zindana düşmüştür. Zindana düşen ya vazifesini icra etmiştir, ya da o yolda idi. Davasını şerefle temsil etmiştir. Davasının mevcudiyetiyle, tebliğ ve davet yaparak müminlerin uyanmasına sebep olmuştur” diyor.
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 13:22
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...32

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Hatice:

-Canım yengem, hep davayı düşünmen, kişisel istek ve sevinçlerden çok, davayı sevmen ve onun için isteklerde bulunman beni onurlandırıyor. Ağabeyim bu yönden çok şanslıdır, dedi.

-Dilerim bizim yaşadığımız bu sevinç ve güzelliği tüm Müslümanlar yaşarlar. Allah zindan kapılarını ardına kadar açar da Allah erleri özgürlüklerine kavuşurlar. Onlarla beraber aileleri de rahat bir nefes alırlar.

-Amin yenge, amin!..

Zeynep hanım mutfağa geçmiş, akşam yemeği için hazırlıklara başlamıştı. Hüseyin’in en sevdiği yemekleri yapacaktı. Ne de olsa aylardır ev yemeği yememişti. Gerçi Zeynep hanım da ondan farksız değildi. Oğlu yakalandığından beri yemek yiyemez olmuştu. Bu yemek yiyemeyişi, musibeti kabullenemediğinden değil, ana yüreğindendi. Ne de olsa analar gerçek sevgili ve yüreği yanık cananlardı. Oğlunun bırakılmasıyla bir canlılık gelmişti Zeynep hanıma. Öyle ki ilahi bile söylemeye başlamıştı.

Elhamdu lillahi Latif Hizba Xwedaye sermedi

Dawa dıkın şer’a şerif, ewji mel ber çavé xwe di

Dinéme İslama sefa, rehber Muhammed Mustafa

Qur’an imame pır wefa şer’a Muhammed bernedi.

Zeynep hanım, Hatice ve Büşra’nın geldiklerini fark etmemişti. Kızlar bir müddet sessizce onu dinlediler. Zeynep hanımın mutfak tezgahından yüzünü çevirmesiyle kızların kendisini dinlediklerini fart etti. Gülümseyerek:

-Wek dıza hun çı dıkın? (Hırsızlar gibi ne yapıyorsunuz?) diyerek kızlarına takıldı.

-Mego emé kéfate bıdızın. (senin sevincini çalalım dedik.) Sesin de güzelmiş, şimdiye kadar fark etmemiştim, dedi Hatice.

-Haydi çocuklar yemeği yetiştirelim. Hüseyin’in bırakılmasına şükür olsun diye bugün mevlit veriyoruz. Baban, Selçuk’u çevredeki fakir komşularımızı çağırması için görevlendirdi. Gelmeyenlere de biz yemek göndereceğiz. Bunun için yapacak çok işimiz var. Haydi bakalım “Bismillah” deyip başlayın.Zeynep hanımın emir vermesiyle kızlar kolları sıvayıp yemeği akşama yetiştirmek için işe koyuldular. Hem çalışıyor hem de sohbet ediyorlardı.

Hatice;

-Kur’an-ı Kerim’de geçen ayetleri yaşamadıkça insan hakkıyla anlayamıyor. Yüzeysel yorumlardan öteye geçmiyor. Allah-u Teala’nın; “Önceki ümmetlerin başlarına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” ayeti gibi imanın imtihan edileceğini belirten ayetler yaşandığı zaman daha iyi anlaşılıyorlar. Bu gün mücadele içinde olan muvahhidler bunu yaşayarak anlıyorlar. Yaşananlar farklılık gösterse bile mahiyet olarak aynıdır. Sadece şartlar ve zamanın değişik olmasından şekil değiştirmiştir. Verilen mücadelede yüzlerce şehidin verilmesi, binlerce çocuğun yetim kalması, binlerce genç, yaşlı ve çocuğun işkencelerden geçirilip tutuklanması, bizlerin cennet yolunda olduğumuza ve hakkıyla peygamberi takip edenlerden olduğumuza delildir. Bu da bizi ziyadesiyle sevindiriyor. Yaşananlar bizlere tarifi imkansız acılar bile verse bu ayetlerin muhatabı olanlardan olmamız bizleri teselli ediyor, dedi.

-Evet… hem teselli ediyor, hem de onurlandırıyor. Neler yaşanmadı ki sırf İslami bir hayat yaşayıp muvahhidlerle beraber olduğundan babası tarafından şehid edilen Aliler, kocası tarafından şehid edilen Nezife gibi kardeşler, yollara döşenen mayınların patlamasıyla kadın, çocuk ve yaşlıların parçalanması, uygulanan boykotlardan günlerce aç kalmaları, camilerde dövülüp taşlanmalar, daha neler yaşanmadı ki! Bu tür şeyler halen yaşanmaya devam ediyor. “Ölümüm Allah yolunda olduktan sonra idam sehpalarından pervam yoktur” diyor Şeyh Said. İnşallah bizim de pervamız olmayacaktır.

Konuşmaya daldıklarından zilin sesini duymamışlardı. Zilin çalmasıyla Zeynep hanım kapıyı açmaya gitti.-Kim o?

-Benim hanım, aç kapıyı.

Kapının arkasındaki ses Hacı Abdullah’ınki idi. Sesi tanıdığından hemen açtı kapıyı Zeynep hanım. Kapıyı açınca donakaldı. Zeynep hanım birkaç saniye bakakalmıştı. Karşısındaki Hüseyin idi. Hacı Abdullah cevap verdikten sonra kenara çekilmiş, oğlu Hüseyin’i kapının önüne getirerek eşine sürpriz yapmıştı. Geleceğini bildikleri ve onu bekledikleri halde, karşısında görünce tarifsiz bir duyguyla bakakalmıştı oğluna. Annesinin bakakaldığını gören Hüseyin;

-İçeri almaya niyetin yoksa geldiğim yere geri döneyim. Ne dersin? Deyince oğlunun elinden tutarak içeri çekti Zeynep hanım.

Defalarca öptü, öptü, öptü oğlunu. Hem öpüp sarılıyor, hem de sevinç gözyaşları döküyordu.

Küçük Selman’ın; “Baba, baba!…” çığlığıyla kendine geldi Hatice ve Büşra. Hatice koşarak salona geçip ağabeyinin boynuna sarıldı. Büşra hepsinden belki de daha çok sevinmesine rağmen utandığından kızararak hayat arkadaşına gözü dolu bir şekilde;

-Hoş geldin, Allah kefaret edip günahlara bedel kılsın, diyebilmişti.

Zeynep hanım;

-Odaya geçelim, salonda kaldık. Kızım Hatice, ağabeyine banyoyu hazırla. Yok, yok kızım Büşra sen hazırla. Sen daha iyi becerirsin, diyerek odaya geçtiler. Oturduktan sonra Zeynep hanım eşine;

-Hacı bey, sen yalnız mı karşılayıp getirdin? Başka kimse yok muydu? Diye sordu.

-Hayır, ben yalnız olur muyum, amcası, dayısı, komşumuz Şükrü bey… kısacası iki araba dolusu gitmiştik.

-Peki onlar nereye gittiler, neden buraya gelmediler? Bu gün yemeğe davetli olduklarını söylemeyi unutmadın inşallah.

-Yemeğe mi, ne yemeği, böyle bir şey söylemiş miydin, haberim yok. Her kime söylemişsen bana söylememiş.

Zeynep hanım telaşlanmıştı.

-Ne yani haberin yok muydu? Evden çıktığında sana söylemiştim. Hatta Selçuk’u komşuları çağırması için görevlendirmiştim. Unuttun mu yoksa?

-Hayır unutmadım.

-Unutmadıysan neden söylemedin.

-Söylemediğimi kim söyledi?

-Sen şimdi söylemedin mi?

-Ben haber vermediğimi söylemedim ki… sadece ne yemeği olduğunu söyleyip, kime söylemişsen bana söylemediğini söyledim.

-E.. ben zaten sana söylemiştim.

-Madem öyle kendime bir sorayım. Oğlum Selçuk bir ayna getir, diyerek hayat arkadaşına latife yaptı. Anne ve babalarının bu güzel diyalogunu gülerek izliyorlardı çocuklar. Herkes neşe ve sevinç içindeydi.

-Hacı bey bana takılmayı bırak da ne zaman geleceklerini söyle.

-Akşam namazından sonra inşallah misafirlerimiz gelmeye başlarlar. Hazırlığınızı ona göre yapın.

Herkes bir taraftan Hüseyin’e soru soruyor, Hüseyin de sorulan sorulara cevap veriyordu.

-Ağabey, zamanınız nasıl geçiyordu, dedi Hatice.

-Zamanımız nasıl mı geçiyordu? Eğer yaşadıklarımız Allah içinse aldığımız nefes bile ibadet hükmüne geçer. Bunun için zindanda geçen saatlerimiz, günlerimiz, aylarımızı hesaba katmadan, Rabbimizin bizim için münasip gördüğü zindan imtihanımızı en iyi ve güzel şekilde değerlendirmeye çalışıyorduk. Cezaevi insanın dünya ile bağlarını bil fiil koparıyor. Bunun için dünyevi meşguliyetler orda hemen hemen sıfıra iniyor. Bunun üzerine insan bütünüyle ahirete yöneliyor. Yani zindan bir ibadethane, bir tefekkürhane, bir medrese, bir Yusuf-î mekândır. İşte şu anda zindanda olanlar bunu yapmaya çalışıyorlar.

-Peki abi üzülüyor muydunuz? Zindana düşmek sizi üzüyor muydu veya umutsuzlanıyor muydunuz?

-Esaret kabul edilebilecek bir şey değildir. Yalnız bizim kabul etmediğimiz, Allah (cc)’ın bizim için takdir ettiği şey değil, zulmen esaret altında bulunup bilfiil İslami hizmetten uzak kalışımızdı. Üzülmeye gelince, bir İslam davetçisi bu konuda şöyle söylüyor:

“Mü’min, zindanda neye üzülür? Zindanı ibadethaneye, tefekkürhaneye çevirmediğine üzülür. Herkese uyum, tahammül, sabır, mukavemet, ibadet konularında örnek olmadığına üzülür. Cemaatine ve arkadaşlarıyla cemaatsel ilişkilere yeterince uymadığına üzülür. Daralınca dava kardeşlerini üzdüğüne üzülür. Dolayısıyla mü’minler için içerde olsun, dışarıda olsun tek sıkıntıları kulluk vazifesini bihakkın yerine getirememekten, davasını gereği gibi temsil edememekten ve Allah’ın huzuruna, geçmiş İslam mücahitlerinin arasına girmeye yüzünün tutmaması endişesidir.

Mücadele açısından zindanın karanlığı, meyve yetiştiren, tohumları gizleyen toprağa benzer. Gizlilik, görünmezlik, ihlası çağrıştırır. İhlas ise kurtuluşu müjdeler.” İşte güzel bacım, zindandaki muvahhidlerin üzüntüsü, orayı hakkıyla değerlendirememektir. Ümitler ise Yusuf (as)’ın ümididir. Yusuf (as) zindana köle girdi, zindandan efendi olarak çıktı. Zindana bedel Allah ona Mısır’ın sultanlığını verdi. Ahiretteki mükâfatı ise hesap edilemez.

Hüseyin konuşurken Büşra gelerek kaynanasının kulağına bir şeyler fısıldayıp Hatice’yi de çağırarak mutfağa geçti. Zeynep hanım gelininin haber vermesiyle oğluna;

-Hüseynémın, rabe law seréxwe bışo. (Hüseynim, kalk oğlum yıkan) dedi.

-Anlatacaklarımın devamı yemekten sonra İnşallah, diyerek kalktı Hüseyin.
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 13:26
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...33

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Hatice, Zehra, Sultan, Emine sözleştikleri üzere Fatma’nın evinde bir araya gelmişlerdi. Fatma misafirlerini en iyi şekilde ağırlamaya çalışıyordu.

-Hepiniz hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.

Misafirler de mukabelede bulunarak memnuniyetlerini dile getirdikten sonra Fatma Hatice’ye döndü.

-Hüseyin abi ne yapıyor, durumu nasıl? Özgürlüğe alışabildi mi?

-Allah razı olsun, iyidir. Sen benden daha yakınsın, senin daha iyi bilmen lazım.

-Doğru… Nasıl da unutmuşum senin artık ayrı evde yaşadığını! Ama olsun yine de sen onun bacısısın, benim bilmediğim çok şeyi bilirsin.

-İnan ki Fatma, abim zindandan çok faydalanmış. Manevi olarak çok güzel yararlanmış. Şu anda gece namazlarını hemen hemen hiç kaçırmıyor. Çokça Kur’an-ı Kerim okuyor. Cezaevindeki manevi havayı kaybetmek istemediğini devamlı dile getiriyor. Ayrıca kültürel olarak da kısa süre kalmasına rağmen güzel bir birikim elde etmiş. Özgürlüğe gelince; Allah Resulü (as)’nün buyurduğu gibi, “Dünya müminin zindanıdır.” Ruhlar özgür olduktan sonra bedenlerin nerde olduğu fazla önemli olmasa gerek. Mümin için önemli olan inancından taviz vermeden İslami bir hayat yaşamasıdır. İslami bir hayat olmadıktan sonra dışarıda olunmuş ne fayda? Birkaç günlük dünya hayatı eğer, ebedi bir zindana sebep olacaksa o hayatı yaşamamak çok daha hayırlıdır. Dünya zindanı geçer, yıllar sonra bile olsa biter. Ama ahiret zindanından ne kaçış var ne kurtuluş.. Bunları karşılaştırdığında insan, dünya zindanlarını ahiret zindanlarına tercih etmelidir. İnşallah Rabbim, bizlerden kabul eder.

-İnşallah, diyerek Emine’ye yöneldi.

-Emine bacı, evlilik nasıl gidiyor?

-Hamd olsun, çok şükür. İslami kaideler üzerine kurulmuş bir aile ortamı kadar dünyada güzel başka hiçbir şey yoktur. O cehennemden beni çıkarıp cennet bahçesine koyan Rabbime şükürlerimi eda etmeye çalışıyorum.

-Baban onlarla ilişkin yok herhalde. Evlendiğini duymuşlar mı?
-Evlendiğimi duymuşlar. Babam, “Onu evlatlıktan reddediyorum” demiş. Birkaç kez telefonda annemle görüştüm. Onu ev davet ettim. Babamdan çekindiğinden dolayı gelmedi. Üzerindeki korkuyu atarsa geleceğini umuyorum.

Emine evden ayrıldıktan kaç ay sonra kendisi gibi muhacir bir gençle evlenmişti. Allah çektiği onca meşakkat ve zorluklara mukabil huzurlu ve mutlu bir evlilik ile onu sevindirmişti. Eşiyle çok güzel anlaşıyor, mutlu bir aile tablosu sergiliyorlardı. Evlendikten sonra camiye de gitmeye başlamıştı. Şimdilik Kur’an-ı Kerim okumayı öğreniyor. Ayrıca diğer arkadaşlarıyla ziyaretlere iştirak ederek üzerine düşen görevlerini de yapmak için elinden gelen gayreti gösteriyor.

Hal hatır faslından sonra adetleri gereği her seferinde içlerinden biri sohbet yaptığından bugün de sohbet sırası Fatma’ya gelmişti. Fatma hem ev sahipliği yapacak hem de sohbeti işleyecekti bugün.

Bunun için hazırladığı konuyu kitaptan okumak gayesiyle kitaplığından kitabı aldı.

-İstiyorsanız sohbetimize başlayalım. Bugün Üstad’dan okuyalım istiyorum. İnşallah faydalanmaya çalışırız. Bugün Risalelerden “Uhuvvet Risalesi”ne hazırlandım.

Bismillah… Salat ve selam getirip kısa bir sure okuduktan sonra Fatma konuyu izah etmeye başladı.

“Mü’minler kardeştirler. Siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki, rahmete erişesiniz.” (Hucurat: 10)

“Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir.” (Fussilet: 34)

“O takva sahipleri bollukta ve darlıkta bağışta bulunanlar, öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını af edenlerdir. Allah da iyilik yapanları sever.” (Al-i İmran: 134) Sırrıyla bütün mü’minler kardeşlik ve sevgiye davet edilir. Ayrıca mü’minleri kin, düşmanlık, ikilik, ihtilaf ve bölünmekten men edecek sebepler gösterilerek, bu ayetlerin mühim sırları tefsir edilir.

Birincisi: Kin ve düşmanlığın hakikatte son derece çirkin ve zulüm olduğunu izah eder.

İkincisi: Düşmanlık ve muhabbet duygularının birbirine aydınlık ve karanlık gibi zıt olduğunu, ikisinin bir arada bulunamayacağını izahla, kin ve adavetin (düşmanlık) hikmet bakımından da zulüm olduğunu izah eder.

Üçüncüsü: “Hiçbir günahkar, başkasının günahını yüklenmez.” (Fatır: 18) Ayetinin mealinde, bir mü’minde bulunan bir tek kusuru yüzünden diğer masum sıfatlarını da mahkum edercesine, ona kin ve düşmanlık beslemenin ne derece zulüm olduğunu tefsir eder.

Dördüncüsü: “Tarafgirlikle bakan, hiçbir kusuru görmez. Garazlıkla bakan, gizli kusurları da açığa çıkarır.” Sırrıyla kin ve adavetin şahsi hayat açısından dahi zulüm olduğunu beyan eder. Bununla beraber, dört esaslı kaide ile mü’minin mü’mine karşı nasıl davranması gerektiğini gayet güzel açıklar.

Beşincisi: İnat ve tarafgirlikle ortaya çıkan kin ve adavetin toplumca da gayet muzır olduğunu “Ümmetimin ihtilafı rahmettir” hadisi şerifinin de izahıyla açıklar.

Altıncısı: Adavet ve inadın manevi hayat ve doğru kulluk bakımından da zararlı olduğunu beyan eder. Üstad bunları başlıklar halinde aldıktan sonra şöyle devam diyor:

Ey mü’mine kin ve düşmanlık besleyen insafsız adam! Nasıl ki sen bir gemide veya bir evde bulunsan, seninle beraber dokuz masum ile bir cani var; bu cani için gemiyi batırman veya evi yıkman nasıl ki zulümse, aynen öyle de, sen, bir Rabbani ev olan bir mü’minin vücudunda iman ve İslamiyet ve komşuluk gibi dokuz değil, belki yirmi masum sıfat varken sana güzel gelmeyen, hoşuna gitmeyen bir kötü sıfat yüzünden ona kin ve düşmanlık bağlamakla o manevi evin vücudu manen batırmak ve yok etmek, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi gaddarca bir zulümdür.

Kısaca Üstad şunu söylüyor: Mü’min kardeşinin kötü bir huyundan dolayı diğer tüm güzel huylarını hiçe sayıp ona kin ve düşmanlık beslemek ona yapılmış bir zulümdür. Halbuki güzel huylarını görmek ve bunlardan dolayı kötü huyu görmezden gelme ya da kin ve düşmanlık beslemekten çok ona yardımcı olup o kötü hasletini tedavi etmesine yardımcı olmak lazımdır. Üstad devamla diyor ki:

Düşmanlık etmek istersen, kalbindeki adavete düşmanlık et, onun kaldırılmasına çalış. Hem en fazla sana zarar veren nefs-i emarene ve heva-i nefsine adavet et, ıslahına çalış. O kötü nefsin hatırı için, mü’minlere adavet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kafirler, zındıklar çoktur, onlara düşmanlık et. Evet nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete layıktır, öyle de adavet hasleti her şeyden evvel kendisi adavete layıktır. Eğer hasmına galip gelmek istersen fenalığa karşı iyilikle mukabele et. Çünkü eğer fenalıkla karşılık verirsen husumet ziyade olur. Zahiren mağlup bile olsa, kalben kin bağlar, düşmanlığı devam eder. Eğer iyilikle mukabele etsen pişmanlık duyup sana dost olur. Acaba, bir günlük bile düşmanlığa değmeyen bir şeye bir sene kin ve adavetle mukabele etmeyi hangi insaf kabul eder? Bozulmamış hangi vicdana sığar?

Üstad; affedici olmayı, sevmeyi, kardeşliği perçinlemeyi, illaki düşmanlık yapılacaksa insanı ateşe götüren nefs-i emmareye düşmanlık beslenmesinin, nefsin heva ve heveslerine kin beslenmesinin gerektiğini belirtiyor. Çünkü mü’min kardeşimizin yapacağı kötü veya yanlış bir davranış zahirde bize zarar verse bile batında kendisine zarar veriyor. Çünkü herkesin hesap vereceği bir Zat-ı Vahid var. Oysa ki nefs-i emmarenin zarar verdiği kişinin kendisidir. Bunun için de asıl kin ve düşmanlık yapılması gereken nefs-i emmaredir. Ayrıca Üstad bize şu tavsiyede de bulunuyorDiyor ki: “Eğer mü’min kardeşinden sana karşı kötü bir şey sadır olsa bil ki onun bu hareketinin müsebbibi şeytan ve şeytanın dostlarıdırlar. Bu düşmanlığı o mümin kardeşine değil şeytana ve onun arkadaşlarına göster.”

Bizler Allah tarafından kardeş ilan edildiğimizden şunu unutmamalıyız ki, kardeşimizin kusurunu kendi kusurumuz kabul edip o kusuru düzeltmeye çalışmalı ve kardeşimize yardımcı olmalıyız. İstiyorsanız Allah Resulü (as)’nün şu güzel hadisiyle sohbetimizi bitirelim:

“Kim bir kardeşinin herhangi bir ayıbını, kusurunu veya kabahatini görmezlikten gelir ya da örterse Allah da onun kusur ve kabahatlerini örtecektir.”

Sohbetlerini bitirip Fatiha okuduktan sonra Hatice:

-Biliyorsunuz, sürekli yapmamız gerekli olan akraba, komşu, cami öğrencilerinin ailelerinin ziyaretleri, ilgilendiğimiz arkadaşlarımızın ziyaretleri, hasta ziyaretleri, tutuklu ve şehit ailelerini ziyaretlerimize hiç ara vermeden devam edeceğiz, dedi.

Cami arkadaşları bu konularla ilgili olarak programlarını da yaptıktan sonra Hatice’nin dışındakiler evlerine gitmek üzere ayrıldılar. Hatice gitmemişti, çünkü onun Fatma ile konuşacakları vardı.

-Fatma, arkadaşların da gitmesiyle seninle konuşacak bir mesele vardı. Ne dersin, konuşalım mı?

-Tabi, ne demek. Seninle her şeyi konuşurum. Buyur seni dinliyorum.

Hatice ne konuşacağını, daha doğrusu nerden başlayacağını düşünmek için bir süre sessiz kaldı.

-Hayrola, önemli bir şey mi ki böyle düşüncelere daldın?

-Gerçekten önemli. Çünkü insan hayatının en önemli olaylarından birisidir sana söyleyeceğim şey.

-E… Hadi, meraktan delirteceksin beni… Bir de dediğin gibi önemli bir şey değilse var ya, elimden çekeceğin var.

Fatma’nın bu sevgi dolu sözüyle gülüştü iki can dost.

-Aslında çoktandır sana bu teklifi yapmak istiyordum. Lakin ağabeyimin tutuklu olmasından dolayı onun çıkmasını beklemeyi uygun gördüm.

Fatma, Hatice’nin söylediklerinden pek bir şey anlamamıştı.

-Bana söyleyeceğin şeyle ağabeyinin ne ilgisi var diye sordu.

-Evet var, çünkü o yakalanmadan önce konuyu bana açmıştı, onunla bu yüzden ilgisi var. Yakalanmasıyla da şimdiye kadar kaldı. Uzun sözün kısası Fatmacığım, ağabeyimin camide ders verdiği ve her şeyiyle muvahhidlerin hizmetinde bulunup İslam’a hizmet eden bir arkadaşı var.

-Dur, dur, tahmin ettiğim şeyi söylemeyeceksin herhalde…

-Ne tahmin ediyorsun bilmiyorum ama söyleyeceğim şey hem sünnet gereği olması gereken bir şey, hem de insani ve İslami açıdan yapılması lazım olan bir şeydir. Bu açıdan kaçılması değil yapılması lazım gelen bir şeydir.

-Evet, tahmin ettiğimi söyleyeceksin.

-Eğer tahminin evlilikse evet. Sana söylemeye çalıştığım onun ta kendisidir.

Hiç beklemediği bir zamanda almıştı bu teklifi, bunun için bir an ne diyeceğini bilemez bir halde dona kalmıştı. Bir süre sessiz kalmıştı iki dost, iki arkadaş.

Sessizliği ilk bozan Hatice oldu.

-Evet, kısacası evlilik teklifine ne diyorsun? Abim benden cevap bekliyor. Acele etmen gerekmiyor. Eğer olumlu bakarsan sana onun hakkında detaylı bir bilgi getireceğim, bunları değerlendirdikten sonra eğer yine evet dersen uygun bir zaman ve ortamda sizleri görüştürürüz. Nihai kararını da görüşmeden sonra verirsin.

-O zaman biraz düşüneyim. Çünkü gerçekten şimdilik öyle bir şey düşünmüyordum. Evet evlilik eğer Allah kısmet ederse başımızdan geçecek. Beni düşünmeye sevk eden evliliğin kendisi değil. Şu an hazır olup olmamamdır. İnşallah kısa bir sürede sana bir cevap veririm.

-Tamam, senin mürüvvetini görmek beni çok sevindirecek. Buradayken senin evlendiğini görmek istiyorum.

-Ne demek yani buradayken, gitmek gibi bir durumun mu var?

-Yok, öylesine söyledim. Hem kaderde ne olacağını ancak Allah bilir. Bunun için fırsatları iyi değerlendirmek gerekiyor. Şimdi eğer müsaade edersen ben kalkayım.

-Bu sözünün altında bir şey vardı; ama bakalım, hayırlısı.

Hatice kalkıp gitmişti. Fatma’yı ise derin düşünceler almıştı. Kendisine getirilen teklifi düşünüyor, bir de Hatice’nin son söylediği dikkat çekiciydi. Hem teklifi, hem de Hatice’nin en son söylediğini anlamak için düşünceler içinde odasına geçti.
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 13:30
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...34

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Aradan bir ay geçmişti. Hamdullah pek belli ettirmese de heyecanlı olduğu her halinden belliydi.

Hatice’nin teklifini kabul etmişti Fatma. Hatice damat adayı hakkında gerekli bilgileri Fatma’ya vermiş, Fatma da bu bilgiler ışığında Hamdullah ile görüşebileceğini söylemişti.Haber Hamdullah’a ulaşılır. Hamdullah’ın da görüşmeyi kabul etmesi üzerine devreye Zeynep hanım girer ve Ayşe hanıma konuyu açar. Ayşe hanımın da oluruyla Hamdullah’ın annesine haber gönderilmişti.

Hamdullah’ın annesi gelin adayını görmek için Zeynep hanımın da yardımıyla Ayşe hanımlara bir gün misafirliğe gitmiş. Gelin adayını görüp beğenmesiyle gençlerin birbirlerini görmelerine zemin hazırlanmıştı. Ayşe hanım, Şükrü beyin de dolurunu aldıktan sonra Hamdullah’ın ailesine Zeynep hanımın aracılığıyla haber vermesi üzerine gençleri görüştürmek için gün ayarlaması yapılmış ve o gün gelip çatmıştı.

İşte bugün, o gündü. Gençler birbirleriyle görüştürüleceklerdi. Anne-oğul beraber çıktılar evden. Gidecekleri ev uzak olduğundan önce bir minibüse bindiler. Dalgındı Hamdullah, hiç konuşmadı. Minibüsün, inecekleri yere gelmesiyle ana-oğul arabadan indiler. Yavaş yavaş ilerlerken annesi dayanamadı.

-Oğlum neden konuşmuyorsun, dilini mi yuttun yoksa?

-……

-Allah Allah sen böyle değildin. Heyecanlanman çok doğal oğlum, ama gelin adayını gördüğünde onunla konuş ve şartlarını söyle. Şimdiden konuşun ki yarın öbür gün sorun çıkmasın. Çünkü yayıldığında, sorunları çözmek zor olur. Tamam mı oğlum?.. Beni dinliyor musun?

-……

Evet dinliyordu, ama ne konuşacağını tasarladığı için annesine cevap vermedi.

Zili çaldı Hamdullah. Kapıyı Hüseyin açtı. Arkadaşına yardımcı olmak için iş yerindeneve gelmişti.

Hüseyin ve Hamdullah ayrı bir odaya geçtiler. Zeynep hanım da misafiri Asya hanımı ayrı bir odaya aldı.

Zeynep hanım:

-Hoş geldiniz, iyisiniz inşallah, dedi.

-Hoş bulduk, Allah razı olsun.

-Geldiğinizi haber vermek için birazdan çocuğu gönderirim. Bu arada biz de biraz konuşuruz.

-Nasıl isterseniz. Hayırlısı olur inşallah.

-Sizi endişeli görüyorum. Yanılıyor muyum?

-Evet endişeliyim. Helal süt emmiş birini bulmak bu zamanda epey zor olmuş. Bilhassa yakından tanımadığım bir insan için endişeler daha çok oluyor.

-Doğrudur, ama evlilik kısmet işidir. Hani derler ya, bir kızı yüz kişi ister, ama bir kişiye kısmet olur. Kimin kime kısmet olacağını ancak Allah bilir. Bu kıza gelince, onu çok yakından tanıyoruz. Ahlakı, edebi, çalışkanlığı, saygısı ile tüm binada çok sevilen biridir. Talibi çok çıkmasına rağmen İslami bir şahsiyet taşımadıklarından kabul etmemişti. Biz bile kendisine teklif götürdüğümüzde birkaç gün düşündü. Çünkü, evliliğin ağır bir yük olduğunu, bunu kaldırıp kaldıramayacağını tam olarak bilmediğini söylemişti. Bu da onun işin bilincinde olduğunu gösterir. Kaldı ki benim yanımda Hamdullah’ın Hüseyin’den hiç farkı yok. Ona zarar verecek hiçbir girişimde bulunmam. Şayet ona yakışmasaydı kesinlikle ona tavsiyede bulunmazdım. Buna emin olabilirsin.

-Sağ ol kardeş. Hamdullah benim en büyük oğlum. Onun mutlu olmasını çok istiyorum. Bunun için de yaşı fazla olmamasına rağmen onu evlendirip mürüvvetini görmek istedim.-İnşallah kardeş, inşallah.

Hamdullah’ın annesinin endişesi her halinden belliydi. Ne de olsa anneler bu konuda çok titiz ve tutucudurlar.

Zeynep hanım, hem haber göndermek ve hem de misafirlerine bir şeyler ikram etmek için ayağa kalktı.

-Müsaade ederseniz ben Ayşe hanımlara bir haber göndereyim.

-Çok iyi olur. Fazla kalmazsak iyi olur.

Zeynep hanım misafirinden müsaade isteyip dışarı çıktı. Gençlerin bulunduğu odanın kapısını tıklayarak Hüseyin’in çıkmasını bekledi.

-Buyur anne.

-Oğlum ben yukarıya haber gönderiyorum. Ayrıca misafirlerimize ikram için bir şeyler hazırlayacağım haberiniz olsun.

-Tamam anne.

-Arkadaşınla konuş. Yukarıda fazla utanmasın. Yanlarında ben olacağım, bunun için serbest konuşsun. Tüm şartlarını söylemeye çalışsın. Yüz yüze konuşurlarsa daha iyi anlaşırlar.

-Senin yanlarında olman çok iyi olacak. Ben de öyle düşünüyordum.

Hüseyin içeri gitti. Zeynep hanım da kızını çağırarak onu Ayşe hanımlara haber vermek üzere yukarı kata yolladı.

Zeynep hanım ikramları hazırladıktan sonra gençlere verilecek ikramları bir tepsiye yerleştirip tekrar kapıyı tıklattı.

-Al oğlum, yukarıya da haber yolladım. Biz meyvelerimizi yerken haber gelir, hazır olduğumuzda yukarı çıkarız.

-Tamam.

Zeynep hanım hazırladıklarıyla misafirlerinin yanıma geçti.

-Haber gönderdim. İstiyorsan biz meyvelerimizi yiyelim. Sonra yukarı çıkarız.

-Neden zahmet ettiniz, ne gereği vardı?

-Ne demek, misafirim olacaksın da ben sana bir şey ikram etmeyeceğim. Olacak şey mi? Hem yeriz, hem de konuşuruz.

Zeynep hanım ve misafiri meyvelerini yerlerken Ayşe hanımlara haber götüren küçük geldi.

-Anne, haber verdim. Biz müsaidiz , gelebilirler dediler.

-Tamam kızım, abin onlara da haber ver, hazırlansınlar birazdan gideriz.

….

Ayşe hanım misafirlerini içeri buyur ederek bayanları ayrı, gençleri ayrı bir odaya aldı.

-Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz, diyerek misafirlerinin hal hatırlarını sorarak konuşmaya başladılar.

Bayanlar konuşurken Fatma içeri girdi.

-Hoş geldiniz Zeynep teyze. (Hamdullah’ın annesine dönerek) Teyze siz de hoş geldiniz, diyerek dışarı çıktı.

Ömründe bu kadar utandığını hatırlamıyordu Fatma. Yüzü kızarmış, utancından ateş parçasına dönmüştü. İçerde fazla beklememiş, tekrar Hatice’nin yanına dönmüştü.

Hatice, arkadaşını bu önemli gününde yalnız bırakmamıştı. Cami dönüşünde evine gitmeyip buraya gelmiş ve geldiğinden beri de tecrübelerini biricik arkadaşına aktarıyordu. Ne de olsa yaşamışlar daha iyi bilirlerdi. Fatma’nın içeri girmesiyle Hatice:

-Kız yüzüne ne oldu böyle, kırmızıya mı boyadın? Dedi.

-Alay etme! Ne kadar zormuş, çok utandım. Bu kadar utanacağımı hiç tahmin etmiyordum.

-Dur bu ne ki, kaynana adayına hoş geldin demekle bu hale düştüysen kim bilir damat adayı ile görüştüğünde ne hallere düşersin. Belki de bayılırsın.

-Sağ ol, çok iyi moral veriyorsun. Bana buraya moral vermeye mi yoksa moralimi bozmaya mı geldin? Kimden yanasın, benden mi , onlardan mı?

-Ben haktan yanayım.

-Şimdi misafirlere ikramda mı bulunmam lazım, yardımcı olsana bana… Annesinden bu kadar utandıysam, onun karşısına nasıl çıkacağım!? Oysa ki okulda erkeklerle arkadaşlık yapmama, dolaşmama rağmen zerre kadar utanma yoktu, ama şimdi görüyor musun?

-Evet işte buna imanın meyvesi derler. Allah Resulü (as), “Haya imandandır” demiş. İman kalpte ne kadar yer ederse o kalbin sahibi o derece hayalı, edepli ve utangaç olur. Bilhassa kadın kısmında bu kendisini çok belli eder. Üzülme, bilakis sevin, haya kadının şanındandır. Utanmak eksiklik değildir. Utanmamak eksikliktir.

Bu arada Zeynep hanım içeri girdi.

-Fatma, kızım hazır mısın? Misafirimizin annesi biraz acele ediyor. Bir an önce sizi buluşturalım.

-Peki teyze ben hazırım.

-Heyecanlısın herhalde. Fazla heyecanlanma. Kafanı fazla eğip adayın seni görmesini zorlaştırma. Söylemek istediklerini söyle, bu konuda çekingen davranma. İnşallah hayırlısı olur.

Hatice’ye dönerek;

-Hadi kızım sen diğer tarafa geç. Hem misafirimize de hoş geldin dersin. Bu arada biz de Hüseyin ağabeyi buraya alacağız ki görüşmeyi gerçekleştirelim, dedi.

-Yanlarında sen mi bulunacaksın anne?

-Evet kızım.

Hatice, Fatma’ya dönerek;

-Böylece serbest konuşabilirsin, dedi.

Zeynep hanım;

-Evet, zaten ben de gençlerin bazı şeyleri serbestçe konuşmalarına imkan sağlamak için bu yolu seçtim, dedikten sonra; “Haydi kızlar dışarı, Hatice sen odaya geç, Fatma sen de mutfağa geçip misafirlere içecek bir şeyler hazırla. Bu arada ben de Hüseyin’i odadan alıp görüşme için genci yalnız bırakayım” dedi.

Kızlar çıktıktan sonra Zeynep hanım Hüseyin ve Hamdullah’ın bulunduğu odanın kapısını tıkladı;

-Hüseyin, gelir misin?

-Buyur anne.

-Oğlum seni diğer odaya alalım. Hamdullah oğlum yalnız kalsın ki görüşmeyi gerçekleştirelim.

-Tamam anne, haber verip geleyim.

İçeri girip Hamdullah’a haber verip onun hazır olmasını tembihledikten sonra odadan ayrıldı Hüseyin.

Hamdullah yalnız kalmıştı. Heyecanlıydı biraz. Hem heyecanını bastırmak ve hem de can sıkıntısını gidermek için ilahi mırıldanmaya başladı. İlahiyi mırıldanırken birden Hasan’ı hatırladı. Görücüye çıkacağı zaman gelin adayının evine beraber gitmişlerdi. Ne kadar da takılmıştı o zaman:

-Dur hele dur,

-Ne var, ne oldu?

-Hele bir yüzüne bakayım. Zaten rengin kırmızıya çalıyor. Böylece büsbütün kırmızı olmuşsun.

-Gerçekten çok mu belli ediyor heyecanlı olduğum?

-Ellerin, ayakların titriyor, fark etmiyor musun?

-Tamam heyecanlıyım, ama o kadar da değil, sahi çok mu belli ediyor_

-Üfff… bilmeyen binlerce kişiye konferans vereceğini, bunun için bu kadar heyecanlandığını sanacak.

-Ben gitmiyorum arkadaş, geri dönüyoruz. Bu iş burada biter.

-Deli misin, bizi bekliyorlar. Hem şaka yaptım. İnan ki heyecanlı filan değilsin.

-Yok kesinlikle geri dönüyoruz. Beni rahatlatmak için böyle söylüyorsun.

Hamdullah, Hasan ile arasındaki bu tatlı anısından Zeynep hanımın içeri girmesiyle sıyrıldı. Zeynep hanım çarşaflı olduğundan başta tanıyamadı.

Zeynep hanımın selamına karşılık verdikten sonra susup başını eğdi.

-Utanma oğlum, benim, Zeynep teyzen. İlk önce gelip biraz heyecanını yatıştırmak istedim.

-Hamdullah buna çok sevinmiş ve rahatlamıştı. Başını kaldırıp; “Acaba şimdi ne olacak” der gibi Zeynep hanıma baktı. Bu bakışında ne olduğunu Zeynep hanım sezmişti.

-İnşallah şimdi kızımız gelir. Sana ikramda bulunacak, sakın utanma. Görüşmenin amacı sizlerin birbirinizi görüp beğenip beğenmemenizdir. Çünkü İslam’da karşılıklı rıza temel alınmaktadır. Siz gençlerin rızası olmadan bu iş olmaz.

-Zeynep hanım konuşurken Fatma, üzerinde kahve fincanları bulunan bir tepsi ile içeri girdi. İlk önce Zeynep hanıma yöneldi. Zeynep hanım kahvesini alıp, sehpanın üstüne bıraktı. Daha sonra Hamdullah’a yöneldi. İlk başta utanmıştı Hamdullah. Fatma kendisine yönelince tüm cesaretini toplayıp Fatma’ya baktı. Kahvesini alırken yakından görme imkanı olmuştu.

Fatma, kahve ikramından sonra Hamdullah’ın tam karşısına geçerek oturdu.

Bir süre ikisi de hiç konuşmadan durdu. Bazen Hamdullah bakıyor, o gözünü kaçırdığında bu sefer Fatma bakıyordu.

Gençlerin konuşmadığını gören Zeynep hanım, ortamı ısındırıp rahatlatmalarını sağlamak istedi.

-Bakın gençler, birbirinizle konuşun, ne söylemek istiyorsanız söyleyin, çünkü burada karşılıklı konuşmanız, karar vermenize çok yardımcı olacaktır.

Zeynep hanımın bu tavsiyesiyle cesaretlenen gençlerden ilk önce Hamdullah söze girdi.

-Benim kişisel olarak pek bir şartım yoktur. Zaten İslam’daki evlilik kuralları belli, kişisel olarak bu kaidelere riayet edilmesini istiyorum. Her iki tarafın en iyi şekilde görevlerini yerine getirmesinden yanayım. Bunun dışında şu anda maddi imkanlarım ayrı bir ev tutmama mani. Bunun için ailemle oturmak zorundayım. Bunun zorlukları var. Anne ve baba hakkı fazla, anne-babama en iyi şekilde muamele edilmesini, onlara saygı gösterilmesini senden beklerim.

-İnşallah bu beklentiye en güzel şekilde karşılık veririm. Ama bunun bir şart olmasını istemiyorum. Çünkü birlikte yaşamamızdan sorun çıkabilir. Saygılı olmaya gelince İslam’ın bir emri olması hasebiyle tüm büyüklerimize saygılı olmak zorundayız.

-Bilindiği gibi bir mücadele içindeyiz. Mücadelenin neler getireceğini önceden kestirmek imkansızdır. Ben her şeyimle muvahhidlerin emrinde olduğum için onların söyleyeceğini yapmak zorundayım. Bu konuda sorun çıkarılmamasını istiyorum.

-İnşallah hizmet konusunda sorun çıkarmak değil, destek olmak gayretinde olacağız. Çünkü sizin gibi biz de aynı şekilde hizmet etmek gayretini taşıyoruz. Yeri gelmişken ben de bu konuda aynı şeyi beklerim. Hizmetlerime engel olunmamasını isterim.

-Bu yolda ölüm, muhaceret, zindan ve belki daha bilmediğimiz bir çok tehlikeler ve imtihanlar mevcut. Bunların bilinmesi ve ona göre karar alınması gerektiğini düşünüyorum.

-Evet, ben de aynı kanıdayım. Şunu bilmenizi istiyorum; sizin kalbinizdeki imanın istediklerini benim kalbimdeki iman da benden istiyor. Sizin görevleriniz farklı olabilir. Başa gelenler Allah için olduktan sonra bize sabretmek ve azimle yolumuzu sürdürmek düşer.

-Benim başlıca söylemek istediklerim bunlar. Sizin söyleyecekleriniz varsa dinliyorum.

-En başta şunu söyleyeyim. Benim ilk şartım, senin her hal-u kârda davadan ayrılmamandır.

-(Biraz gülümseyerek) inşallah bu konuda kararlı olursun.

-Ayrıca, eğer teklife evet deyip, ailenle beraber oturmayı kabul edersem, benim İslami çalışmalarıma engel olmak isterlerse bu konuda itaat etmemi beklememelisin. Ayrıca onları senin ikna etmen lazım.

-Bu konuda büyük sorumluluk bana düşüyor, evet…

-Mehir olarak gücünüz neye yetiyorsa… Sizi bu konuda zor durumda bırakmak istemem.

-Allah razı olsun, ev eşyası olarak…

-Ben dünyalık için değil, İslami bir yuva kurmak için evleniyorum. Bir evin ihtiyaçları ne ise ve gücünüz onlardan neye yetiyorsa, gücünüze göre alırsınız.

-Özel istediğiniz bir şey yok mu?

-Hayır, bu konuda muhayyersin. Ayrıca, ailemi ziyaret konusunda beni zor durumda bırakmamanızı istiyorum.

-İnşallah öyle bir şey olmaz. Lakin, sizin de bunu bilmeniz lazım ki bu konuda vasatı yakalamanız gerekiyor.

-Anlıyorum…

Kısa bir sessizlik olmuştu yine. Gençler belli ki konuşacakları başka nelerin olduğunu düşünüyorlardı.

Zeynep hanım gençleri pür dikkat dinlemiş, konuşmalarına hiç müdahalede bulunmamıştı. İçin için seviniyordu. Böylesi güzel şartları bu zamanda kaç insan yapabilirdi. Şimdiki gençler evlenecekleri zaman oturup konuştuklarında dünya malını istemekten ve lüks eşyalar talep etmekten başka hiçbir şey yapmıyorlardı. Bunları düşünürken Hamdullah;

-Sizin dünya malını istemediğiniz malumumuz. Peki ya aileniz, onlar bu konuda ne düşünüyorlar acaba? diye bir soru daha yöneltti.

-Onlar farklı düşünüyor olabilirler. Yalnız kesinlikle dünya malı, eğer olacaksa bu işe mani
olmaz. Ailem bu konuda ailenizi zor durumda bırakmaz. Onlar için öncelikli olan, sizin davada olup hizmet etmenizdir. Bu konuda müsterih olabilirsiniz.

İki genç tekrar sükut elbisesine büründüler. Gençlerin artık konuşacak bir şeylerinin olmadığına kanaat getiren Zeynep hanım;

-Herhalde konuşacaklarınızı konuştunuz. Eğer söyleyeceğiniz başka bir şeyiniz kalmamışsa, Fatma kızım biz kalkalım. İnşallah hayırlısı olur, diyerek ayağa kalktı Zeynep hanım. Onun kalkmasıyla Fatma da ayağa kalktı. Gençler son bir kez daha bakıştıktan sonra Zeynep hanım ve Fatma’nın çıkmasıyla görüşmeleri bitmişti.

Hamdullah yalnız kalmıştı. Görüşmeyi değerlendiriyor ve net bir karar almaya çalışıyordu. Gerçi birkaç gün düşünebilirdi ama kararını vermiş görünüyordu. Çünkü; “beğenmeyeceğim eş adayı ile şartlarımı görüşmem” şeklinde daha önce kendi kendine aldığı kararı vardı. Fatma ile şartları konuştuğundan olumlu karar aldığı belliydi. Olumlu kararını gözden geçiriyor ve görüşme sahnelerini gözünün önünde canlandırmaya çalışıyordu. O, bunları düşünürken, Zeynep hanım ve Ayşe hanım selam vererek içeri girdiler.

İçeri girdiklerini gören Hamdullah, annesi yaşındaki hanımlara saygı mahiyetinde ayağa kalkıp selamlarını aldı.

Zeynep hanım;

-Kalkma oğlum, Allah razı olsun, rahatsız olma, dedi.

Bu sefer Ayşe hanım söze girmişti;

-Nasılsın oğlum, iyisin inşallah?

-Allah razı olsun, çok şükür iyiyim.

-Kusuruma bakma, seni hem görmek hem de seninle konuşmak istedim. Muhakkak biliyorsun… Fatma benim en büyük çocuğum, ilk evlendireceğim evladım da oluyor aynı zamanda. Bunun için bir yanlışa düşmemek ve yarın öbür gün; “Bana yardımcı olmadınız, Anne ve baba olarak beni uyarabilirdiniz. Böylesi bir şeyin olmamasını sağlayabilirdiniz” şikayetiyle karşılaşmamak için.

-Anlıyorum, bu sizin en doğal hakkınız. İstediğinizi sorabilirsiniz, sorularınıza en iyi şekilde cevap vermeye çalışırım.

-Biliyorsun, ana ve babalar çocuklarının mutlu olmasını isterler. Zaten güzel giden evliliklere kimsenin diyecek bir şeyi yok. Lakin mutsuz ve huzursuz evlilikler hem eşleri hem de aileleri mutsuz ve huzursuz eder. İşte bunun için çok dikkatli olmamız gerekiyor. Bu aynı zamanda sizler için de geçerlidir. Bu sizin de iyiliğiniz içindir.

-Muhakkak ki benim hakkımda ön bilgiye sahipsinizdir. Çünkü beni en iyi tanıyanlardan biri Zeynep teyzenin oğlu Hüseyin’dir. Ayrıca kendileri de beni çok iyi tanırlar.

-Zaten eğer bugün ilk adımları atmışsak bu güzel insanların tavsiyesi ve onlara olan güvenimizin bir neticesidir. Onların senin hakkında söyledikleri bize yetiyor aslında. Ne var ki insan yine de kendi görüp konuşmadıkça tam rahatlayamıyor. Rahatlamak için seni görüp seninle konuşmak istedim.

-Kendi hakkımda size şunu söyleyeyim. Lise mezunuyum. Üniversite sınavlarına girdim, kazanamadım. Şu anda babamın marangoz dükkanında çalışıyorum. Bunun yanında camiye gidip Kur’an-ı Kerim dersi veriyorum.

-Ailenle beraber oturacaksınız. Anneniz öyle söylüyordu.

-Evet, şu anda maddi imkanlarım ayrı bir ev döşemeye yetmiyor.

-Ailen bu konuda sana gerekenleri yapmayacak mı? Annen de ilk evladını evlendiriyor. Bunun için ellerinden geleni yapacaklarını söylüyorlar.

-Ailemi zorlasam istediğimi yaparlar. Yalnız ben bunu yapmak istemiyorum. Aynı zamanda ailemle İslami açıdan ilgilenecek, onlara yardımcı olacak, helal ve haram, İslami emirleri, Hz. Peygamber Aleyhisselatu wesselamın sünnetini anlatıp onlara İslami bilinci verecek birinin evde bulunmasını istiyorum. Bunun için şu anda evde kalmayı daha münasip görüyorum.

-Çok güzel düşünüyorsun. Sizin gibi gencecik yaşta Allah için çalışıp mücadele eden gençleri görünce kendimizden ve yaptıklarımızdan utanıyoruz. Aynı zamanda da Allah’a binlerce kez şükrediyoruz.

-Rabbimize hamd olsun ki bizleri genç yaşımızda İslami bir hayat yaşamaya ve O’nun kitabını okuyup okutmaya muvaffak kıldı. Son nefesimize kadar da O’nun yolunu sürdürmeye ve dinini tebliğ etmeye ahitliyiz. İnşallah ahdimizi yerine getiririz.

-İnşallah, Allah sizin gibi gençleri toplumda çoğaltsın. Kimi yerlerde inancından dolayı baş örtüsü taktığından gencecik kızlar görülmedik zulüm ve baskıya uğruyor. Tüm bu baskılara rağmen kararlı ve azimli bir mücadele veriyor. Buralarda da camilerde Allah’ın kitabını öğretmek isteyen gençler ve genç kızlar baskı ve zulüm görüyorlar. Tüm bunlara rağmen azim ve kararlılıkla İslami yaşantı ve davranışlardan ödün vermiyorlar. Bunları gördükçe erimemek elde değil.

-Bizlere dua edip destek olmanız bizim azim ve kararlılığımızı artırıyor. Siz büyüklerimizden ve ailelerimizden bunu istiyoruz.

-Sizlere her konuda destek olup yardımcı olmak boynumuzun borcudur. İlahi bir yükümlülük olarak bunu yerine getirmeye çalışacağız. İnşallah eğer kısmetse bu evlilik işi olur. Bizim için önemli olan kızımızın evleneceği şahsın İslami bir hayatının olması ve Allah yolunda mücadele etmesidir. Bu vasıflar taşındıktan sonra bizim için başka şeyler sorun olmaz.

Ayşe hanımın son sözlerine karşın Zeynep hanım:

-Hamdullah oğlumuz inşallah bu vasıfları taşıyor ve sonuna kadar da taşımaya devam edecektir. İslami evliliklerde asıl olan evliliğin İslami bir temel üzerine kurulmasıdır. Muvahhidlerin tavsiye ve desteğiyle, eğer kısmet olursa bunu başaracak biridir, dedi.

Ayşe hanım:

-Allah’tan hayırlı olmasını dilerim, dedi.

Bu kısa söyleşiden sonra kadınlar Hamdullah’tan memnun bir şekilde odadan ayrıldılar. Odadan çıkıp salona geçtiklerinde Ayşe hanım Zeynep hanıma döndü.

-Çok temiz ruhlu bir genç. Çok iyi bir İslami terbiye almış. Kızımı mutlu edeceğine inanıyorum.

-Evet, dedi Zeynep hanım. Küçük yaşta İslam Cemaati’nin terbiyesi altına girmiş ve bu terbiye ile büyümüş olması onu küçük yaşta hem olgunlaştırmış, hem de ona kişilik kazandırmış.

-Doğru, bu bariz bir şekilde gözüküyor.
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 13:32
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...35

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Düğün günü gelip çatmış, Fatma’yı çok sade bir düğün ile gelin etmişlerdi. Tekbirler ve salavatlar eşliğinde gelinlik olarak giydirilen çarşaf ile baba evinden koca evine yolcu edilmişti.

Yöredeki düğünlerin aksine çalgı çalınmamış, tüm konu komşu, akrabalar davet edilip düğün yemeği yenmiş ve tekbirler ve salavatlarla düğün sona ermişti.

Fatma, koca evine getirilmiş, kadınların bulunduğu odalardan birine götürülmüştü. Düğün davetlilerinden hediye olarak takı alanlar tek tek gelip takılarını takıp tebrik ediyorlardı. İlahiler söylenip salavatlar ve tekbirler çekilerek bu güzel tören daha bir güzelleşiyordu.

Yemekler yenmiş, İslami bir çerçevede düğün yapılmış ve sona ermişti. Gelinin yanında; Hatice, Sultan, Emine ve küçük kardeşleri kalmışlardı.

-Yabancı bir eve gelmek nasıl bir duygu? Diye sordu Hatice.

-Çok garip ve zor. Sevinç, korku, heyecan, ayrılık acısı ve aynı zamanda da yeni bir hayata başlamanın ve güzelliklere ulaşabilmenin verdiği ümit; hepsi iç içe. Hiçbir zaman bu denli karmaşık duygulara kapılmış değildim.

Sultan:

-Kaynana evinde olman, sana zor anlar yaşatabilir. Onu da kaynanan ve kayınbabana saygıda kusur etmeyip onlara hizmet etmekle aşarsın. İnsan olan, iyilikler karşısında etkilenip mahcubiyet içine girer, dedi.

Emine Sultan’ı tasdik etti.

-Ben, bu konuda bir şey diyemeyeceğim. Çünkü, kaynana evinde olmak farklı. Yalnız Sultan ablanın dediği çok doğru. Sevilip sayıldıklarında fazla sorun çıkmıyor.

Hatice;

-Bildiğiniz gibi ben de kaynana evindeyim. Bizler bir davayı temsil ettiğimizden, bizden beklentileri çok farklı oluyor. Belki başkası yaptığında kusur olmayacak bazı şeyleri biz yaptığımızda bu eksiklik olarak görülüyor. Bunun için de gerçekten çok dikkatli ve titiz davranmalıyız,dedi arkadaşlarına.Sultan Hatice’yi onayladı.

-Evet, bilhassa İslami hayatımıza çok dikkat etmeliyiz. Helal ve haram sınırlarına çok sıkı bir şekilde riayet etmeliyiz. İbadetlerimizde hassas olmalı, bilhassa namazımızı vaktinde kılmaya dikkat edip özen göstermeliyiz.

Hatice tecrübelerini aktarmaya devam etti.

-Evde, kayın ve görümcelerin var. Eğer seni severlerse, seni dinler ve yenge olmanla beraber abla olarak da kabul ederler. Yok eğer sevmezlerse, huzur ortamı zedelenir. Bilhassa kaynanan ile aranın bozulmamasına özen göster. Sana her söylenene cevap vermek zorunda değilsin.

-Nasıl yani? Cevap vermemem saygısızlık sayılmaz mı?

-Bundan kastım, kaynanan seni eleştirdiğinde, azarladığında sana kızdığında ona cevap verme. Sessiz kal veya onu yatıştıracak latifelerle ortamı yumuşatmaya çalış. Yoksa masumca sorulara tabii ki cevap vereceksin.

-Canım arkadaşım, şunu hiç unutma! Kocan sabah çıkıp akşam gelir. Erkekler yorgun döndüklerinde, güler yüz ve güzel yüzle karşılaşmak isterler. Buna çok dikkat et. Özen göster. Üstünün başının temiz ve düzgün olmasına özen göster. Bu senin kocanın kalbinde yer etmene sebep olur, dedi Sultan.

Hatice;

-Kaynanan veya diğerleriyle yaşadığın sorunları mümkünse kocana anlatma. Onu iki arada bir derede bırakma. Çünkü bir tarafta annesi ve ailesi diğer tarafta da sen. Eğer onu arada bırakacak bir duruma düşürsen huzur bulamazsın, mutluluğa ulaşamazsın. İslam’ın emrettiği vazifeleri yerine getirmeye özen göster, dedi.

Fatma, şanslıydı. Çünkü, ona iyiyi, güzeli tavsiye edip tecrübelerini aktaran arkadaşları, dostları vardı.

Hatice, annesinin evlendiği zaman kendisine anlattıklarını ve tavsiyelerini can arkadaşına aktarmaya başlamıştı.

-Fatmacığım, sana annemin sık sık bana söylediği ve evlendiğim gün tekrar hatırlattığı tavsiyelerini söylemek istiyorum.

-Çok memnun olurum. O kadar çok memnun olurum ki, anlatamam. Sizin gibi dostlarım olduğu için çok şanslıyım. İnsan bir çok şeyi okumuş olmasına rağmen, başa gelmeden anlayamıyor. Bunun için sizi can kulağıyla dinliyorum.

-Annem anlatırdı. Tam hatırlamıyorum, ama bir yerlerden okumuş ya da dinlemişti.

-Dinliyorum, hem de merakla…

-Anlatacağım şey, bir annenin, kızının iyiliğini istediği için ona yaptığı nasihatler ve tavsiyelerdir. Şöyle:

“Kızım! Eğer bir kız anne-babasının servet ve zenginliğinden dolayı kocaya muhtaç olmaması söz konusu olsa idi; senin herkesten ziyade müstağni olman lazım gelirdi. Fakat öyle olmadığı gibi erkekler bizim için yaratıldığı gibi, biz de onlar için yaratılmışızdır.

Ey kızım! Sen ana-babanın evinden, büyüyüp yetiştiğin yuvadan çıkıp bilmediğin ve şimdiye kadar alışmadığın bir adamın evine gidiyorsun. Ona itaat et ki seni sevsin ve senden hoşnut olması için gereken her şeyi yapsın. Sana şimdi söyleyeceğim şeyleri ezberle ve yapmaya çalış ki kocanla geçinmeye muvaffak olasın.

Sultan söze karıştı.

-Hatice güzel anlat ki hepimiz faydalanalım. Evlilik öyle bir şey ki her zaman nasihat dinlemeye ve kendini yenilemeye ihtiyaç hissettiriyor. Aksi halde sonu pek iyi…

Hatice devam etti.

-İstediklerini yerine getirmeye itina etmeli hoşnut olmadıkları şeylerden de kaçınmalısın. Evini, üstünü, başını temiz tutmaya özen göstermelisin. Görüldüğünde veya kokusu alındığında hoşlanılmayacak olan şeylerden kaçınmalısın ki, kendinden iğrenilip gözünden düşmeyesin.

Fatma merakla sordu:

-Aynı şeyi onlar da yapıyorlar mı? İşten dönmelerinin dışında üst başlarına dikkat ediyorlar mı? Ne de olsa biz de insanız.

-Evet yapıyorlar, lakin bazıları pek o kadar önemsemiyor. Bunlar gibileri, eşlerinin yardım ve teşviki ile bu huylarından vazgeçebiliyorlar. Kimisi de kendisine çok özen gösteriyor. İşte Böylelerine karşı çok dikkatli olmak lazım. Çünkü, eşini de hep bakımlı ve düzgün olarak görmek ister. Bunu görmeyince de ondan yavaş yavaş soğuyup uzaklaşmaya başlarlar. Bunun için dikkatli olunması lazım.

Fatma yine araya girdi:

-Annenin nasihatleri bitti mi? Çok güzel şeylerdi.

-Bitmedi… Uyuyacağı, yemek yiyeceği vakitleri takip etmelisin. Yani bunları hangi vakitte yapmayı alışkanlık haline getirmişse, o vakitleri gözetip yatağını hazır etmelisin. Zira açlık insanı ateşlendirir. Uykusuzluk da öfkelendirir.

Sultan;

-Gerçi şuurlu erkekler o kadar önemsemezler. Yine de yemek ve uyku çok önemli bir mesele. Güzel yemekler her zaman için onları memnun eder, dedi.

-İstiyorsanız bitireyim, zaten az kaldı, dedi Hatice. Kocanın malını muhafaza ile israf ve teleften kaçınmalısın. İsyan ve muhalefet de güzel değildir. Kızım, sakın ola ki kocan kederli iken yanında ferah durmayasın, onun ferah vaktinde de keder göstermeyesin!

Bu esnada Fatma’nın kaynanası içeri girince kızlar ayağa kalkıp buyur ettiler. Kaynanası gelinin yanına gelerek, cebinden çıkardığı gerdanlığı boynuna takıp yüzünü öptükten sonra,

-Xweda we mesut bıke law. (Allah sizi mesut etsin yavrum) Burası artık senin evin. Ben de senin annen gibiyim. Ortak hayatlar hep güzel geçecek diye bir kural yok. Bazen güzel, bazen acı, bazen tatlı olur. Önemli olan güzelliklerin çoğunlukta olmasıdır. İnşallah hep beraber bunu başarmaya çalışırız, dedi.

Hatice başını salladı:

-Çok güzel söylediniz teyze. Siz ona kızınız gibi davranırsanız, o da size annesi gibi bakarsa inanıyorum ki, örnek gelin kaynana olursunuz.

-İnşallah kızım, inşallah… O zaten benim kızım gibi.

Kaynanası odadan çıktıktan sonra Sultan saatine baktı.

-Hatice! Geç oluyor, artık kalkalım. Eve ancak gideriz.

Emine de aynı fikirdeydi.

-Gerçekten de geç oldu. Biz, kalkalım artık. İnşallah kaç gün sonra tekrar geliriz.

Kızlar kalkma kararı alıp gelini tekrar tebrik ettikten sonra vedalaşıp ayrıldılar.

Onların gidişi ile Fatma yalnız kalmıştı. Geldiğinden beri ilk kez dikkatli bir şekilde odaya göz gezdiriyordu. Dikkatlice odaya bakmaya başladı. Kapının açıldığı yöndeki duvarda güzel bir gardrob, onun yanında elbise sandığı, sol tarafında bir dikiş makinesi vardı. Makinenin üstündeki duvarda ise güzel bir levha asılıydı. Levhaya dikkatlice bakıp ne olduğunu anlamaya çalıştı. Çok güzel yaldızlı bir hat ile besmele yazılı idi. Yerde odayı kaplayacak şekilde halı serilmişti. Sağ tarafında ve avluya bakan pencerenin altında dört kişinin oturabileceği iki tane kanepe vardı.

Yeni geldiği evin döşemesini görünce annesi ile evlerini ilk döşedikleri anı hatırladı. Gözleri dolmuştu. Ağlamamak için direndi, direndi, direndi; ama başaramadı. Gözyaşları yavaş yavaş akmaya başlamıştı. Kısık bir sesle şu cümleler ağzından dökülüverdi:

“Ya Rabbi! Sen yardım et. Bu evliliği bana, eşime, aileme ve eşimin ailesine hayırlı ve selametli kıl. Evliliğimi İslami hayatıma destek yap. İslami hayatımın daha güzele, daha kemale ulaşması için vesile kıl. Bana fazlından temiz bir nesil nasip et. Bizi şaki çocuklarla imtihan etme. Said ve temiz ruhlu çocuklar nasıp eyle. Yardımını esirgeme ya İlahi, ya Rahman, ya Rahim!..

Bu güzel münacatı yaparken gözyaşlarını da tutamıyordu. Çeçenistan’ı düşündü. Acaba orada genç kızlar kendisi gibi gelin olabiliyorlar mıydı? Peki ya Filistin’deki genç kızlar?!. Gözyaşları dinecek miydi bir gün? Şehadet saldırısı yapan genç kız, gelinlik olarak bombalarla bezenmiş, düğününe de binlerce mazlum ve İslam aşığı Filistinli kardeşleri katılmıştı. Ya Afganistan’dakiler, Cezayir’dekiler, dünyanın diğer bölgelindeki Müslüman kardeşleri…

“Ya Rabbi! Tüm Müslümanlara yardım et. Kardeşlerimizin gözyaşlarını dindir, onları esaret ve zulüm altından kurtar. Bugün dünyanın her tarafında Müslümanlar zulüm altında inliyor. Sırf baş örtüsü taktığı için, kardeşlerimiz dövülüyor, okullarından atılıyor. Sen yardım et. Ya İlahi!..” dudaklarından dökülen yakarış ve yalvarışlar ile, “mü’minler, bir vücudun azaları gibidirler, bir azanın ağrıması tüm vücudu etkiler.” Hadisini mırıldanarak sessizce dünya Müslümanları için gözyaşı dökmeye başlamıştı. Çünkü Müslümanlar dünyanın her tarafında kan ağlıyordu. Bu durumda sevinip neşeli olmak çok zordu.

Fatma ve onun gibileri bunu çok iyi biliyorlardı.



Evliliğinin üzerinden tam üç ay geçmişti. Her zaman olduğu gibi bugün yine sabah erken kalkmış, ev işlerini yapmaya başlamış, okula gidecek kayınlarına ve işyerine gidecek eşiyle kayınbabasına kahvaltı hazırlığı içine girmişti. Erken uyandığı için ev işlerini daha çabuk ve güzel yapıyordu. Çünkü, böyle olduğunda aceleye gelmiyordu.

Gelin geldiği günden beri baba evinden edinmiş olduğu bu adetini burada da en güzel şekilde sürdürmüştü. Çalışkanlığı ve temizliği ile kısa sürede ev içinde sevilmeye başlamış, kaynanası ve kayınbabası tarafından her zaman taktir edilmişti. Kaç kez kaynanası, camiye gitmemesini istemiş, Fatma’nın “niçin istemiyorsunuz?” sorusuna yanıt verememişti. Bu, Fatma’nın, ev işlerini sabah erken yapıp cami saatinde yapacak başka iş bırakmamasından kaynaklanıyordu. Bunun için kaynanası bir süre sonra cami konusunda sorun çıkarmamaya, hatta camiye gidebilmesi için, o da erken uyanıp ona yardım etmeye başlamıştı. Öyle ki gelin kaynana değil, ana-kız olmuşlardı.

Fatma ibadetlerindeki titizliği, helal ve harama olan hassasiyeti, edebi, terbiyesi, yumuşak başlılığı ile hepsinin kalbinde taht kurmuştu. Defalarca kaynanası çevrelerindeki kimilerinin; “Gelininizden memnun musunuz?” sorusuna: “Bir oğlumuz vardı, artık bir kızımız da oldu. Onun gibi bir gelin verdiği için Allah’a ne kadar şükretsek azdır.” Diyordu.

Kayınları ve görümceleri ile yakından ilgileniyor, hemen hemen tüm sorunlarında onlara yardımcı olmaya gayret gösteriyordu. Bunun için de sorunları olduğunda ağabeylerinden utandıkları için yengelerine açıyorlardı. Kur’an-ı Kerim okumaları için onları camiye götürüyor, namaz ve diğer ibadetlerinde onlara yardımcı oluyordu. Büyük yaştaki iki görümcesi Hamdullah’ın ve onun teşviki ile çarşaf giymeye başlamışlardı. Eşi Hamdullah’ın, cami konusunda babası ile olan sorunları Fatma’nın ev halkı üzerinde bıraktığı etkiden dolayı kalmamıştı. Hamdullah’ın babası; “Camilerde okuyanlar çok güzel bir terbiyeden geçiyorlar. Bunu gelinimde bariz bir şekilde gördüm. Bunun için oğlum ve gelinime engel olmak değil, destek olmak en baştaki görevimdir.” Diyerek memnuniyetini her defasında dile getiriyordu.

Fatma, kahvaltıyı hazırladıktan sonra Hamdullah’ı uyandırdı. Daha sonra kaynanasının odalarını tıklatarak uyanmalarını sağladı. Çocukları da uyandırıp giyinmelerine yardımcı olduktan sonra kahvaltı için herkesin gelmesini beklerken, görümcesi yanına gelerek;

-Yenge! Biraz konuşabilir miyiz? Diye sordu.

-Tabi canım, buyurun.

-Duyduğum kadarıyla beni amcamın oğluna isteyecekler. Oysa ben, muvahhid ve İslam’a hizmet eden birisi ile evlenmek istiyorum. Abim ile konuşmaya utandım. Bana bu konuda yardımcı olmanı istiyorum.

-Nerden duydun? Bizim böyle bir şeyden haberimiz yok. Haber kaynağın sağlam mı?

-Evet, haber kaynağım sağlam. Geçenlerde amcam oğlu gile gittiğimde amcamın kızı ağzından kaçırdı.

-Ağzından mı kaçırdı, yoksa bilinçli mi söyledi?

-Bilemiyorum, ağzından kaçırmış gibi gözüktü; ama tepkimi ölçmek için de söylemiş olabilir.

-Nasıl bir tepki gösterdin peki?

-İstemediğimi, hiç kimseyle evlenmeyeceğimi söyledim.

-O ne dedi?

-Baban evet derse, sen karşı mı çıkacaksın, dedi.

-Bak canım, İslam’da karşılıklı rıza şart. Eğer karşılıklı rıza yoksa hiç kimse, kimseyi böyle bir şey için zorlayamaz. Baban da seni zorlayacak biri değil.

-Evet, babam beni zorlamaz, lakin onlar babamı zorlarlar. Böylece babam da onların etkisinde kalarak beni iknaya çalışır. Bu da beni zor durumda bırakır. O zaman babamı nasıl kırabilirim ki?

-Sen tepkini göstermişsin. İşe olumsuz baktığını net bir şekilde belirtmişsin. İnşallah bu tavrın onları bu işten vazgeçirir. Bunun için fazla üzülme.

-Korkuyorum yenge, ya ısrar ederlerse…

-Korkma. Ben abin ile konuşurum. Onları seni böyle bir şeye zorlamamaları için ikna etmeye çalışırız.

-Canım yengem, ne olursun bu işin üzerinde dur. Annem ve babam seni dinlerler. Seni kırmazlar. Israrla onlara benim bu işte gönülsüz olduğumu söyle.

-Tamam canım, sen merak etme.

Fatma ve görümcesi konuşurlarken kayınbabası onlara seslendi.

-Fatma kızım! Sizi bekliyoruz. Zeliha ile ne fısıldaşıyorsunuz öyle? Hadi çabuk kahvaltıya gelin.

-Tamam geliyoruz, diye kayınbabasına cevap verdikten sonra Zeliha’ya döndü. Fazla dert etme kısmet ne ise o olur. Hem ayrıca biz üzerinde dururuz. Kahvaltımızı yapalım da camiye geç kalmayalım.

-Tamam yenge. Beni rahatlattın. Allah razı olsun.

Herkes kahvaltısını yapıp erkekler ve çocuklar çıktıktan sonra bulaşık ve geri kalan temizliği de yapan Fatma ve görümceleri camiye gitmek için hazırlandılar. Çarşaflarını giyip çıkarlarken kaynanası:

-Fatma kızım, bugün programınızda caminin dışında bir şey yoksa erken gelirseniz sevinirim. Kendimi bugün pek iyi hissetmiyorum, dedi.

-İnşallah, bir-iki ziyaretimiz vardı; ama rahatsızsanız yerime Zeliha’yı gönderir, ben eve gelirim.

-Yok kızım, yok. Sen git Zeliha gelsin. Sen yapacağın hayırdan mahrum olma.

-Tamam o zaman. (Zeliha’ya dönerek) Biz fazla oyalanmadan gidelim, diyerek evden çıktılar.





Ders bitmiş, tüm öğrenciler derslerini alıp defalarca derslerini tekrar ettikten sonra, sıra bugünkü yarışmaya gelmişti. Fatma, öğrencilerin İslami kültürlerini arttırmak ve onlara bu konuda bilgi vermek için çeşitli konularda sorular hazırlamıştı. Siyerden, fıkıhtan, peygamberler tarihinden.. kısaca şu ana kadar öğrencilere anlatılan konulardan çeşitli sorular hazırlamıştı.

Hatice son zamanlarda başka bir camide Kur’an-ı Kerim dersi vermeye başladığı için bu camiye gelmiyordu artık. Bunun için Fatma, Zehra, Sümeyye, Emine, Sultan ve Mevlüde kalmışlardı. Her yarışmada farklı biri soruları hazırladığı için, bu sefer sıra Fatma’ya gelmişti.

Fatma, hazırladığı sorularla yarışmayı düzenlemek için öğrencileri onar kişilik yedi gruba ayırdı. Birinci geleceklere çeşitli hediyeler hazırlanmıştı. Yarışma bitiminde de tüm öğrencilere dağıtılmak üzere bisküvi ve lokum hazırlanmıştı. Öğrencilerin grupları belirlendikten sonra sıra yarışmaya gelmişti.

-Sessiz olursanız tek tek soruları okuyacağım. Ben okuduktan sonra, bir dakika süreniz var. Bu süre içinde kendi aranızda cevabı kararlaştırın. Ve ben tek tek cevabınızı alacağım.

-Hocam, nasıl yapacağımızı biliyoruz. Kaç defadır yapıyorsunuz, öğrenmişiz artık.

-Biliyorum, sizler zeki öğrencilersiniz; yalnız aramıza yeni arkadaşlar katıldığı için tekrar anlatma gereği duydum. Şimdi hazır mısınız?

Tüm öğrenciler hep beraber bir ağızdan “Eveeet” diye sevinçle cevap verince Fatma soruları okumaya başladı.

-Birinci soru: Peygamberimiz Hazreti Muhammed (as)’e kaç yaşında peygamberlik geldi?

Sorunun sorulmasıyla gruplarda fısıltılar başlamış, dershaneyi bir uğultu kaplamıştı.

-Süreniz tamam.

1. Grup: 40 yaşında, 2. Grup: 40 yaşında, 3. Grup: 40 yaşında… tüm gruplar doğru cevap vermişti.

-İkinci sorunuz: Allah Resulü (as) kaç yaşında kimin ile evlendi?

-Süreniz tamam. 1. Grup: 25 yaşında, Hazreti Hatice, 1. Grup: 25 yaşında, Hazreti Hatice, 1. Grup: 25 yaşında, Hazreti Hatice… hepsinin cevabı doğruydu.

-Üçüncü soru: Hazreti Süleyman (as)’ın babasının adı nedir?

……

-1. grup: Hazreti Musa, 2. grup: Hazreti Davut, 3. grup: Hazreti Davud, 4. grup: Hazreti Davud… sadece bir grup yanlış cevaplamıştı.

-Dördüncü soru: Hazreti İsa (as)’a inen kitabın adı nedir?

……

-1. grup: İncil, 2. grup: İncil, 3. grup: İncil…

Bu başarılı cevapları görünce Fatma, Zehra’nın kulağına, “Öğrencilere bir şeyler verebilmişiz ve onlar da güzel dinleyip okumuşlar” diye fısıldadı.

-Öğrencilere verdiğimiz Peygamberlerin kıssaları ile İslami kitap ve romanların da etkisi çok.

Fatma, “Evet” dedikten sonra öğrencilere beşinci soruyu sordu.

-Namaz kılmak için ne yapmalıyız?

…..

-(Bu soruya tüm gruplardan “Abdest almalıyız” yanıtı gelince) Çok güzel hepsi doğru. Altıncı soruyu soruyorum: Hazreti Hamza hangi savaşta şehit oldu?

-1. grup: Uhud Savaşı, 2. grup: Bedir savaşı, 3. grup Uhud savaşı… 6. grup: Hendek savaşı…

-Doğru cevap Uhud savaşı olacaktı.

Kapının tıklaması üzerine bir öğrenci kapıyı açıp baktı, ve…

-Hocam iki teyze sizi görmek istiyor, demesi üzerine Fatma, soruları Emine’ye verdi.

-Siz devam edin, ben ve Zehra ne olduğuna bakıp geliyoruz, diyerek bahçede bekleyen bayanların yanına gittiler.

Cami avlusuna çıkan Fatma ve Zehra karşılarında 40-50 yaşlarında geleneksel giyimli, yörede çarşaf niyetine kullanılan abalar ile örtünmüş, birinin yanında iki, birinin yanında üç çocuk bulunan iki teyze bulmuşlardı. Yanlarına gidince, teyzeler:

-Roja we bı xér (hayırlı günler) diyerek selam verdiler. Fatma selamlarını aldı.

-Roja we ji bı xér be xalti (sizin de gününüz hayırlı olsun teyze) buyurun bizi çağırmışsınız. Size nasıl yardımcı olabiliriz?

Teyzelerden biri:

-Kızım, (yanındaki çocukları göstererek) bu çocuklar benim. Kur’an-ı Kerim okumaların istiyorum. Bizim komşuların çocukları, Kur’an-ı Kerim okumasını öğrenmişler. Ben de çocuklarımın Kur’an-ı Kerim okumalarını istiyorum, dedi.

-Başımız gözümüz üstüne teyze. Elimizden geleni yapacağımıza emin olabilirsiniz.

Diğer teyze de isteğini söyledi.

-Kızım bunlar da benimdirler. Biri çocuğum, diğer ikisi torunumdur. Onları size bırakıyorum. Onlara hem Kur’an-ı Kerim öğretin, hem de terbiyeleri ile ilgilenin.

-İnşallah teyze. Biz, tüm zamanımızı böyle çocuklara Kur’an-ı Kerim öğretmek, Peygamberimizi tanıtmak, namaz ve diğer farzları öğretmek için sarf ediyoruz. İnşallah elimizden geleni yapacağız.

-Kızım, biz size güveniyoruz. Bu gencecik yaşınızda İslam’a hizmet etmeniz ve çocuklarımıza Kur’an-ı Kerim öğretmeniz, onlara namazı, orucu öğretmeniz bizi çok memnun ediyor.

Bizim de, sizler gibi duyarlı ve İslam’ı çocuklarına öğretmek isteyen anneleri gördükçe şevkimiz artıyor.

-Kızım, bizler sizleri seviyoruz. Eğer bunu açıktan yapmıyorsak, yani, açıktan destek vermiyorsak bu korktuğumuzdandır. Hem ateistlerden, hem de güvenlik güçlerinden çekiniyoruz.

-Siz, bizim hakkımızda söylenen yalanlara ve iftiralara inanmayın. Çocuklarınızı camiye gönderin, bu bizim için yeterli. Sizden başka bir şey istemiyoruz.

-Xweda bı werebé (Allah sizinle olsun.) Şex A. Kadir’é Geylani lı pışta we bé law. (Şeyh A.Kadir Geylani’nin himmeti sizinle olsun.) Xweda vé Cemaaté bıstırine (Allah bu Cemaati korusun.)

-Allah sizden razı olsun. Bize dua edin. Bize yapılan baskılara, çocuklarınızı camileri göndererek karşı çıkın. Camiler Kur’an-ı Kerim okuma yeridir. Oysa şimdi Kur’an-ı Kerim okumayı yasaklıyorlar.

Çocukları teslim alan Fatma ve Zehra iki teyzeyi uğurlayıp dershane olarak kullanılan bayanlar için ayrılmış bölmeye geçti.

-Arkadaşlar, bu güzel beş kardeşimiz aramıza yeni katıldılar. Onlara yardımcı olun, diyerek her birini bir gruba verip yarışmanın kalan bölümünü tamamlamak için Emine’den soruları alıp okumaya başladı.

Yarışma devam ederken Fatma’nın ilkokul 4. sınıfta okuyan kayınbiraderi kapıyı hafif aralayarak ablasını çağırdı.

-Annem yengemin hemen eve gelmesini söyledi. Acele etsinler dedi. Siz de gelin, deyince Zeliha telaşlandı.

-Anneme bir şey mi oldu yoksa?!.

-Yok anneye bir şey olmadı.

-Peki ne oldu? Söyle, söylemezsen gelmeyiz.

Kardeşi bu soruyu cevaplandırmak istemiyor gibi davranarak “Acele gelin. Annem öyle söyledi. Ben ne olduğunu bilmiyorum.”

-Biliyorsun, çabuk söyle. Ne oldu? Meraklandırma beni. Anneye bir şey oldu değil mi?

Gözleri dolu dolu olmuştu Zeliha’nın. Evden çıkarlarken, annesi rahatsız olduğunu söylemişti. Bunun için annesine bir şey olabileceğini düşünüyordu.

-Haydi, meraklandırma da söyle.

Küçük, ablasından uzaklaşarak:

-Bilmiyorum, eve gelirseniz, öğrenirsiniz. Annem hemen gelmenizi istedi. İster gelin, ister gelmeyin. Ben gidiyorum, diyerek elini “boş ver” dercesine salladıktan sonra camiden çıkarak eve doğru koştu.

Zeliha endişeli bir şekilde Fatma’nın yanına geldi.

-Gelen Recep’ti. Annem bizi eve çağırmış. Hemen gelsinler demiş. Bunu söylerken sesi titriyordu.

Fatma, Zeliha’nın renginin solduğunu görünce, hiçbir şey sormadan Zehra’yı yanına çağırdı.

-Kaynanam bizi çağırmış. Acil olarak gelsinler demiş. Biz gideceğiz, siz yarışmayı bitirip hediyeleri ve bisküvileri dağıtırsınız.

-Hayırdır? İnşallah bir durum yok. Zeliha’nın rengi atmış, ne oldu?

-Bilmiyorum, kaynanam hastaydı. Sabah geldiğimizde rahatsız olduğunu söylemişti. Fenalaşmış olabilir.

-Madem öyle, zaman kaybetmeden gidin.

-Unutmadan, ziyaretlerinizi de yaparsınız. Belki ben gelemeyebilirim. Ziyarete gideceğiniz hastaya bir şeyler götürmeyi unutmayın. Ayrıca şehit ve tutuklu ailelerine ayrılan malzemeleri de unutmayın. Çocuklarına bugünkü bisküvi ve lokumlardan götürün.

-Tamam, gıda malzemeleri ile beraber giyecekleri de götürelim mi?

-Evet, evet hepsini beraber götürürseniz iyi olur. Hakkınızı helal edin, sizi yalnız bırakıyorum. Gerçi ciddi bir şey yoksa gelirim. Hep beraber gideriz.

-Sen merak etme, biz hallederiz.

Fatma ve görümceleri çarşaflarını giyip eve doğru ilerlerken Fatma;

-Zeliha mesele nedir? Camide arkadaşları telaşlandırmamak için sormadım, dedi.

-İnan ki yenge ben de bilmiyorum. Recep acilen eve gelmemizi, annemin bizi çağırdığını söyledi. Israrla ne olduğunu sormama rağmen hiçbir şey söylemedi.

-Peki rengin neden solmuş?

-Annemi merak ettim. Sabah rahatsız olduğunu söylediği için acaba bir şey mi oldu diye korktum.

-Doğrusu benim de aklıma ilk gelen o oldu. Yalnız o haber gönderdi ise inşallah düşündüğümüz gibi değildir.

-İnşallah yenge, inşallah!

Merak içinde hızlı adımlarla eve doğru ilerliyorlardı. Eve kadar hiç konuşmadılar. Eve geldiklerinde anneleri Kur’an-ı Kerim okuyordu. Kızların geldiğini görünce ayağa kalktı. Gözleri kızarmıştı. Belli ki ağlamıştı. Kızlara,

-Hoş geldiniz, cami öğrencileri dağıldı mı? Diye sordu.

-Hayır, siz haber gönderince hemen geldik.

-Bir şeyin yok değil mi anne? Senin için çok korktuk. Recep de bir şey söylemeyince aklımıza kötü şeyler geldi.

-Ben iyiyim kızım. Recep de ne olduğunu bilmiyordu.

-Hayırdır inşallah! Siz iyi olduğunuza göre.. yoksa dayım, diye sordu Fatma.

-Yok kızım, yok. Dayın da çok iyidir.

-O zaman mesele nedir?

-Siz çıktıktan yaklaşık bir saat sonra teyzen aradı. Seni sordu. Camiye gittiğini söyleyince, hemen babanın evine gelmeni söyledi. Ben de ne olduğunu anlayamadım.

-Peki bir şey söylemedi mi, anneme mi bir şey oldu yoksa?

-Aklına kötü şeyler getirme. İnşallah kötü bir şey yoktur. Beraber gideceğiz. Kızım Zeliha, siz evden ayrılmayın. Yemeği hazırlamıştım, ısıtır yersiniz.

-Bizi merakta bırakmayın. Ne olduğuna dair bizi haberdar edin, diye tembihte bulundu Zeliha.

-Tamam sizi ararız, diyerek Fatma ile beraber evden ayrıldılar.

Asya hanım, meseleyi biliyor, lakin Fatma’ya söylemeye cesaret edemiyordu. Bunun için de Fatma’ya bir şey söylemeden onu eve götürmeyi uygun bulmuştu. Nasıl olsa öğrenecekti, orda öğrenmesi daha iyiydi.

Fatma ve diğer çocuklar camiye gitmek için evden çıktıktan bir saat sonra Fatma’nın teyzesi telefonla aramış ve acı haberi vermişti. Bugün sabah erken saatlerde Şükrü bey işyerinde bulunduğu sırada silahlı saldırıya uğramış, vücudundan aldığı çok sayıdaki kurşun yarasıyla hastaneye kaldırılmıştı. İlk müdahalelerin ardından Üniversite Hastanesi’ne kaldırılmak istenirken yolda şehit olmuştu. Şükrü bey, Rabbinin rızasını kazanmak için canını feda etmişti.

Asya hanım, haberi aldıktan sonra bir müddet ne yapacağını şaşırmış halde kalakalmıştı. Bir süre ağlamış, Recep’in eve gelmesi ile onu Fatma’yı çağırmak için göndermişti. Bu arada hem ağlıyor, hem de Yasin-i Şerifler okuyordu. Gelini ve kızı geldiklerinde de yine Yasin okumakla meşguldü.

Minibüste de, yolda da hiç konuşmamışlardı. Fatma korkudan konuşamıyor, Asya hanım da ağlamaktan ya da konuşup da ağzından bir şeyler kaçırmaktan korktuğu için konuşmuyordu. Eve yaklaşırlarken binanın önünde büyük bir kalabalıkla karşılaşmışlardı. Fatma, bir şeylerden şüphelenmiş, hatta tam kanaati oturmuştu. Çünkü son birkaç yıldır birçok muvahhid saldırılarda şehid olmuştu. Bunlardan bir tane babasına da yapılmış olabilirdi. Endişesi arttıkça, adımlarını da hızlandırmaya başladı. Kalabalığı yararak binanın kapısından içeri girdiler. Yukarı çıkarlarken, Fatma kaynanasının gözüne baktı.

-Babama bir şey oldu değil mi? Bunu söylerken sesi titriyor ve zorla konuşuyordu. Gözleri dolu dolu olmuştu.

-Bilmiyorum kızım. Yukarıda ne olduğu öğreniriz. Kaynanası bunu ağlamaklı bir şekilde söylemişti.

Yavaş yavaş merdivenleri çıkarlarken Fatma’nın içindeki korku ve endişe de artıyordu. Ayakları onu zorla taşıyordu. O kadar bitkin bir hal almıştı ki, sanki günlerdir durmaksızın ağır işler yapmıştı. Bulundukları kata yaklaşırlarken ağlama sesleri duyulmaya başlanmıştı. Evin bulunduğu kata gelince kapının önünde toplanmış bir grup kadının olduğunu ve evlerinin kapısının açık olduğunu görünce; “Kesinlikle babama bir şey oldu, yoksa bu kadar kalabalık toplanmazdı.” Diye düşündü. Merdivenleri çıkarken kadın topluluğunun içinde bulunan teyzesi onu görür görmez;

-Fatmaa! Mala me xerabu law. (Fatma! Yavrum ocağımız yıkıldı) diyerek onun boynuna sarılıp ağlamaya ve ağıt yakmaya başladı.

Fatma, buz kesilmiş, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Teyzesi boynuna sarılmış ağlarken, gözü annesini arıyordu. Bir müddet öylece kaldılar. Teyzesi ağlıyor, o ise soru sormaya cesaret edemiyordu. Ama sormalıydı. Ne olduğunu bilmeliydi. Allah’ın taktirinin önüne geçilmez, diyerek tüm cesaretini toplayıp teyzesinin kollarından sıyrılarak elleriyle teyzesinin kollarından tuttu.

-Çı buye xalti, mesele çiye? (Ne olmuş teyze, mesele nedir? Dedi.

--Hawara! Qizamın pé ne hısiyayé! (Havar! Kızımın haberi yok!) diyerek ağıt yakmaya başladı teyzesi.

Kaynanası dayanamamış, Fatma’nın kolundan tutarak onu içeri çekmişti. İçerisi kadın ve çocuklardan geçilmiyordu. Kadınların bir kısmı ağlıyor, bir kısmı da Kur’an-ı Kerim okuyordu. Fatma’nın içeri girdiğini gören kardeşi: “Abla, abla!” diye koşarak boynuna sarıldı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu Ali.

Kardeşini kollarının arasına alan Fatma’nın gözleri annesini arıyordu. Etrafına bakınarak annesinin nerede olduğunu fark etmeye çalışıyordu. Ne annesini görebilmişti, ne de babasını. Dehşetli bir korkuya kapıldı. “Yoksa!.. İkisi mi!.. Hayır hayır…” diye düşünürken Ayşe hanım kızının geldiğini haber alınca bulunduğu misafir odasından salona gelmişti.

Fatma ile bir an göz göze geldiler. Ayşe hanım kızının yanına gelerek onu kolları arasına aldı.

-Şehide ki méji çébu qizam. (Bizim de bir şehidimiz oldu kızım.) Şehadeta bavéte piroz be. (Babanın Şehadeti mübarek olsun) diyerek kızına sarılmış bir şekilde ağlamaya başladı.

Fatma, aldığı haberle ilk başta şok geçirmiş, ne ağlıyor, ne de konuşabiliyordu. Bir müddet bu şokta kalan Fatma, ilk şoku attıktan sonra annesine sarılı vaziyetten sıyrıldı.

-Allahu Ekber, Allahu Ekber, Allahu Ekber. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun. (Allah’tan geldik, Allah’a döneceğiz.) Hamd jı Xwedare. (Allah’a hamd olsun) deyince evin içinden tekbir sesleri yükselmeye başlamıştı. Evdeki kadınlar, genç kızlar ve çocuklar tekbir getiriyor ve aynı zamanda gözyaşı da döküyorlardı.

Fatma, dizleri üstüne çöküp ellerini yüzüne götürerek ağlamaya başladı. Fatma, canı, babası için gözyaşı döküyordu artık. Ne de olsa şehitler ağlamaya değerdi.

Fatma, bağırmadan, ağıt yakmadan hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Annesi, kardeşleri, halaları, teyzeleri, komşuları vs. hepsi yanına gelip ağlıyorlardı. Onlar ağlarken babaannesi odadan çıktı.

-Lawoo, lawoo, lawoo, dılu cigerémın heliyan, kezebamın peritiii.. Lawoo, lawoo, lawoo… Şükriyémın, kurémın… (Oğul, oğul, oğuuul… Yüreğim ve ciğerim eridi, ciğerim yanıyor.. Oğul, oğul, oğuuul… Şükrüm, yavrum..) diye ağıt yaka yaka sağında ve solunda iki bayana dayanarak Fatma’nın bulunduğu yere geldi. Fatma’nın yüzünü iki eli arasına alarak defalarca öperek bağrına bastı. Nine ve torun birbirlerine sarılmış bir vaziyette ağlıyorlardı.

Şükrü beyin kız kardeşlerinden biri eli ile yüzünü çırpmaya, saçını başını yolmaya başlamış, bağıra bağıra ağlıyordu. Halasını bu halde görünce Fatma:

-Allah’tan geldik, Allah’a döneceğiz. Hala! Saçını, başını yolmak bir müslümana yakışmaz. Ağlayacaksan saçını başını yolmadan ağla. Bu yaptığının İslam’da yeri yok. Eğer ağlıyorsak başımıza gelene isyan ettiğimizden değil. Ayrılık acısından ağlıyoruz. Kaldı ki babam, bir insanın ulaşabileceği en yüksek makama, peygamberlikten sonraki makama ulaşmıştır. Biz bunun için hüzünlü değil, onun adına sevinçliyiz, ama ayrılık zor. Zayıf olduğumuz için ağlıyoruz, dedi.

Fatma’nın bu tepkisi ile etraftaki kadınlar, halasına müdahale ederek bu hareketinden vazgeçmesini sağlamak için onu başka odaya aldılar.

Babaannesi sessiz sessiz ağlayıp ağıt yakıyordu. Fatma babaannesine,

-Ya dé piré bes bı lorine. Bavémın şehide, tı ji dayka şehidaye. (Nine! Yeter ağıt yakma. Babam şehittir. Sen de şehit annesisin)

-Dılémın dı şewute kızam. Çawémın bırjiya mın mırna kuré xwe ne diti buna. (Yüreğim yanıyor kızım. Gözlerim önüme aksaydı da oğlumun ölümünü görmeseydim)

Ayşe hanım aniden ayağa kalktı.

-Ben artık ağlamayacağım. Çocuklarımın babası Allah Resulü (as)’nün bile arzuladığına kavuştu. Eğer ağlayacaksak kendi üzerimize ağlayalım. Son nefesimizi iman üzere verebilecek miyiz?

Fatma annesine destek verdi.

-İslam için canını feda eden babamın şehadetinde, onu Rabbine, Allah ve Resulünün yasakladığı bir şeyi yaparak uğurlayamam. Ağıt yakıp, bağırıp çağırarak ağlayacağınıza Kur’an-ı Kerim okuyun. Yasinler okuyun, dualar edin!

Ayşe hanım ve Fatma’nın müdahalesi ile bağırarak ağlamalar kesilmişti. Odaya götürülüp sakinleştirilen halası, Fatma’nın söylediklerini duymuş;

-Aslan gibi abim gitti. Hepiniz yetim kaldınız. Sen kocanın evindesin. Ya bu çocuklar! Onlara kim bakacak? Gelmişsin bize vaaz veriyorsun, demesi üzerine Fatma halasının yanına giderek gözyaşları içinde elini öptü.

-Biliyorum, hepimizin yüreği yanıyor. Halamın yüreği yandığı için bunları söylüyor; ama ölüm hak, ölümsüz hiç kimse yok. Herkes ölecek, ecel geldiğinde hiç kimse onu geri döndüremez. Ne mutlu o kimseye ki Allah yolunda ölür de dökülen kanları ile Allah’ın rızasını kazanır. Benim babam, ölümlerin en şereflisi ile Allah’ın huzuruna gitmiştir. Allah’a yemin ederim ki böylesi bir ölümü şerbet bilip içerim.

Fatma’nın elini öpmesi ile duygulanan halası, gözyaşlarını sessizce dökmeye başlamıştı. Fatma, sözünü bitirdikten sonra boynuna sarılmış, defalarca yüzünü öpmüştü.

Tekrar halasının elinden öptü Fatma.

-Biz babamızı kaybettik. Peki ya Filistin’dekiler… yıllardır can kaybediyorlar. Dünyada görülmedik işkencelere, zulümlere maruz kalıyorlar. Evleri başlarına yıkılıyor. Ya Çeçenistan, kadın, çocuk, yaşlı denmeden katliamlardan geçiriliyorlar. Kızların, kadınların ırzlarına geçilip öldürülüyorlar. Afganistan’da, Cezayir’de, Keşmir’de… Dünyanın her yerinde müslümanlar katliamdan geçiriliyor. Onları düşündükçe bizim yaralarımız hafif geliyor. Onlara da ağlayıp ah-u figan etmeliyiz.

Fatma daha fazla konuşamamış, sessiz sessiz ağlamaya başlamıştı. Binanın önünde toplanan kalabalıkta bir hareketlilik başlamıştı. Belli ki cenazesinin geldiğini haber almışlardı. Kimi sessizce gözyaşı döküyor, kimi de Yasin okuyordu. Cenaze arabasının görünmesi ile topluluktan tekbir sesleri yükselmeye başlamıştı. Topluluk hep bir ağızdan, “La ilahe illallah, zalimler lanetullah, la ilahe illallah kafirler lanetullah, la ilahe illallah hainler lanetullah” sloganları atıyordu. Çünkü dünyada Müslüman halkaların çektiği tüm eziyet, ızdırap, talan, katliam ve zulmün arkasında hep bunlar vardı.

Cenaze arabasından inen Hamdullah, “Tekbir!” diye üç kez bağırınca topluluk “Allahu Ekber!” nidaları ile cevap vermişti. Şehidin mübarek naaşının bulunduğu tabut arabadan indirilerek ellere alınıp camiye taşındı. Cami , evin yaklaşık elli metre ilerisinde idi. Naaş camiye götürülüp yıkama işlemi bittikten sonra tekrar tabuta konup ellere alındı ve yavaş adımlarla mezarlığa doğru ilerlenmeye başlandı.

Çok sayıda özel tim polisi gözdağı vererek topluluğun oluşturduğu heybet ve görkemi bir nebze de olsa yok edebilmek için topluluğun etrafını sarmıştı. Hepsinin elinde otomatik silahlar, üzerlerinde bol sayıda mermi ve el bombaları vardı. Her an topluluğa müdahale etme pozisyonunda idiler.

Topluluk, olay çıkıp yeni acılar yaşanmasın diye sessiz bir şekilde mezarlığa doğru ilerliyordu. Tabutu, toplulukta bulunanlar sıra ile elden ele vererek taşıyorlardı. Geçtikleri yerlerdeki halktan kimi dükkanının önüne çıkmış, kimi balkonlara.. merak ve endişe içinde cenazenin geçişini seyrediyorlardı. Nihayet mezarlığa yaklaştılar. Polis, mezarlık çevresini tamamı ile kuşatmıştı.

Bir polis panzeri, mezarlığın girişinin yanında bir diğeri de yaklaşık 100 metre ilerisinde bekliyordu. Mezarlık içini ve çevresini tam teçhizatlı bir şekilde giyinmiş özel tim polisi sarmıştı.

Topluluk mezarlığın önüne gelince polis şefi topluluğun önüne geçip;

-Cenaze sahipleri kim? Onlarla görüşmek istiyorum, dedi.

Topluluğun önünde bulunan Hacı Abdullah ve birkaç kişi daha öne çıkıp polis şefine doğru ilerlediler. Hacı Abdullah:

-Cenazenin sahibi biziz. Buyurun ne söyleyecekseniz bize söyleyin, dedi.

-Merhumun nesi oluyorsunuz?

-Komşusuyum.

-Yakın akrabaları yok mu? Onlarla görüşmem daha iyi olur.

-Yakın akrabaları şu anda hazır değiller. Buyurun benimle konuşun.

-Bakın arkadaşlar! (Sesini yükseltip tüm topluluğa duyurmak istercesine bağırarak) Acınızı anlıyorum. Öfkelisiniz de… Yalnız olay çıkmasını istemiyorum. İnanıyorum. Ki siz de istemiyorsunuz. Yeni acıların ve olmasını istemediğimiz olayların yaşanmaması için cenazenizi sessiz bir şekilde gömüp dağılmanızı istiyorum, dedi.

Polis şefi konuşurken heyecanlıydı. Çünkü, cenazede binlerce kişi vardı. Hacı Abdullah polis şefine hitaben dedi ki:

-Biz, olay çıkaracak değiliz. Böyle bir niyetimiz yok. Polisleriniz topluluğu provake etmezse kimsenin burnu bile kanamaz. Ben, size bu teminatı veriyorum. Lakin sizin de bizi rahat bırakıp cenazemizi gömmemize izin vermeniz lazım. Herhangi bir müdahalede bulunmamalısınız. Aksi taktirde olacaklardan siz sorumlu olursunuz.

Hacı Abdullah’ın söyledikleri ile polis şefi hem rahatlamış, hem de endişelenmişti.

-Toplu halde gelmenize müdahale etmedik. Yalnız toplu halde dönmenize izin veremeyiz. Bu şekilde emir almış bulunmaktayım. Defin işlemini bitirdikten sonra dağılmalısınız.

-Biz, başka acıların yaşanmasını istemiyoruz. Bunun için topluluğu ikna etmeye çalışırım. Yine söylüyorum, biz defin işlemini yaparken polisin müdahale etmesi hoşumuza gitmez. Olacakların da vebali sizin boynunuza olur.

-Size herhangi bir müdahale yapılmayacağına dair teminat veriyorum. Fakat siz de mezarlıktan toplu olarak ayrılmayacaksınız. Çünkü böyle yapmanız gösteriye girer. Buna da izin veremem.

-Bizim, zaten öyle bir niyetimiz yok.

Hacı Abdullah ve polis şefinin anlaşması ile, polis şefi telsizden,

-Tüm arkadaşlar! Defin işlemi sürdüğü müddetçe hiç kimse müdahalede bulunmayacak. Benim emrim dışında hiç kimse bir adım atmayacak, diyerek talimat verdi.

-Duydunuz değil mi?

-Evet, duydum. Diyerek topluluğun yanına gelmek üzere geri döndüler Hacı Abdullah ve arkadaşları. Yavaş yavaş gelirlerken yanında bulunan Hamdullah’a “Defin işleminden sonra herkes mezarlıktan dağılsın, daha sonra taziye yerine gelsinler. Sakın oyuna gelmesinler. Şayet polislerden veya başkalarından olumsuz bazı davranışlar olursa da kendilerine hakim olup kesinlikle müdahalede bulunmasınlar. Provakasyona gelmemeliyiz. Sakın olay çıkmasın. İnşallah selamet ile defin işlemimizi yapıp geri döneriz, dedi.

Hamdullah, hızlı adımlarla olup biteni bildirmek için topluluğun arasına daldı.

Polislerin mezarlık kapısından çekilmesiyle topluluk yavaş adımlarla mezarlığa girip daha önceden hazırlanmış mezarın bulunduğu yere doğru ilerledi.

Mezar başına gelindiğinde tekbirler, tahmidlerle şehidin cenazesi mezara indirildi. Küreklerle şehidin üstü toprakla örtünmeye başlanmıştı. Küreği kapan birkaç kürek toprak attıktan sonra bir diğerine veriyordu. Orada bulunanlar şehidin üzerini örtecek toprağı mezara doldurmak için adeta yarışıyorlardı. Bu arada tekbirler, tahmidler hiç kesilmemişti.

Nihayet şehidin mübarek bedenini örtme işi bitmiş, telkin okunmaya başlanmıştı. Telkinin bitiminden sonra toplulukta bulunan alimlerden biri, mezarın yanında bir taşa çıkarak topluluğa hitap etti.

-Euzu billahi … “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Onlar diridirler, lakin siz şuurunda değilsiniz.” Tarihin her döneminde tevhid mücadelesi başladığında bunu hazmedemeyen güçler olmuştur. Bu güçler. Her zaman halka hükmeden, halkı kendi sultaları altına alıp onları ezen, zulmeden, köleleştiren kişiler veya yönetimler olmuştur. Bu tahakkümleri, bir süre sonra kendilerini ilah görmelerine ve her istediklerini yapma keyfiyeti içine girmelerine sebep olmuştur. Firavun, Nemrut, Ebu Cehil, Cengiz han… tarihin en gaddar ve acımasız şahsiyetleri olarak ün salmışlardır.

Bu zalim kral ve yönetimlerine karşı çıkıp insanları tek ilaha davet edip yaptıkları zulüm, baskı, dayatma ve vahşice uygulamalarına karşı çıkan peygamberlere veya onların varisleri olanlara karşı en vahşi yöntemlerle saldırılmış ve yok edilmek istenmişlerdir.

Çünkü, (sesi yükselmişti) tevhid zalim ve zorbaları kabul etmez. Onlara boyun eğip itaat etmeyi asla ve kat’a hoş görmez. İslam her zaman zulme karşı başkaldırı olmuş ve mazlum, ezilmiş, hor görülmüş halkların yanında yer alıp onları bu zalimlerden kurtarma yolunda Müslümanları şiddetle teşvik etmiştir. Bunun içindir ki, tevhid erleri her şeyi göze alarak bu zalimlere karşı mücadele içine girmişlerdir.

-Tekbiir!

-Allahu Ekber!

-Tekbiir!

-Allahu Ekber!

-Tekbiir!

-Allahu Ekber!

Topluluğun tekbir sesi kesilince hatip devam etti.

-Bu mücadelenin bir neticesi olarak tevhid erleri, kimi zaman Ashab-ı Uhdud tarafından ateş çukurlarında yakılmış, kimi İbrahim (as) olup ateşlere atılmış, kimi zaman Zekeriyya (as) olup testere ile ikiye ayrılmış, kimi zaman çarmıhları gerilerek yırtıcı hayvanlara yem yapılmış, kimi zaman Bilal, Habbab ya da Hubeyb olup vahşice şehid edilip işkencelerden geçirilmişlerdir.

Küfür tek millettir. Adı, sanı, rengi, şekli ne olursa olsun. Hedef Müslümanlar ve İslam oldu mu zulüm ve işkence yapmaktan geri durmazlar. Bugün yine tarih tekerrür etmiş, İslami bir mücadele içine girip halkı irşat için çalışan muvahhidler, tahtları sarsılan kafir ve küfür düzenlerinin hedefleri olmuşlardı. İşte bu saldırganlığın sonucu olarak bugün Şükrü kardeşimizi şehit olarak vermiş bulunmaktayız. Bize saldıranlar bizi şehit ederek sindireceklerini sanıyorlarsa aldanıyorlar.

Çünkü biz, Allah yolunda ölmeyi, onun dini uğrunda ölümü şerbet bilip içeriz. Bizler, Hamza’ların, Ali’lerin, Ömer’lerin, Osman’ların, Hüseyin’lerin takipçileriyiz.

-Tekbiir!

-Allahu Ekber!

-Tekbiir!

-Allahu Ekber!

-Tekbiir!

-Allahu Ekber!

Şehitlerin kanları, kurumuş toprağa hayat veren su gibidir. Bu mazlum beldenin halkını uyandıracak ve kendilerine zulmedenlerin tahtını alt-üst edecektir.

Allah, Şükrü kardeşimizin şehadetini kabul etsin. Bizleri onların yolundan ayırmasın. Bu münasebetle İslam ve Kur’an için kanlarını döken tüm şehitlere ve hassaten Şehit Şükrü’nün ruhuna El-Fatiha..

Fatiha okunup tekrar tekbirler çekildikten sonra, topluluk yavaş yavaş dağılıp taziyenin yapılacağı camiye doğru ilerlemeye başladı.
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 13:38
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...36

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Şükrü beyin, yaklaşık on beş gün süren taziyesi çok bereketli geçmişti. Camide yapılan taziyesine şehir halkından, yakın ve uzak akrabalarından, çevre il ve ilçelerden binlerce insan gelmişti. Bazen caminin içi ve avlusu taziyeye gelen insanlarla doluyordu. Birkaç alim, gelen ziyaretçilere İslami vaazlar veriyordu. Dökülen kanın bereketi çok geçmeden kendini göstermişti.

On beş gün boyunca çok yoğun ziyaretçi akını olmuş, ziyaretçilerin azalmasıyla taziye, camiden eve taşınmıştı. Ziyaretçilerin gidip gelmesinden dolayı Ayşe hanım ve çocukları Hacı Abdullah’ın evinde kalıyorlardı. Hacı Abdullah da taziye sahipliği yapıyordu. Şükrü beyin sadece bir erkek kardeşi vardı. O da başka şehirde oturduğundan ancak cenazeden sonra gelebilmiş ve taziyeye gelen ziyaretçilerin azalması üzerine tekrar evine dönmüştü. Şükrü beyin amcaları, dayıları ve amca-dayı çocukları vs. birkaç gün taziyeye gelmiş ve bir daha da uğramamışlardı. Mürted örgütün fikri yapısını taşıdıklarından Şükrü bey ile araları iyi değildi. Şehidin İslami Cemaat’le olan beraberliğinden sonra araları açılmıştı. Hatta kaç kez şehidi tehdit etmişlerdi. Bu yüzden şehid kendileriyle fazla içli dışlı olmuyor, sıla-i rahim gereği yaptıkları tüm hakaretlere karşın onlardan bağlarını koparmamaya özen gösteriyordu.

Şehadetinden sonra bu yakın akrabaları, taziyeye birkaç gün gelmekten başka bir şey yapmamışlardı. Her zaman olduğu gibi yine İslami Cemaat şehidin taziyesine ve ailesine sahip çıkmıştı. Çevre il ve ilçelerden gelen misafirlere de yemekler verilmek suretiyle şehidin taziyesi en güzel şekilde yapılmaya çalışılmıştı.

Fatma, ziyaretçilerin artık gelmemesi üzerine eve dönmüştü. Babasının Şehadeti onun azmini katlayarak arttırmıştı. Bunun için taziye bitiminden hemen sonra tekrar cami işine geri dönmüştü. Bugün de cami arkadaşları eve geleceklerdi. Onları beklerken Kur’an-ı Kerim okumakla meşgul olup vaktini değerlendirmeye çalışıyordu.

Zilin çalması üzerine ayağa kalkıp Kur’an-ı Kerim’i kılıfına koyarak duvara astı. Zilin çaldığını duyan Asya hanım, kapıyı açmak için oturma odasından salona geçmişti.Fatma da kapıyı açmak için salona gelmişti. Kaynanasını görünce:

-Ben açarım, siz rahatsız olmayın, diyerek kapıyı açmak için kapının önüne gidip “Kim o?” diye seslendi. Kapının ardındakilerden biri;

-Benim, Zehra, dedi.

Zehra cevabını alan Fatma, kapıyı açtı. Kapıda Zehra ve Sümeyye vardı. Zehra selam vererek içeri girdi. Fatma selamını karşılayıp hoş geldiniz diyerek buyur etti. Onları oturma odasına geçirdi. Çarşaflarını çıkarıp oturduktan sonra Fatma:

-Tekrar hoş geldiniz. Görüşmeyeli iyisiniz inşallah. dedi.

-Allah razı olsun çok iyiyiz.

-Fatma, kaç gündür camiye gitmemişti. Bunun için bir müddet hal-hatır faslı devam etti. Onlar konuşurlarken Asya hanım da misafirlere hoş geldin demek için yanlarına gelmiş, konuşmaya dalmışlardı. Onlar konuşurlarken zilin tekrar çalmasıyla Fatma kapıyı açmaya gitti.

Emine, Sultan ve Mevlüde’nin gelmesiyle arkadaşlar tamamlanmıştı. Biraz cami ve cami öğrencileri üzerine konuşup cami öğrencilerini ve ders durumlarının değerlendirmesini yaptıktan sonra ziyaretler üzerine konuşmaya başladılar. Fatma:

-Ziyaretlerimizi mümkünse aksatmadan yapmalıyız. İlgilendiğimiz arkadaş, akraba, komşuları vs. periyodik bir şekilde ziyaret edip onlarda gördüğümüz eksikliklerle ilgili kendileriyle sohbet edip İslam’ın bu konulardaki tutumunu ve emirlerini anlatmalıyız. Bu şekilde yapılan ziyaretlerde ne yapılması gerektiği konusunda karşılıklı görüş alış-verişi yaparak sıcak bir sohbete dalmışlardı. Fatma devamla: “…Şehid ve tutuklu ailelerimiz bizim için çok değerliler. Onlara en güzel ilgi ve alakayı göstermeliyiz. Programlı olarak ziyaretlerimizi aksatmadan sürdürmeliyiz. Şunu unutmayalım ki, bizler de her an aynı duruma düşebiliriz. Ki Zehra ve Mevlüde bacılar da bu ailelerdendirler” dedi.

Kendisinden söz edilince Zehra:

-Gerçekten şehid ve tutuklu ailelerinin maddi ve manevi olarak desteğe çok ihtiyaçları var. Babası şehit olan çocukların, kocaları şehid olan kardeşleri, tutuklu eşi ve çocuklarının durumlarını ve yaşadıkları zorlukları ancak onlar ve onlara yakın olanlar bilir, dedi.

-Gerçekten öyle… Ben babamı kaybettikten sonra bunu çok daha iyi anlıyorum. Kaybedilenlerin boşluğu hep yaşanıyor. Bunun için de o boşluğu doldurmak için gözler hep birilerini arıyor. Ben, başım sıkıştığında babamın yanına gider, onun nasihatleriyle ferahlardım. Bir de küçücük yaştaki çocuklar acaba onlar nasıl?.. sözünü bitirememişti. Gözyaşlarına hakim olamayıp ağlamaya başlamıştı. Sanki çocukların “Babamız nerede, niçin eve gelmiyor?” sedalarını işitiyordu. Diğerleri de ağlıyorlardı. Gözyaşları içinde Sümeyye de:

-Eğer bu çocuklara ve kardeşlere sahip çıkmazsak bizlere yazıklar olsun. Ağzımızdaki lokmayı çıkarıp onlara verecek dereceye gelmeyinceye kadar hakkıyla iman etmiş sayılmayız, dedi.

Sultan:

-Yemeği önümüze her koyuşumuzda şehid ve tutuklu ailelerini, Filistin’deki, Çeçenistan’daki, Afganistan’daki ve dünyanın diğer yerlerindeki mazlum Müslüman halklar, zulüm altında inleyen çocuk, kadın, yaşlı müstad’afları düşünmeden ve onlara dua etmeden yersek, çekilen eziyet ve meşakkatlerden gafil olmakla beraber kardeşliğimizin… daha fazla konuşamamış, kelimeler boğazında düğümlenmişti.

Emine Sultan’a destek verdi:

-Müslümanın Müslüman üzerinde hakkı vardır. Zor durumdaki Müslümanlara gücümüz yettiğince maddi olarak yardım etmeliyiz. Bu o kadar zor bir şey değil. Mesela yiyeceklerimizden bile tasarruf yapıp yardımda bulunabiliriz. Kendisi ve ailesi aç iken ekmeğini başkasına veren Hazreti Ali’yi ve onun bu davranışını hiç unutmamalıyız. Kardeşlik, fedakârlık, isâr, tesanüt… işte budur.

Mevlüde:

-Allah Resulü (as) bir hadislerinde, “Zor durumda olan bir müslümanın, “Ey Müslümanlar! Yardıma gelin!” sedasına cevap verilip ona yardım edilmezse; orada ya Müslüman yoktur ya da bu nidayı işitenler Müslüman değildirler” buyuruyor. Mazlum Müslüman halkların avaz avaz imdat etmeleri, Müslümanları yardıma çağırmalarına kulak tıkayan Müslümanlara, bu hadisi hatırlatmak gerek. Çeçenistan’ın, Filistin’in, Afganistan’ın, Keşmir’in… ve bizlerin sesini duymuyorlar mı, dedi.

-Peki ya ülkemizdeki müslümanların, burunlarının dibindeki bunca acı ve gözyaşını görmüyorlar mı? Yüzlerce şehitten, binlerce yetimden, binlerce tutukludan bihaber midirler? Okul önlerinde coplanan, başörtüleri çıkartılan binlerce kardeşi görmüyorlar mı? Yüreğimizdeki bu yara ne zamana kadar kanayacak? Ya Rabbi! Sen yardım et!



Bu günkü konuyu Emine hazırlamıştı.

-Tevafuka bakın ki bugünkü konuyu Allah yolunda infak olarak almıştım. İstiyorsanız hazırladığım konuyu sizlere aktarmaya çalışayım.

Euzu-besmele çekip “Allahu Teala Kur’an-ı Kerimde, “…Onlar gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızk olarak verdiğimiz şeylerden de infak ederler” buyuruyor” dedi.

Müminlerin özelliklerinden biri de infak etmeleridir. Çünkü onlar ellerindeki servet ve paraların asıl sahibinin Allah olduğunu başlangıçta itiraf ederler. Bilirler ki sahip bulundukları şeylerin yaratıcısı kendileri değildir. Bunlar rızk olarak Allah tarafından kendilerine bahşedilen bir ikramdan ibarettir. İşte bu itiraf ve şuur neticesinde müminler Allah’ın fakir ve zayıf kullarına karşı iyilik, ikram kapılarını açarlar. Bu kapıların açılması kulların birbirine karşılık kardeşlik duygusunu, insanlık şuurunu ve beşeri tesanütü meydana getirir.

Bu sıfatların kıymet ve ehemmiyeti insandaki cimriliğin ve egoistliğin zail olup yerini iyiliğe, cömertliğe terk etmesiyle meydana çıkar. Aynı zamanda bu sıfatlar, hayatı çalışma ve ihtiraslardan uzaklaştırıp sevgi ve yardımlaşmaya sevk eder. Zayıf ve çaresizlere tam bir emniyet sağlayarak onlara vahşet ve hırs pencereleri arasında değil, kalplerde, gönüllerde yaşadıklarını hissettirir.

Yüce Allah, Bakara Suresinin 177. ayetinde; “Yüzlerinizi doğu veya batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Lakin iyilik, Allah’a, ahiret gününe,meleklere, kitaplara, peygamberlere iman eden, malını seve seve yakınlarına, yetimlere, miskinlere, yolculara, dilenenlere ve köleleri, esirleri kurtarmaya sarf eden, namazı dosdoğru kılan, zekatı veren, muahede yaptıklarında ahitlerini yerine getiren, sıkıntıda, hastalıkta ve şiddetli savaş anında sabru sebat gösterenlerindir. İşte sadık olanlar da onlardır, muttaki olanlar da..” diye buyuruyor.

Emine, ayeti kerimeler, hadisler ve alimlerin sözleri ile infak, sadaka üzerine güzel bir sohbet yapıyordu. İnfak ve sadakanın hiçbir zaman aksatılmaması, her fırsatta verilmesi gerektiğini dile getiriyordu. “Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz” ayetindeki israfın; ele geçen maldan, sadaka veya infakın verilmemesi anlamına da geldiğini dile getirerek “Yarım hurma ile de olsa sadaka veriniz” hadisiyle; İslam’ın bu konudaki teşvik ve hassasiyetini kendisine ve arkadaşlarına hatırlatıyordu.

Sohbet bitip kalkarlarken Emine, Fatma ile yalnız konuşmak istediğini söyleyince, Fatma diğerlerine,

-Müsaade ederseniz biz beş dakika Emine kardeş ile diğer odaya geçeceğiz. Sizi fazla bekletmeyiz, diyerek Emine ile odadan çıkıp başka bir odaya geçtiler.

-Evet Emine kardeş, seni dinliyorum.

-Yok, bir şey soracak ya da söyleyecek değilim. Mahcup bir şekilde parmağından yüzüğünü çıkarıp Fatma’ya uzatarak,

-Bunu infak etmek istiyorum. İnşallah Rabbim kabul eder, dedi.

-Canım kardeşim, senin ihtiyacın var. Allah ihtiyaçtan arta kalanı diyor. Bunun için almak istemiyorum. İnanıyorum ki cemaat de kabul etmez.

-Kardeşini nefsine tercih etmek olan isârı yapmak Allah’ın buyruğuna aykırı değildir. Ben de bunu yapmak istiyorum.

-Tamam, Allah hayrını kabul etsin.

Sümeyye, Zehra, Sultan ve Mevlüde de aynı şekilde birbirlerine fark ettirmeden kimi bir bilezik, kimi yüzük, kimi de biraz para çıkarıp vermişlerdi. Hepsi gücüne göre, imkanları dahilinde bu büyük sevabı kazanmaya çalışmışlardı. Fatma da elinden çıkardığı bir bileziği kendisine verilenlerin üzerine ekleyerek arkadaşlarına katılmıştı. Böylece kendileri bizzat söylediklerinin failleri oldular. Bu işe ilkin kendilerinden başlamışlardı.

Misafirler gitmiş, vakit ikindiye gelmişti. Fatma mutfağa geçip yemek yapmaya başladı. Yemek yaptığında midesi bulandığından genelde kaynanası yemek yapıyordu. Yine de mutfağa geçer, yemek yapmak için hazırlık yapardı. Mutfağa geçip yemek yapmaya çalıştığını gören kaynanası biraz sitem etti:

-Kızım kaç kez şu mide bulantın geçmeden buraya gelme dedim.

-Bir iki gün değil ki… Daha birkaç ay var. Bu süre zarfında hep siz mi yemek yapacaksınız?

-Evet, ben yapacağım. Çocuğun doğana kadar yemek işi bana ait. Çocuğunu dünyaya getirdikten sonra tekrar sen yaparsın. Seni bir daha burada görmeyeyim!

….Akşam yemeği yenmiş, namaz da kılınmış olduğundan, Hamdullah ve Fatma kendi odalarına çekilmişti. Hamdullah’ın, Fatma’ya bir sürprizi vardı. Akşam geldiğinde söylemiş, ama göstermemişti. Fatma merak içinde olduğundan odaya gelir gelmez hücuma geçti.

-Beni merak içinde bırakmak hoşuna gidiyor değil mi? Saatler geçmiyordu bu akşam, biliyor musun?

-Yok, nerden bileyim? Merak içinde olan sendin, ben değil..

-Tabi senin için hava hoş, sürprizi yapacak olan sensin nasıl olsa.

-Seni meraklı görmek hoşuma gidiyor, hele etrafımda fıldır fıldır dönmen yok mu?

-Öyle mi? Bundan sonra zor görürsün. Ben de umursamam olur biter.

-Umursamayacağına inanıyor musun?

-Nerde… bende bu merak olduktan sonra beni çok etrafında döndürürsün. Ama ben de bunun altında kalmam.

-Ne yapabilirsin ki?

-Ne mi yaparım? Ben de seni meraktan çıldırtırım.

-Yapabilirsen yap.

-Beni lafa tutup oyalıyorsun. Hadi göster de beni fazla meraklandırma. Biliyorsun hamile kadınlara fazla heyecan iyi değil.

-Seni heyecanlandırmamak ve üzmemek için önce ne olduğunu söyleyeyim.

-Tamam, olur.

-Annenden, babanın bir fotoğrafını alıp büyüttüm. Sürprizim buydu.

Bunu duyunca hüzünlendi.

-Görebilir miyim?

-Getireyim.

Büyütüp çerçevelettiği fotoğrafı sakladığı gardırobdan alarak getirip Fatma’ya verdi. Fotoğraf sarılıydı. Önce onu kanepeye oturttu ve

-Şimdi açabilirsin, dedi.

Elleri titriyordu Fatma’nın. Açmak için elini her uzatışında eli geri geliyordu. Bir türlü açmaya cesaret edemiyordu. Öylece kalmıştı. Canı, babası aylar öncesine kadar da hayatta idi. Evet, şehadetinin üstünden yaklaşık altı ay geçmişti. Acısı hâlâ taze idi. Fotoğrafı Hamdullah’a uzattı.

-Al, sen aç, ben yapamayacağım.

Fotoğrafı alan Hamdullah açmaya başladı. Açma işlemi bitmişti. Fotoğrafı Fatma’ya uzatırken;

-Taziyede bile cesaretini kaybetmeyen sen, şimdi neden böyle? dedi.

-Orada öyle olmam gerekirdi. O esnada zayıflık göstermek, biz muvahhid ve muvahhidelere yakışmazdı. Ayrıca, İslam’ın yasakladığı bir şeyin olmasına da izin veremezdim. Ama şimdi…

Sözünü bitirememiş, gözleri dolmuştu. Fotoğrafı çevirip babası ile karşılaşınca gayri ihtiyari “baba” dedi. Fotoğrafı defalarca öptü. Öperken gözyaşları da akıyordu. Bir süre fotoğrafa gözlerini dikip ağladı.

-Babamın şehid olacağını hayal dahi edemiyordum. Çünkü muvahhidlerle beraberliği sadece iki yıl olmuştu. Ben bile ondan çok önce şuur kazanmıştım. Oysa o bizi geçti. Şehadet ne garip şey!..

-Evet, hem garip ve hem de sahip. Öyle bir garip ki, ne çok çalışılarak ulaşılır, ne de çok ibadet ederek. İşte garipliği burada. Her şeyi bilen Allah, bazı kullarını seçiyor. Ne şekilde ulaşıldığını ise ancak Allah biliyor. Hem sahiptir; Allah’ın rızasına, kabir, kıyamet, haşr hesaplarından muaf tutulmaya, Peygamberler komşuluğuna, şefaate ve hakiki aşka…

Dalmıştı Hamdullah. Gözleri farklı bakıyordu. Fatma şimdiye kadar Hamdullah’ın gözlerinde böylesi bir ifadeyi görmemişti. Merakla sordu.

-Neden daldın?

-……

-Duyuyor musun?

-Evet duyuyorum.

-Çok acayip bakıyordun. Bir şey mi oldu?

-Hayır, diyerek ayağa kalktı ve dolaptan kayınbabasının fotoğrafının büyüklüğünde ikinci bir fotoğraf getirip Fatma’nın yanına oturdu.

-Bu da bir şehidin fotoğrafı mı?

-Evet, en sevdiğim, can dostumun fotoğrafı. Çoktandır büyütmek istiyordum. Nihayet kısmet bu güneymiş.

-Açsana, yoksa sen de benim gibi…

-Böyle büyük şahsiyetlerin önünde heyecanlanmamak…

-Yine meraklandırıyorsun.

-Tamam, açıyorum.

Fotoğrafı açıp Fatma’ya gösterince, Fatma’nın yüzünde taaccüp ifadesi belirmişti. Sanki donmuştu. Baktığı fotoğraf yabancı değildi. Evet evet, Hasan ağabeyisiydi. Hem de ta kendisi…

-Hayırdır, n’oldu da böyle tuhaflaştın?

-Bu Hasan ağabey! Bu onun fotoğrafı. Ne zaman oldu? Aman Allah’ım!..

-Tanıyor musun?

-Tanımaz olur muyum? Çocukluğumuz beraber geçti. Daha sonra onlar bizim mahalleden ayrıldılar. En son onu yıllar önce görmüştüm. Çok ilginç bir karşılaşma olmuştu.

-Nasıl ilginç, anlatabilir misin? Merak ettim doğrusu.

-Lise 3’te okuduğum yıldı. Bir arkadaşım ile çay bahçesindeydik… Böylece meseleyi uzun uzun anlattı.

-Hasan, o tür konularda çok hassastı. Bazen yolda giderken, başını önünden kaldırmadığı için ona “Dikkat et. Bu şekilde birilerine çarparsın” deyince; “Bir şey olmaz” derdi.

-Hasan ağabey ne zaman, nerede şehid oldu?

-Hasan iki yıl önce camiden çıkarken…

Hamdullah, Hasan’ın şehadetini detaylı bir şekilde anlattı. Fatma gözyaşları içinde dinlemişti.

-Hasan’da gerçekten aşk vardı. Çünkü, aşık her yönüyle maşukuna kavuşmak için can atar, yanıp tutuşur. Ayrılıktan dolayı benzinin solduğunu görürsün. Aşık, maşukunun karşısına geçtiğinde kızarır. Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi çarpar. Heyecandan konuşamaz ya da zorla konuşur. Bu özellikleri taşıyan İmam Seccad’ı hep örnek alırdı kendisine. “Ne zaman ki bu dereceye ulaştık, o zaman aşık olduğumuzu söyleyelim.” Derdi. Oysa ki o, canını hiç gözünü kırpmadan feda edecek kadar aşıktı. Aşkın içinde, fakat farklı bir makamda olduğunu bilmiyordu. Ya da söylemiyordu.

-Bazen düşünüyorum da, insan için en tatlı olan şey canıdır. Oysa ki bugün canlar feda ediliyor. Filistin’de ölüme gidiliyor. Biraz sonra paramparça olacağını bilerek gidiyor. Çeçenistan’da, burada ve dünyanın her yerindeki müslümanların içinde bulundukları durum, onların ne kadar aşk yüklü olduklarını gösteriyor.

-Allah Resulü (as), “Bir gün gelecek İslam kor ateş olacak, tutsan elin yanar; bıraksan imanın gider” buyuruyor. Bugün aynen o gündür. Dünyanın her yerinde kafirler birleşmişler ve en vahşi yöntemlerle Müslümanlara saldırıyorlar, onları katliamlardan geçiriyorlar, yurtlarından sürüyorlar. Bu zulümlere, işkencelere, baskılara, vahşi yönetimlere başkaldırıp izzetle ölmeyi, zillet ile yaşamaya tercih edenler, fenafillah olmuşlardır. Onlar, istiğrakı bilfiil mücadelede bulmuşlardır.

-Düşünüyorum da.. Dünyadaki İslami mücadele içinde olan kimi yerlerdeki müslümanların mücadelesi dünya Müslümanlarına yansımayan ya da sadece kendi mıntıkaları ya da bölgelerince bilinen mücadeleler. Oralarda yaşanan acılar. Aman Ya Rabbi! Bu ne kadar da zor.

-Çok doğru, gerçekten bazı yerler var ki içinde bulundukları zulüm ve işkenceleri, mücadeleleri, yoklukları çok az biliniyor. Mesela Burma Müslümanları; belki de ismi bile çok az duyulmuş bu ülkede Budistler hüküm sürüyor. 1942 yılında yüz bin müslümanın ölümüyle sonuçlanan Arakan’daki katlim gerçekleşmişti.

1962 yılında askeri darbe ile yönetimi ele geçiren komünist Newin 62-84 yılları arasında yirmi bin Arakan müslümanının ölümüne, yüzlerce kadının tecavüzüne sebep olmuştur. Bu ülkede 1942-1996 yılları arasında iki yüz bin kişi katledilmiş, yirmi bin kadına tecavüz edilmiş, beş bin cami yakılıp yıkılmış, elli bin de kayıp var.

-Geçenlerde bir yerde okumuştum, Filipinlerde diktatör Marcos denilen şahsın iktidarı ele geçirmesiyle on bini kadın ve çocuk olmak üzere elli bin müslümanı katlettiği belirtiliyordu. Ne kadar vahşi barbar olduklarını da şöyle bir olayla anlatıyordu: “…Bayan Kassam’ın kocasının üzerinde tepiniyorlardı. Parçalanan kafatasının içinden aldıkları beyin parçalarını etrafa saçıyorlardı. Diğer silahlı milisler ise yerlere saçılan beyin parçalarını kapışarak yiyorlardı. Onlara göre bu onları ölümsüzleştirecekti.” İşte vahşet, işte barbarlık, hayvanlığın en düşük derekesi..

-Hindistan’da medeni dünya dedikleri bu günde insanlar diri diri yakılıyor. Camilerde ibadette olanlar ya da evlerde yakılıyorlar. Binlerce insan katledilirken kimsenin gıkı çıkmıyor.

Hamdullah ve Fatma sohbete dalmışlardı. Aslında Hamdullah haftada bir gün çeşitli konularda Fatma ile sohbet yapıyordu. Bunu programlı yapıyorlardı. Bazen fıkıh, tefsir, siyer gibi İslami konularda, bazen de toplumsal konular ile dünya Müslümanları ile ilgili sohbetler, bazen çocuk terbiyesi ve eğitimi ile ilgili sohbetler yapıyordu.

Bugün programları yoktu, ama şehitlerin kanı, bereketini göstermiş, onları boş konuşmaktan alıkoymuştu.



Hamdullah, erken uyanmış, Hicran’ın beşiğine eğilerek onunla oynuyordu. Hicran senesini doldurmak üzere idi. Yavaş yavaş yalpalaya yalpalaya yürümeye çalışıyordu. Küçük yaşına rağmen uzun siyah saçları, yeşil gözleri, tombul beyaz yüzüyle görenlere, “Maşallah” dedirtecek güzellikteydi. Doğduğundan beri evin sevinç yumağı olmuştu. Elden ele gidip geliyordu. Asya hanımın hemen tüm zamanı Hicran ile ilgilenerek geçiyordu. Kocası da eve geldiğinde ondan farksız davranmıyordu. O da tam bir yumurcak olduğundan onu sevmemeleri elde değildi.

Hamdullah daha fazla dayanamamış, Hicran’ı yatağından çıkararak kucağına almıştı. Bugün çok farklı duygular içerisindeydi. İçindeki sıkıntıyı dağıtmak için Hicran’la oynamaya devam etti. Babasının yaptığı ilgi ve mimiklerine kahkahalarla gülüyordu Hicran.

Mutfakta kahvaltı ile uğraşan Fatma, Hicran’ın gülüşlerine dayanamamış, odaya gelmişti.

-Ooo, Allah neşenizi artırsın. Baba kız sabah kuşlarının ötüşü gibi gülüşlerinizle evi şenlendirmeye başlamışsınız bakıyorum.

-Hicran kızım, sen de anneye; babam, “Gülü görünce bülbül şakırdır tabi ki!” diyor, de.

-Dilerim gül, hep gül kalır da bülbül şakımaya devam eder.

-Eder eder, meraklanma… Kahvaltı ne alemde, çok açım.

-Siz hazır olunca kahvaltı da hazır olur.

Hamdullah, lavaboya yönelirken içindeki manasız duygular tekrar sıkmaya başlamıştı. Hayırdır inşallah, dedi kendi kendine.

Abdest alıp Duha sünnetlerini kılınca bile manasız ya da onun manalandıramadığı duygular onu bırakmamıştı. Namazını bitirince uzun uzun dua etti. İçindekilere bir anlam vermeye çalışıyordu.

Bu dalgınlıkla sofraya oturdu. Kimseye fark ettirmemek için gülümsüyor, kardeşleriyle şakalaşarak ortamı neşelendiriyordu.

Kimse dalgınlığını fark etmemişti. Yalnız Fatma’nın gözünden kaçmamıştı. Ama uykudan uyanmış birinin mahmurluğuna yorumlamış, nedenini sormamıştı. Evden çıkarken sanki bir daha dönmeyecek hissiyle şiddetle sarsıldı.

Erkeklerin çıkmasıyla ev işlerini yapmaya hız vermişti Fatma. Kaynanası, Hicran’la ilgileniyor, kendisi ve görümceleri de ev işleriyle uğraşıyorlardı. Hamdullah’ın gidişinin üzerinden bir saat geçmişti ki kapı hızlı hızlı vuruldu. Hayırdır inşallah, diyerek kapıya doğru ilerledi Fatma.

-Kim o?

-Benim abla, aç kapıyı.

Kapıyı açınca, karşısında küçük kardeşi Ahmet’i gördü.

-Ne oldu canım, niye bu kadar heyecanlısın?

-(Heyecanla) Camiyi bastılar! Eniştemi aldılar!..

-Kim camiyi bastı, enişteni kim aldı? Hele dur sakin konuş.

-(Çocuk nefes nefese kalmıştı) Polis camiye baskın yaptı. Eniştemi ve diğer hocalarımızı tutukladılar.

Fatma, soğukkanlılığını kaybetmemişti.

-Ne zaman baskın yaptılar, kaç kişiydiler?

-Bir minibüs dolusu geldiler. Ellerinde kocaman silahlar vardı. Camiyi basıp her tarafı aradılar. Çocukları dövdüler. Bir daha camiye gelmeyin, dediler.

-Peki ya enişten nasıl yakalandı, arka kapıdan çıkıp kurtulamaz mıydı?

-Eniştem ve Hüseyin ile Orhan hocalarımız çocuklara ders veriyorlardı. Polisler aniden içeri girince hiçbir yere kıpırdayamadılar.

-Peki, sadece enişten mi yakalandı?

Bunu Asya hanım, endişeli bir şekilde sormuştu.

-Hayır, Hüseyin ve Orhan hocaları da yakaladılar.

-Nereye götürdüler peki? Diye telaşla sordu Zeliha.

-Ne bileyim? Zaten çocuklardan da bazılarını tutukladılar. Diğer çocukları da dövüp camiden çıkardılar. Bir daha gelirseniz sizi yakalarız, dediler. Ben de zar zor kaçtım. Yoksa beni de yakalayacaklardı.

-Tamam tamam, endişelenmeyin. Dayıma telefon açıp haber verelim. Emniyetten sorsun, gerekirse oraya gitsin. Onu yalnız bırakmasın. Nerede olduğunu belki bu şekilde öğreniriz.

Fatma’nın bu sözleriyle Asya hanım hemen telefona sarılıp eşini aradı.

-Alo, mala me xerabu (ocağımız yıkıldı?)

-Ne oldu, ne bu telaş?

-Hamdullah gırtıne. (Hamdullah yakalanmış)

-Ne zaman?

-Bir saat önce camiyi basıp almışlar.

-Sadece o mu yakalanmış?

-İki arkadaşı da beraberinde yakalanmış. Biri Hacı Abdullah’ın oğlu Hüseyin.

-Nereye götürmüş olabilirler?

-Fatma, emniyete gidip sorsa iyi olur, diyor.

-Tamam.

-Gerekirse bir avukatla beraber gitsin daha iyi olur, diyor.

-Tamam tamam, meraklanmayın.

-Me bé xeber ne héle (bizi habersiz bırakma.)

-Bir netice alır almaz sizi haberdar ederim.



Camiden çıkarılıp minibüse, montları kafalarına geçirilerek bindirilmişlerdi. Komiserleri olacak ki telsizle “Paketleri aldık, geliyoruz” diye anons etti. Minibüs biraz dolaştıktan sonra neresi olduğu sadece polislerce bilinen bir yere götürüldüler. Minibüste başları hep eğik olduğundan nereye götürüldüklerini bilmiyorlardı. Arabanın durması ile birkaç polis arabadan inmiş, bir kaçı da minibüste kalmıştı. Polislerden biri:

-Ne laf anlamaz adamlarsınız. Daha önce de yakalanmadınız mı? Niçin akıllanmıyorsunuz? Aptal herifler!.. dedi.

Minibüsten inen polislerin dönmesiyle inme vakti gelmişti.

-İnin bakalım, çabuk çabuk çabuk!.. Eğ başını kaldırma! Kafalarına mont geçirilmiş, başları eğik bir şekilde hızlı adımlarla bir binaya, bir bilinmeze doğru ilerlediler.

-Eğ başını diyorum sana! Kaldırma, dikkat et basamak (!) Bu arada gözlerine maske takılmıştı.

Birkaç basamak çıktıktan sonra onları götürmekte olan polislerden biri

-Sağa dönün, çabuk çabuk çabuk!.. diyerek çekiştirip bir iki koridor döndükten sonra bir masanın başında durdurdu.

-Ceplerinizdeki tüm eşyaları çıkarıp masaya bırakın, dedi.

Ceplerinde ne varsa boşalttı üç genç adam. Gözlerine maske takıldığı için hiçbir yeri göremiyorlardı. Polislerden biri:

-Kemerlerinizi ve ayakkabı bağlarınızı da çıkarın, dedi.

Bunlar da çıkarılıp polisler tarafından tekrar üzerleri iyice arandıktan sonra her biri ayrı bir yerde, elleri kelepçeli bir halde bekletilmeye başladılar. Polislerden biri:

-Sesiniz çıkmasın tamam mı? Diye bağırarak ayrıldı oradan.

Bir süre sonra;

-Gel bakalım, çabuk yürü.

-Hiçbir şey görmüyorum ki…

-Fazla konuşma da yürü. (Elinden tutarak Hamdullah’ı götürüyordu polislerden biri.) Dikkat et, önünde basamak var. Kaldır ayağını.

Bir iki koridor dolandıktan sonra içeride kalabalık birilerinin olduğu bir odaya girmişlerdi. İçerideki polislerden biri: “Gel bakalım gel gel gel.” Diyerek elinden tuttuğu Hamdullah’ı odanın bir tarafına götürdü. Gözleri bağlı olduğundan hiçbir şey göremiyordu. Sadece sesleri işitiyordu. Bir sandalyeye oturtulduktan sonra sorgucu polislerden biri şöyle dedi:

-Nerede olduğunu biliyor musun?

-Hayır.

-Güneydoğu’nun işkence merkezindesin. Buraya gelip de işkence görmeyen kimse yoktur. Ya güzellikle konuşursun, ya da biz seni konuştururuz. Adın neydi senin bakalım?

-Hamdullah…

-Baba adın…

Kimlik bilgilerini detaylıca aldıktan sonra aynı polis;

Bak Hamdullah, seninle anlaşalım. Sen bizi üzmeden kendine de eziyet çektirmeden, istediğimiz sorulara cevap ver. Biz de seni hemen serbest bırakalım. Aksi halde olacaklardan biz sorumlu değiliz. Tamam mı? Dedi.

-Cevap verebileceğim şeylerse, neden cevap vermeyeyim ki?..

-Güzel, anlaştık öyleyse. Şimdi, örgüte ne zaman, kimin aracılığıyla katıldın?

-Hiçbir örgüte katılmış değilim. Ne dediğinizi bilmiyorum.

-Bak Hamdullah! Biz seninle ilgili her şeyi biliyoruz. İnkar etmenin bir faydası yok. Kendine eziyet etmekten başka bir işe yaramaz.

-İnanın ağabey, ne dediğinizi bilmiyorum.

-Ağabey yok. Komutanım diyeceksin. Yavaş yavaş kızmaya başlıyorum. Cami sorumlunuz kim?

-Cami imamı.

Komutan (polis) bağırdı.

-Lan, çıldırtma beni!

Odada bulunan diğer bir polis söze girdi.

-Hamdullah, koçum, üzme komutanı. Fazla bir şey istemiyor. Sorduğu sorulara cevap ver. Ne senin başın ağrısın, ne de bizim.

-İnanın doğru söylüyorum. Hiçbir örgütle ilgim yok.

-Peki oğlum, madem öyle, camide çocuklara neden ders veriyorsun, cami imamı yok mu?

-Cami imamı var. Ben de onun yanında okuyorum. O bulunmadığı zamanlarda öğrencilere ben ders veriyorum.

Komutan diğer polislere döndü.

-Bunun laftan anlayacağı yok. Onu diğer odaya alın.

Odada bulunan polislerden biri Hamdullah’a hitaben:

-Hamdullah aklını başına al. Bak komutan sana iyi davranıyor. Bunu sûistimal edip onu üzme.

-…..

-Geçen sefer niçin yakalandın, dedi komutan.

-Camide ders veriyordum. Bu seferki gibi baskın yapıp yakalamışlardı.

-Sana gitme demediler mi, neden laf anlamıyorsunuz?

-Yanlış bir şey yapmıyoruz ki… Camide Kur’an-ı Kerim okuyup imama yardımcı oluyorum.

-Ulan it!.. diye bağırdı ve.. Hamdullah yüzüne gelen sert yumruklarla sarsılmıştı. Gözleri bağlı olduğundan nereden ne şekil geldiğini görmemişti. Aldığı yumruk darbelerinden gözleri kararıp başı dönmüştü.

-Çocuk mu kandırıyorsun? Camide imama yardım ediyormuş!.. senin güzel laftan anlayacağın yok. Alın şunu götürün. Bir banyo yaptırıp getirin.

Odadaki polislerden biri,

-Kalk bakayım, üzerindeki elbiseleri çıkar. Hiçbir şey kalmasın, dedi.

Ayağa kalkan Hamdullah, üzerindekileri çıkarmaya başladı. Nihayet iç çamaşırlar kalmıştı. Durduğunu görünce polis,

-Ne duruyorsun, çıkarsana! Diye bağırdı.

-Bunları çıkarmam.

-Çıkarmaz mısın, diyerek tekme tokatlarla dövmeye başladı. Bu dayak faslına, içerideki diğer polisler de katılmıştı. Üzerindekileri zorla çıkararak kollarından tutup tuvaletlerin bulunduğu yere götürdüler. Lavabo ve tuvaletlerin arasındaki koridorda hortumla üzerine su dökmeye başlamışlardı.

Ocak ayı olduğundan ısı sıfırın altında idi. Buz gibi suyun vücuduna değmesiyle tir tir titremeye başlamıştı. Çenesini bir türlü zaptedemiyordu. Çenesi bir aşağı, bir yukarı o kadar hızlı inip kalkıyordu ki, neredeyse dişlerini kıracaktı. Şiddetli rüzgarda savrulan yaprak misali titriyordu. Polis suyu vücudunun her tarafına sıkıyordu. Buz gibi suyun altına tutulması yetmiyormuş gibi haya bölgesine gelen tazyikli sudan karın ağrısı da çekiyordu. Hamdullah, vücudunun titremesinden artık hiçbir şey düşünemiyordu. Bur müddet bu halde soğuk suya tutulduktan sonra polisler kollarından tutarak, “Gel bakalım, önüne dikkat et düşmeyesin. Başımıza bela olursun sonra” diyerek tir tir titreyen Hamdullah’ı aynı odaya götürdüler.

-Gel bakalım, gel gel… Otur bakalım.

Yere oturtulmuştu bu defa. Sandalye vermemişlerdi. Çok soğuk bir rüzgar esiyordu. Acaba pencere mi açık diye düşündü. Buz gibi suyun altında ne kadar kaldığını bilmiyordu. Kemiklerine kadar üşüdüğünü hissediyordu. Soğuk su yetmezmiş gibi, şimdi de şu hava. Neyin nesi diye, düşündü. Komutanın,

-Esen havayı merak ediyorsun değil mi? Sorusuna,

-Evet, demişti zorlanarak. Titremekten konuşamıyordu. Esen havadan dolayı titremesi artmıştı.

-Eğer sorularımıza doğru cevap verirsen çayını içer, yemeğini yer, sigaranı içer çekip gidersin. Aksi halde başına gelecekleri tahmin edemezsin. Çürürsün burada… Seni saatlerce bu halde, bu vantilatörün önünde bekletirim. Üzerine su da dökerim. Ciğerlerin çürür. Buradan ömrün boyunca acısını çekeceğin hastalıklarla çıkarsın. Şimdi sana yönelteceğim sorulara cevap istiyorum.

Örgüte ne zaman, kimin aracılığıyla katıldın?

Cami sorumlusu kim, sizi kimler camiye gönderiyor?

Örgütte beraber çalıştığın diğer arkadaşların, ayrıca Hüseyin ve Orhan hakkında da senden bilgi istiyorum. Bunları iyi düşün, yoksa 90 gün boyunca burada kalırsın. Daha önceki yakalanışında bir şey görmedin. Bu seferki diğeri gibi olmayacak. Bundan emin olabilirsin, dedikten sonra diğer polislere:

-Götürüp eski yerine kelepçeleyin. Yemek ve su vermek yok, diye talimat verdi.

Tekrar eski yerine kelepçelenmişti. Yüksek bir yere kelepçelendiğinden oturamıyordu. Elbiseleri de giydirmemişlerdi. Buz gibi havada beton zeminde çırılçıplak bir vaziyette bekletilmişti. Nereden geldiğini bilmediği yüksek sesteki müzik ile içerisi inliyordu. İçinde bulunduğu durum yetmezmiş gibi bir de bu müzik yok mu?!.. Sanki beyninde davul çalınıyordu.

“Ya Rabbim! Sen yardım et. Şahid ol ki Senin dinini yaşamaktan ve kitabını öğretmekten başka yaptığım bir şey yok. Muhakkak ki iman imtihan edilecek. Sen, bu imtihanımda bana yardım et. Kalbimi Sırat-el Müstakimde sabit kıl. Dilime, imanıma mukayyet ol. Beni bunların elinde perişan etme. Beni onlara teslim olanlardan eyleme. Bana güç, kuvvet ver. Sebat, sabır ver. Diğer kardeşlerimin de dillerine, imanlarına mukayyet ol. Onlara da yardım et. Onları da perişan etme. Bizleri, Bilali bir direniş ve onurla çıkar buradan.” Rabbiyle tatlı tatlı söyleşiye başlamıştı Hamdullah. Muhakkak ki O, zor anların en güzel sığınağı, yardımcıların en güzeliydi. Bilal’i düşündü, Habbab’ı, Hubeyb’i, daha önce buralarda şehid düşen kardeşlerini düşündü. Onlardın çektiklerini, başlarına gelen ağır işkenceleri, onların direnişi, teslim olmayışları, sebat ve sabırlarını ve onlara bunca işkenceyi yapanların akıbetlerini düşündü. Bilal’in Bedir’de Umeyye’yi kahru perişan edişini düşündü. Buralarda vahşi işkencelere karşı direnip teslim olmayan yiğitleri düşündü.

Saatin kaç olduğunu bilmiyordu, ama yine de ne olur, ne olmaz, namaz vakti girmiş olabileceği düşüncesiyle namazını kılabilmek için polise seslendi.

-Bakar mısın?!..

-…..

-Bakar mısınız? Diye ikinci kez seslendi. Yüksek sesli müzikten dolayı polis sesini duymuyordu. Tekrar biraz da yüksek sesle bağırdı.

-Bakar mısın? İrade dışı sesi çok yükselmişti. Polis, sesini duymuş öfkeli adımlarla, Hamdullah’ın yanına gelip başına sert bir tokat vurdu.

-Bağırma lan, ne istiyorsun?

-Namaz kılmak istiyorum.

-Ne namazı lan, bu halle namaz mı kılınır?

-Abdest alırsan, elbiselerimi de verirseniz kılınır.

Konuşmada zorlanıyordu. Soğuktan titrediğinden kelimeler ağzından zor çıkıyordu.

-Sana her şey yasak, sonra kılarsın.

-Sonra olmaz ki!.. Namaz vaktinde kılınmalı.

-(Bağırarak) Sonra dedim lan. Laf anlamıyon mu? Yasak yasak, sana her şey yasak. Kaza edersin,kaza… diyerek yanından ayrıldı. Hamdullah;

-Ya rabbim! Sen şahit ol, Sen yardım et, diyerek bu vaziyette gözleriyle namazını eda etmeye çalıştı.

Diğer arkadaşları da bu şekilde namazlarını eda etmişlerdi.



Hamdullah’ın yakalanma haberi hızla yayılmış, eve telefonlar yağmaya başlamıştı. Duyanlar, haberin doğruluğunu öğrenmek için arıyor, “evet” cevabını anıca da, üzüntülerini dile getirerek ne şekilde yardım edebileceklerini söyleyerek yardım teklifinde bulunuyorlardı. Bazı yakın akrabaları eve gelmiş, Asya hanımı ve Fatma’yı teselliye çalışıyorlardı. Üzüntülerini dile getirip, “Camiye gitmeseydi yakalanmazdı” gibi sözlerine Fatma; “Kaderde ne varsa o olur. Hem ayrıca Hamdullah yanlış yaptığı bir şeyden dolayı yakalanmadı. O, camide bizim ve sizin çocuklarınıza Allah’ın kitabını öğretmek isterken yakalandı. Bu da onur duyulacak bir şeydir. Gitmeseydi, camide ders vermeseydi yakalanmazdı, gibi sözler söyleyeceğinize ona ve arkadaşlarına dua edin” diyerek onlara nasihatlerde bulunuyordu.

Fatma, evi temizledikten sonra camiye gitme vakti gelmişti. Camiye gidip olup bitenleri haber vermek, ayrıca Hatice’yi de ziyaret edip durum değerlendirmesi yapmak için hazırlık yaptı. Hicran’ı alıp,

-Anne ben gidiyorum. Hamdullah’tan bir haber alınana kadar size söylediğim yerde kalacağım. Beni nasıl haberdar edeceğinizi de biliyorsunuz, dedi.

-Tamam kızım. Dur gitmeden dayını bir arayayım. Son haberleri de al, öyle git, diyerek telefon numarasını çevirdi.

-Alo!

-Evet,

-Oğlum Şakir, ustan yok mu?

-Asya yenge siz misiniz?

-Evet, benim. Ustan ordaysa bizahmet telefona gelsin.

-Ustam dışarı çıktı. Hamdullah ağabeyimin nerde olduğunu öğrenmek ve durumundan haber almak için tanıdığı birinin yanına gitti.

-Peki aramadı mı, nerde olduğunu öğrenmiş mi?

-Valla yenge hâlâ aramış değil. Bir haber alırsam size bildiririm, dedi. Telefon açarsa sizi arayacağım.

-Hemen ara, tamam mı oğlum. Ha unutmadan gelirse hemen eve gelsin ya da telefon açsın.

-Tamam yenge, söylerim.

Asya hanım telefonu kapattı.

-Bir haber yok kızım. Sen hemen git. Bakarsın buraya da gelirler. Seni almalarına yüreğim dayanmaz. Gözleri dolmuştu, dayanamayıp tekrar ağladı.

-Anne ağlayacağına dua et. Güçlü ol. Oğlun hırsızlıktan, milletin malını gasp etmekten, el alemin namusuna göz dikip namussuzluk yapmaktan yakalanmamış. Kur’an-ı Kerim dersi verdiği için yakalanmış. Onlara dua edin.

Asya hanım gelinini ve torununu bağrına basıp defalarca öptü.

-Dikkatli ol kızım. Camiye de bu aralar gitme. Tamam mı?

-Merak etme anne. İnşallah Yüce Allah, onlara fırsat vermeyecektir. Allah’a emanet olun.

Fatma evden ayrılarak camiye doğru ilerledi. Evde kendini zaptetmiş, duygularına hakim olmuş, ağlamamıştı. Hamdullah’ı düşündü. Gayr-i ihtiyari Hicran’ı bağrına basmış, ona sımsıkı sarılmıştı. Artık dayanamamış gözyaşları boşanmaya başlamıştı. Gözyaşları içinde camiye doğru ilerledi.

Özgürlüğe uçan şehitler şahit

Küfrün örtüsüne kardeleniz biz

İşkencede tekbir, zindanlar şahit,

Kutlu bir sevdanın aşığıyız biz.

Marşını hicabının altında sessizce mırıldanıyordu. Bir müddet sessiz sessiz yürüdü. Sessiz ağlamaya devam ederken,

En güzel din Kur’an dinidir.

Ondan başka yol kurtuluş değildir.

Yaşayalım görelim biz kardeşler

En yüce din İslam dinidir.

Dünyada en üst nizamdır İslam

Zalim, ezenlere karşıdır İslam

Küfrü yıkabilmek için gerekiyor iman

Bizlere rehberdir Hazreti Kur’an

Mırıldana mırıldana ve damla damla gözyaşı dökerek camiye ulaştı. Camiye girmeden gözyaşlarını silip kendini toparladı. Güçlü görünmeliydi. Arkadaşlarını üzmemek için böyle olması gerekiyordu.

Öğrencilerin Kur’an-ı Kerim okuma sesleri geliyordu. Belli ki derse başlamışlardı. Ayakkabılarını çıkarıp bayanlara ayrılan ve ders verilen yere geçti. Selam vererek içeri geçti. İçerde bulunan Zehra, Sultan, Sümeyye ve Mevlüde selamı alarak karşıladılar Fatma’yı. Zehra, Fatma’nın gözlerinde hafif bir kızarıklık hissetmişti.

-İyi misin Fatma, pek iyi görünmüyorsun. Hayırdır inşallah?

-Hayırdır, Allah razı olsun. Gelir misin biraz dışarı çıkalım.

Beraber dışarı çıktılar. Zehra’nın merakı artmıştı. Merakla sordu.

-Fatma, inşallah ciddi bir şey yoktur.

-Her zaman olan şey. Alıştık artık. Herkes gibi bizim de beklediğimiz şey oldu. Bu sabah camiyi basıp Hamdullah, Hüseyin ve Orhan ağabeyleri yakalamışlar. Bunu haber vermeye gelmiştim.

-Allah belalarını versin. Bunlar bizden ne istiyor? Hırsızı, namussuzu, dolandırıcısı, alçağı… dururken camilere dadanmışlar. Sanki Sırbistan’da ya da İsrail’de yaşıyoruz gibi görülmedik baskı ve işkencelere maruz kalıyoruz.

Onlar konuşurlarken Hatice ve Emine de içeri girmişlerdi. Selam vererek yanlarına geldiler. Zehra:

-Hatice, yoksa siz de mi? Dedi.

-Anlamadım!

-Sizin de mi tutuklama haberiniz var?

Hatice biraz şaşırmıştı.

-Fatma, yoksa sen de böyle bir haberle mi geldin?

-Evet, bu sabah Hamdullah’ı, Hüseyin ile Orhan ağabeyleri almışlar. Sende farklı bir haber var mı?

-Ben Hüseyin ağabeyimi ve Hamdullah’ı duymamıştım. Emine ile yolda karşılaştım. M. Ata’yı dün akşam namazından sonra camiden almışlar.

Getirdikleri bu haberler ile alacakları tedbirleri konuştuktan sonra Hatice, Emine ve Fatma’yı yanına alarak eve gitmek üzere camiden ayrıldılar. Eşleri tutuklandığı için polis onları da yakalayıp eşlerine karşı koz olarak kullanabilirdi. Bunun önlemini almak gözaltındakilere büyük bir rahatlık sağlayacaktı.

Onlar bunu bildikleri için en güzel önlemi alma gayretinde idiler.



Vakit gece yarısıydı. Üç genç gözleri bağlı, elleri kelepçelenmiş vaziyette getirilmelerinden bu yana çıplak ve ayakta bekletilmişlerdi. Belli aralıklarla başlarından boca edilerek üstlerine dökülen suyla soğuktan, yorgunluktan, açlıktan bitkin düşmüşlerdi. Sabahtan beri bir şey yemediklerinden ve ayakta beklediklerinden ayakları onları taşıyamaz hale gelmişti. Elleri yüksekçe bir yere kelepçelendiğinden oturamıyorlardı. Vücut ağırlıkları kollarına yüklendiğinden müthiş bir acı veriyordu. Kaç defa namaz için müsaade istemiş olmalarına rağmen izin verilmemişti.

Yüksek sesli müzik hiç kesilmemişti. Bu da başka bir işkenceydi.

Gürültüyle irkildi Hamdullah. Gelen seslerden kalabalık bir grubun içeri girdiği anlaşılıyordu. Çok yorgun olduğundan ve müziğin sesinden konuşulanları net anlamıyordu. Günün hangi saatinde olduğunu da bilmiyordu. “Acaba saat kaç?” diye düşündü. Gürültü olduğuna göre gece yarısı olmalıydı. Çünkü işkenceci polisler hep bu saatlerde sorgulama yaparlardı. Geçen seferki tecrübesinden ve yakalanıp bırakılan arkadaşlarının anlatımlarından bunu biliyordu. Çığlık sesiyle irkildi. Rüya görüp görmediğini anlamak için kulak kabarttı. Evet bağırma sesleri geliyordu. İşte yine bir çığlık, sorguda biri olmalı diye düşündü. Çığlık ve bağrışma sesleri artmıştı. Kim acaba, diye sordu kendi kendine. “Ya Rabbim! Sen yardım et. Bilal’i bir direniş ver. Sebat ver, iman ve dil selametiyle çıkar onu oradan…” duaya dalmıştı. “… onlar ki, otururken, ayaktayken, yanları üzere yatarken Allah’ı zikrederler…” ayetini hatırladı. Ne kadar da ihtiyaçları vardı şu anda.

Ayak seslerinin kendisine yaklaştığını fark etmesiyle dikkat kesildi. Başı omuzu üzerine düştüğünden yanıma gelen polis uykuda olduğunu sanarak kafasına sert bir tokat indirdi.

“Uyuyor musun lan? Burayı otel mi sandın?” Bu arada kelepçesini çözmüştü. Sorguya götürüldüğünü anladı Hamdullah. “Yürü bakalım” diyerek saçlarından tutup çekiştirerek götürmeye başlamıştı. Orta boylu, çelimsiz, sıska vücutlu, tanınmamak için bıraktığı sakalı ve bıyığı birbirine karışmış, 30 yaşlarında, esmer tenli, sigaradan ve belki de esrar içmekten dişleri sararmış, ağzı iğrenç kokan biriydi işkenceci. Götürürken bir yandan da sorular soruyordu. Bir iki koridor dolandırdı, belki ürkütmek için yapıyordu bunu. Gözleri bağlı olduğundan nereye götürüldüğünü fark edemiyordu. Sadece ayaklarının ucunu görebiliyordu. O da çok az görünüyordu. Nihayet sorgu odasına getirilmişti. İçeride sayılarını tam olarak bilmediği, ama kalabalık oldukları anlaşılan bir grup sorgucu aynı zamanda da işkenceci polis vardı. İçlerinden biri:

-Gel bakalım Hamdullah gel gel… diyerek elinden tutup sandalyeye oturmasına yardım etti.

Üşüyordu Hamdullah, hem de çok. Getirildiğinden beri beton üstünde çıplak durumda arada bir üstüne boşaltılan suyla adeta buz deposundan çıkarılan et parçasına dönmüştü. Tek farkla, vücudunun donmaması için kan akışının hızından vücudunun titreyip ısı elde etmesiyle buzlanmamıştı.

Sandalyeye oturdu. Hamdullah kendisiyle konuşan sesi de tanımıştı. Sabahki sorgucuydu. Kendisine “komutan” denmesini isteyen kişiydi bu.

-Evet Hamdullah, düşündün mü?

-Düşündüm.

-Aferin, başla anlatmaya, seni dinliyorum.

-Neyi anlatayım?

-Sen başla, ben sana neyi anlatman gerektiğini de söylerim.

-Ben camiye imamın yanında Kur’an-ı Kerim dersi almak için gittim. Kur’an-ı Kerim’i bitirdikten sonra, imama yardımcı olmak için çocuklara ders vermeye başladım.

-Eee?.. Devam et, seni dinliyorum(!)

-Hüseyin ve Orhan’la camide tanıştım. Onlar da Kur’an-ı Kerim dersi alıyorlardı. Daha sonra onlar da benim gibi camide imama yardımcı olmak için ders vermeye başladılar.

-Başka?!.

-Hiçbir örgüte bağlı değilim, hiç kimseden emir alarak gitmiş değilim.

Verdiği cevap hoşlarına gitmemiş olacak ki, üst üste yüzüne birkaç yumruk almıştı. Bununla da yetinmeyip iz bırakmasın diye başı eğilmiş, böbreklerine onlarca yumruk vurulmuştu, aldığı darbelerden dolayı nefesi kesilmişti. Zar zor nefer alabiliyordu. Daha önce de camilere baskın yapan Cellat adlı komiser,

-Bizi hikayelerinle kandıracağını mı sanıyorsun? Diye bağırdı. Kendini zeki, bizi aptal sanıyorsun öyle mi? Oğlum konuşturacağım seni, hem de bülbül gibi öteceksin. Konuşmak isteyeceksin ama ben seni dinlemeyeceğim, yalvaracaksın, defalarca ölüp dirileceksin..

komutan bağırıp çağırarak tehditler savuruyordu. İçeride bulunan polislerden biri diğerlerine:

-Siz dışarı çıkın. Bizi yalnız bırakın.

Komutana hitaben de:

-Komutanım istiyorsanız Hamdullah’la biraz ben konuşayım, eminim ki beni dinleyecektir, dedi.

-Dinlese iyi yapar. Çünkü artık sabrım taşmak üzere, diyerek o ve diğerleri odadan çıkar gibi uzak ir köşeye çekilip sessizce olacakları izlemeye başladılar. Hamdullah ile yalnız kalmak istediğini söyleyen polis konuşmaya başladı.

-Bırak şu pe… pis herifler işleri güçleri yok, milleti buraya getirip işkence ediyorlar. P… lısı, ateisti, komünisti dururken, kalkıp sizin gibi camilerde Kur’an-ı Kerim dersi veren dini bütün insanları buraya getirip işkence yapıyorlar. …. Herifler.

Hamdullah sessizce dinliyordu. Hâlâ çıplak olduğundan titremeye devam ediyordu.

-Soğuk mu? Diye sordu polis.

-Evet, derken tirdir titriyordu.

Kısa bir sessizlik olmuştu. Odada çıt yoktu. Kendisiyle konuşan polis dışarı çıkmıştı. Diğerlerinin de sesi çıkmıyordu.

-Al elbiselerini üzerine ört, diyerek elbiselerini ellerine tutuşturdu.

Eline tutuşturulan elbiseleriyle önce ayıp yerlerini örttü, diğerleriyle de bacaklarını falan. Mont’uyla da omzunu örttü polis. Tekrar karşısına geçti.

-Yemek yedin mi?

-Hayır, namaz da kılmadım.

-… herifler… tamam ben sana yemek de getiririm, namaz da kılmanı sağlarım yalnız sen de bana yardımcı olacaksın. Anlaştık mı?

-…

-Cevap vermedin, neden?

-Ne isteyeceğini bilmiyorum.

-Bak koçum, ben senin ezilmeni, eziyet görmeni istemiyorum. Bu adamlarda Allah korkusu yoktur. Sana her türlü işkenceyi yaparlar, yaşasan bile sağlam çıkmazsın. Bunun için ne istiyorlarsa söyle, çekiniyorsan, ben sana her türlü yardımı yaparım. Sana güzel bir ifade hazırlarım, bundan elini kolunu sallaya sallaya çıkar, gidersin. Hüseyin ve Orhan şu anda öyle yapıyorlar. Hiç zorluk çıkarmadan her şeyi anlatıyorlar. Bunun için de şu anda keyifleri yerindedir.

-Size anlattım, anlattıklarıma inanmıyorsanız yalan mı atayım?

-Yalan atmanı değil, doğru söylemeni istiyoruz. Bize doğruları anlat yeter.

-Ben zaten doruları söylüyorum.
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 13:43
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...37

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Polis yavaş yavaş sinirlenmeye başlamıştı. Hamdullah bunun bir oyun olduğunu, polisin sorgulama yöntemlerinden birine tabi tutulduğunu çok iyi biliyordu. İyi ve kötü rolüyle kendisine yaklaşıldığını ve bu şekilde psikolojik olarak çökertilmek istendiğini daha önceki tecrübelerinden ve anlatımlardan biliyordu. Bunun için dikkatli ve temkinli davranıyordu.

-Bak Hamdullah, seni onlara bırakırsam çok kötü şeylerle karşılaşırsın. Artık senin için yapabileceğim bir şey kalmaz. Evli misin?

-Evet.

-Çocuğun var mı?

-Evet, var.

-Kaç tane?

-Bir tane.

-Kız mı, erkek mi?

-Kız.

-Kaç yaşında?

-Bir yaşına yeni girdi.

-Kendine acımıyorsan, eşine ve çocuğuna acı. Belki de burada ölüp gidersin. Çocuğunun bu yaşta yetim kalmasını ister misin?

-Hayır.

-O zaman gel inat etme. Sana ne el alemden, onlar sizi düşünüyorlar mı? Onlar olsaydı çoktan bülbül gibi ötmüşlerdi. Bak Hüseyin’e, hiç umurunda mı? Sen niye kendini değil de onları düşünüyorsun?

-Kimseyi düşündüğüm yok.

-O halde sorun ne, neden ayak diriyorsun? Diğerlerine anlatmak istemiyorsan, bana anlat. Onlara söylersem namerdim. Anlaştık mı?

-Size gerçeği söyledim, başka da söyleyecek bir şeyim yoktur.

-Aptalsın sen, aptal.. (Bağırıyordu, eski yumuşak halinden eser kalmamış, gerçek yüzü ortaya çıkmıştı.) Kendini cesur sanıyorsun öyle mi? Ne kadar cesursun göreceğiz bakalım.

Bu oyun da para etmeyince diğer polisler içeri girmiş, güya haberleri yokmuş gibi komutan:

-Evet, anlaşabildiniz mi? diye sordu.

-Aptal bu adam, ben ona karışmıyorum. O artık sizin, iyilikten anlamıyor.

-Güzel, madem öyle, biz de çeneyi açma yöntemlerini kullanırız.

Hamdullah tekrar soğuk suya tutulmak üzere tuvaletlerin bulunduğu yere götürüldü. Bir müddet soğuk suda bekletildikten sonra başka bir odaya alındı. Burası biraz farklıydı. Gözlerine bağlanan bandajın alt tarafından daha önceki odanın gördüğü kadarıyla zemini farklıydı. Demek ki burası ayrı bir oda diye düşündü.

Odaya getirildikten sonra komutan:

-İyi düşün, buna gerek kalmayabilir. Konuşacak mısın? Dedi.

-Size söyleyeceğimi söyledim. Yalan atamam.

Bu cevap üzerine polislerden biri:

-Kollarını yana aç, dedi.

Hamdullah kollarını yana açtı. Kollarına sünger sarmaya başlamışlardı. Bu süngerin düşmemesi için sıkıca bağladılar. Bağlama işlemi bittikten sonra yanlara açık olan kollarının yana düşmemesi için uzun ve kalın bir kalas getirilerek boynundan yanlara doğru açık olan kollarının uzunluğunda, ya da daha uzun olan sırığı da kollarına bağladıktan sonra ayakları yerden kesilecek şekilde yukarı kaldırılıp bir yere asıldı. Yani bir nevi modern çarmıha gerilmişti. Asma işlemi bittikten sonra uçları soyulmuş iki kablo getirilerek biri sağ ayağını boş parmağına diğeri de en hassas uzvuna sıkıca bağlandı. Kablonun bağlı bulunduğu yerlere su dökülüp;

-Evet Hamdullah, konuşmamaya kararlı mısın?

-Size her şeyi söyledim, ahhh!... Ahhh!... Ahhh!... Elektrik şoku verilmeye başlanmıştı.

-Kimin aracılığıyla ne zaman örgüte katıldın?

-Hiçbir örgüte mensup değilim. Ahhh!... Ahhh!... Verilen olumsuz cevap sonrası elektrik şoku.

-Cami sorumlunuz kim, kime rapor veriyorsun, Hüseyin’le ne zaman ve nerede tanıştınız?

-Camide, sadece Kur’an-ı Kerim dersi veriyorum, imama yardım ediyorum.

-Tanıdığın örgüt mensuplarının isimlerini söyle!

-Kimseyi tanımıyorum. Ahhh!... Ahhh!...

-Asılı ve elektrik şoku alır vaziyette, etrafındaki sayılarını bilmediği ama farklı ses tonlarından kalabalık oldukları belli olan polislerce sorgulanıyordu. Her biri üst üste farklı sorular sorarak onu yanıltıp hata yapmaya zorluyorlardı.

-Şükrü senin neyin olur?

-Kayınbabam.

-Kimin tarafından öldürüldü, biliyor musun?

-Nerden bileyim (bunu zorlanarak söylemişti) Artık yorgunluk kendini hissettirmeye başlamıştı.

Elektrik şokunun acısı yetmiyormuş gibi kolları koltuk altından kopacakmış gibi acı vermeye başlamıştı. Sanki koltuk altlarına birileri çuvaldız batırıyordu.

-Nasıl bilmiyorsun, insan düşmanını bilmez mi?

-Yeni evlenmiştim, aileye daha yakınlaşmamıştım. Bunun için düşmanlarını tanımıyorum.

-Ben söyleyeyim, P… adlı örgüt onu öldürdü. Bunu sen benden daha iyi biliyorsun.

-Bu aralar çok olay oluyor, kimin kimi vurduğu belli değil.

-İntikamını aldın mı lan? Diye bir diğeri sordu. Soruları genelde komutan sormasına rağmen ara sıra diğer işkenceci sorgucular da soru sorup sorgulamaya katılıyorlardı.

-Ne intikamı?

-Kaç kişi öldürdün bakalım?

-Kimseyi öldürmüş değilim.

-İnsan kayınbabasının intikamını almaz mı? Ne biçim erkeksin sen? Bir başkası bunu söylemişti.

-Bu sizin işiniz, benim değil, Polis olan sizsiniz. Siz yakalayın veya öldürün.

-Eee.. durumun nasıl Hamdullah, rahatın yerinde mi? Hala konuşmamaya kararlı mısın?

-Size her şeyi anlattım, başka ne anlatayım?

-Hikaye değil, gerçekleri anlat.

-….

-Madem öyle sen karar verene kadar bu halde kalırsın. Günlerce seni asılı tutacağım. Yemek, su vermeyeceğim. Tuvaleti de… Komutanın bu sözleri araklıksız elektrik şoku demek oluyordu ve..

- Ahhh!... Ahhh!... Ahhh!... Ahhh!...

Elektrik şoku belirli aralıklarla verilmeye devam ediyordu. Kolları tamamıyla uyuşmuştu.

Koltuk altlarındaysa müthiş bir ağrı vardı. Elektrik şokunun fayda etmediğini görünce sıra hayaları sıkmaya gelmişti. Hamdullah’ın çığlıkları yeri ve göğü kaplamıştı. Polisler ise pis pis gülüp kahkaha atıyorlardı. Sanki ellerindeki bir insan değildi. Hayvanlara bile böylesi işkenceler yapılmazdı. Oysa ki gencecik bir can vahşice işkenceden geçiyordu.

Bu da fayda etmeyince, gelişi güzel coplamaya başlamışlardı. Bir ara kendinden geçti. Kıpırdamadığını gören komutan yanına yaklaşarak elini ağzına götürdü. Belli ki bayılıp bayılmadığını kontrol ediyordu. Diğer polislere dönerek;

-Su dökün, dedi. Emir üzerine vücuduna ve başına buz gibi suyu boca ettiler. Suyun dökülmesiyle kendine geldi.

-Hamdullah, yazık değil mi? Kendine eziyet etmek İslam’da haram değil mi? Neden inat ediyorsun, senden çok şey istemiyoruz.

Hamdullah güçlükle konuşarak;

-Size doğruyu söylüyorum. Hiçbir örgütle ilişkim yok, dedi. Camiye Kur’an-ı Kerim dersi vermeye gidiyorum. Beni öldürseniz de bu böyle… Ahhh!... Ahhh!...



“Allah’ım! Sen yardım et. Ya İlahi! İslam memleketinde Kur’an-ı Kerim dersi veriliyor diye insanlar yakalanıp işkencelerden geçiriliyorlar. Hem de söze geldi mi, biz de Müslümanız diyenler tarafından… Ya Rabbi! Gözaltında olan eşime ve diğer kardeşlerimize yardım et. İmanlarını koru, dillerine mukayyet ol. Oların diliyle hiçbir müslümana zarar gelmesin. Onları sağ-salim ve selametle çıkar. Onlara yapılacak işkencelere karşı kendilerine dayanma gücü ver. Onlara işkence yapanları kahru perişan et. Medet Ya İlahi!..”

Uyuyamamıştı Fatma. Odanın bir kenarına çekilip gözyaşları içinde Kadir-i Mutlak, Rahman, Rahim ve Kahhar olan alemlerin Rabbine niyazda bulunuyordu. Sığınılıp yardım dilenecek tek merci O idi.

Emine de uyuyamamıştı. O da odanın diğer kenarında namaz kılıp dua ediyordu. Sessizce Rabbinden, “Ey kimsesi olmayanların kimsesi, ey yardımcısı olmayanların yardımcısı, acizlerin acziyetini gideren, çaresizlerin çaresi, sığınağı olmayanların sığınağı, yardım et, şu aciz, biçare kullarını yalnız bırakma. Şu anda zalimlerin elleri altında inlemekte olan kullarının inlemesini dindir. Onlara, zalimlerden kurtulmaları için yardım et, onların dillerine, kalplerine mukayyet ol. Onları selametle ellerinden kurtar.

Sen şahitsin ki İslam’ı yaşayıp yaşatmak istememizden başka bir suçumuz yok. Sen bize yardım et.

Hatice ve beyi de uyuyamamıştı. Onlar da namaz ve dualarla yakarıp gözaltında vahşi işkencelerden geçirilen kardeşlerine dua ediyor, Allah’tan selametle çıkmalarını diliyorlardı. Dua; en büyük silahtır mümin için. Yaralı kalplerin merhemi, sevginin, aşkın, umudun, yarınların pınarı. Dua; aciz kulların acziyetinin simgesi, fakir kulların zenginlik kaynağı. Dua; ruhları yücelten, kulu Rabbine yaklaştıran, kalpleri sekinete erdiren, ruhları melekut alemine yücelten, “Dualarınız olmasaydı ne ehemmiyetiniz olurdu” hitabıyla insanı kıymetlendiren kul ile Rabbi arasındaki en sıkı bağdır.

Kılınan namazlar ve yapılan dualarla sabah ezanı gecenin karanlığını yırtarak kainatın tek sahibi ve malikini haykırıyordu.

Hatice ezanın okunmasıyla Fatma ve Emine’nin bulunduğu odanın kapısını tıklayarak içeri girdi. İkisini uyanık ve sessizce dua ve zikir ederken gördü. Çocukların uyanmaması için sessizce gece lambasının loş ışığında Fatma’ya ve sonra da Emine’ye namaz için hazır olup olmadıklarını sordu. İkisinin de abdest tazelemek istedikleri cevabını alınca odadan çıkıp lavaboyu müsait edip arkadaşlarının abdest almalarını sağladı.

Abdestlerini alıp sünnetlerini kıldıktan sonra cemaatle namaza durdular. Namazlarını bitirip tesbihatlarını da yaptıktan sonra biraz uyumak için her biri yatağına geçti. Tam uyuyacaklardı ki Hicran’ın çığlığıyla irkildiler. Hicran’ın ağlamasıyla Emine’nin altı aylık A.Selam adındaki küçüğü de uyandı. Anneler çocuklarını bir başka bağırlarına basmışlardı.

Hatice’nin beyi sabah erkenden çıkmıştı. Gece uyuyamadıklarındın üç arkadaş uykuda kalmışlardı. Hatice’nin:

-Fatma, Emine kahvaltı hazır seslenişiyle uyandılar.

Fatma’nın midesi müthiş bulanıyordu. Hızlıca lavaboya koştu. Lavabodan dönerken, Hatice:

-Bu sabah bulantıların senin gebe olduğunu gösteriyor, dedi.

-Allah’tan hayır diliyorum, tespitin doğrudur.

Hatice sözü yakalayanlara getirerek;

-Bu zalimler bizi şehit ederek, yakalayıp zindanlara tıkatarak yıldıracaklarını sanıyorlarsa aldanıyorlar, dedi.

Fatma:

-İşimizi çabuk bitirelim. Ben ve Emine kayınbabalarımızı da yanımıza alarak savcılığa gidelim. Tutukluları soralım ki bir meçhule gitmesinler. Oradan da bazı sivil derneklere başvururuz.





Yakalanmalarının üstünden tam on gün geçmişti. Sorguları bitmiş tedavi sürecine girmişlerdi. Bir gün öncesi üçü bir hücreye konmuştu. Hücre yaklaşık dört metre karelik. Bir yanda betondan yapılmış bir sedir, onun üstünde battaniye ve her tarafı çıplak betonla kaplı çağdaş bir mahzen…

Bulundukları yer ışık almadığından günün yirmi dört saati mekana göre yüksek voltajlı ampulleri açık duruyordu. Müzik sesi hiç kesilmiyordu. Gece yarıları mesai başlıyor, yakalananlar genelde bu saatten sonra işkenceli sorgulardan geçiriliyordu. Gece yarısından sonra uyumak imkansızdı. Demir kapıların şakırtıları, işkenceci polislerin bağırıp çağırmaları, işkence gören tutukluların çığlıkları gecenin sonuna, gün ışıyana kadar aralıksız sürüyordu. Kendileri de ilk hafta yoğun bir işkenceli sorgulamadan geçirilmişlerdi. Üç gün boyunca aç ve çıplak şekilde koridorda, ayakta bekletilerek uyumalarına izin verilmemiş, geceleri de yoğun işkenceli sorgulamadan geçirilmişlerdi. İlk gece gördükleri işkenceli sorgulamanın aynısına bir iki kez daha tabi tutulmuşlardı. Bu sonuç vermeyince Filistin askısına alınmış ve bu şekilde sorgulanmışlardı. Bundan da bir şey çıkmayınca buz tabutu dedikleri yerde serili bir battaniyenin üzerine serilen imalathane yapımı buzların üzerine yatırıldıktan sonra; göğsüne, bacaklarına ve mahrem yerlerine de aynı şekildeki buzların konulup battaniyenin tüm vücuda sarılmasıyla yapılan bir işkence şekli başlamıştı. Battaniye suyla ıslatıldığından buzu takviye edici bir özellik taşıyor, bir müddet sonra tüm vücutta donma belirtileri başlıyordu. Bu şekilde yoğun sorgulama devam ediyordu. İşkence sonunda tüm işkencelerde uygulandığı gibi soğuk suyun altına konulup spor yaptırılıyor. Askıdan sonraki su vücut uyuşmalarını giderirken, buz tabutundan sonraki ise tam bir işkence oluyor. Uyuşan uzuvlara suyun değmesi vücut kancalarla çekiliyormuşçasına acı veriyordu.

Bunlar gördükleri sistemli işkence çeşitleriydi. Bu işkencelerin yanında yeşillik olarak da kaba dayak sunulmuştu kendilerine. Bu da genelde böbrek hizalarına uygulanıyordu. İlk üç günden sonra hücrelere alınmışlardı. Hücrede gözleri açıktı. Elbiselerini giyebiliyor, battaniyeye sarınabiliyorlardı. Lamba ile aydınlanan bu dehliz bile onlara çektikleri üç günlük yoğun işkence ve vahşice muameleden, yorgunluktan ve uykusuzluktan dolayı tatlı gelmişti. Günler sonra gözleri açılmış ve yemek olarak ekmek ve bir dilim peynir verilmişti. O günden bu güne kadar da bu şekilde besleniyorlardı. Günde yarım ekmek ve bir dilim peynir… artık namazlarını da kılabiliyorlardı. Gündüz uyuyor, geceleri de her an sorguya götürülebileceklerinden ve çığlık ve bağırtılardan uyuyamıyorlardı. Zaten bu güne kadar da genelde sorgulamalardan geçmişlerdi.

Nihayet üçü bir odaya gelmişti. Başlarından geçenleri ve sorulan sorulara verdikleri cevapları birbirlerine anlatarak gün geçiriyorlardı.

Hüseyin:

-Hamdullah, bize şöyle güzel bir marş mırıldansan da şu dehlizlerde şu çirkin müzik sesinden biraz sıyrılsak, dedi.

Hamdullah mırıldanmaya başladı:

Gecelere sarıyorum hüznümü, buz kesilir hücreler

Ansızın dile gelir kelepçelerim ve taştan kelimeler

Uzar uzar saatler, zaman durur, sabaha düşman geceler

Arar umut gözlerim sitem bulur bitimsizce işkenceler



Prangalar, kelepçeler som demir, kor ateşten mazgallar

Güneşe dönmüş ampul, adım adım voltalar, saniyeler

Radyo istasyonunda dargın dargın yüreğim umut düşlerim

Canlanır gözlerimde kavgalarım, nurlu sabahı beklerim



Bileklerimi bağlamış hasretim, güneş görmez mekanım

Direnişlerle gelir özgürlüğüm Yusufi mahzenlerde

Yorgun düşer gözlerim, bileklerim, bakakalırım göklere

Aşığım İslam’a ben, şehadete, gökteki güvercinlere.





Kapının sürgüsü şakırtıyla açıldı. Kapıyı açan polis kapıyı aralayıp yüzünü göstermeden içerden Hamdullah’ı çağırdı:

-Hamdullah… al şunu gözlerini bağla ve gel.

Uzattığı göz maskesini alan Hamdullah gözlerini bağladıktan sonra elini uzattı. Polis kendisini göstermeden elinden tutup hücreden dışarı çıkardı. Yavaş adımlarla bir iki koridor dolandıktan sonra bir odaya geldiler. İçerde bulunan komutan:

-Gel bakalım, diyerek bir sandalyeye oturttu onu. Soracağım sorulara en güzel şekilde cevap vereceksin, yoksa burada bir ay daha kalırsın.

Yakalanmalarının üzerinden otuz gün geçmişti. Soruşturmayı yapan “Cellat” adlı komiser elindeki evrakları karıştırmaya başladı. Evrakları karıştırırken sigarasını içiyor ve çayının yudumluyordu. İçerde onunla beraber iki polis daha vardı. Biri daktilonun başında ifadeyi yazmak için bekliyordu. Uzun boylu, zayıf, sarıya çalan saçıyla, uzun burnu ve mavi gözleri birbirleriyle uyum içindeydi. Gözlerinden hırs, bıkkınlık ve yorgunluk okunuyordu. Belki de hırsından olmasa çoktan bu işi bırakmış gitmişti. Çünkü insanlara işkence etmek artık ruhuna azap veriyordu. Başlarda heyecanlı ve çekici gelmişti; ama gün geçtikçe yavaş yavaş insanlıktan çıktığını hissediyor, bu da ona vicdanen ızdırap veriyordu. Hâlâ evlenmemiş olmasının belki de en büyük sebebi bu vicdan azabıydı. Daktilosuna aralarına karbon kağıdı yerleştirdiği dosya kağıtlarını yerleştirip arkasına yaslanarak verilecek ifadeyi yazmak üzere beklemeye koyuldu.

Gözleri kapalı olduğundan Hamdullah hiçbir tarafı göremiyordu. Sadece sesleri işittiğinden önüne bakar gibi başını dik tutmuştu. Hiçbir zaman baş eğmedim, eğmeyeceğim der gibiydi.

Oturduğu sandalyenin sol tarafında başka bir polis bulunuyordu. Ağzında çiklet şakırdatırken karşısındakinin durumundan zevk alıyordu sanki. Küçük yaşlarda terk edilmiş ve üvey babası tarafından sık sık dövülüp evden kovulduğu için insanlara karşı içinde tarifsiz bir nefret duyuyordu. İşkence yaptığı zaman sanki karşısında üvey babası bulunuyordu. Belki onu hayal edip mazlum insanlara öfkesini en acımasız işkencelerle kusuyordu. Çikleti ve rakıyı çok seviyor, sorgulamalardan önce muhakkak içiyordu. Çikleti de içindeki öfkeyi, korkuyu ve nefreti gizlemek için çiğniyordu.

Komiserin İslami düşüncelere karşı oldu olası alerjisi vardı. Okul yıllarında solcularla kalmış, daha sonra polisle anlaşarak içinde bulunduğu sol örgütün sırlarını polise vererek bir çok yakın arkadaşının yakalanıp işkencelerden geçmesine, öldürülmesine ya da sakat kalmasına sebep olmuştu. Ajan olduğu anlaşılınca polis okuluna kayıt yapıp resmi olarak polislik yapmaya başlamıştı. Artık istediğini açıkça yapabiliyordu. Dünya malına çok düşkün olduğundan işlemediği halt yoktu. Aynı şekilde çok da cimri olduğundan hiç sevilmezdi. Bu nedenle çok az arkadaşı vardı.

Komiser olmasa kimse beş kuruşluk değer vermezdi ona. “İslamcıların kökünü kazısam içim rahat etmez” derdi.

Evrakları inceledikten sonra sorularını sormaya başladı:

-Evet, adın soyadın?

-Hamdullah …

-Baba, ana adı…

Odadan daktilo sesi yükselmeye başlamıştı. Komiser soruyor, Hamdullah cevaplıyordu. Kimlik bilgileri ve aile tablosunu da aldıktan sonra Komiser;

-Örgüte ne zaman katıldın? Dedi.

-Hiçbir örgüte üye değilim.

Öfkeyle;

-…. Herif! Şimdi bunu mu yazacağım, bunu yazmak için mi bir aydır seni burada tutuyorum? Aklını başına al. Ya istediklerimi söylersin ya da seni bir ay daha bekletirim. Şimdi tekrar cevapla!

-Hiçbir örgüte üye değilim. (Bunu söylerken her şeyi göze almıştı. Zaten gördüğü işkencelerden daha fazlasını yapamazlardı. Hem “kaybedecek neyim var” diye düşündü)

Komiser öfkelenmiş, öfkeden yudumladığı sigarayı ısırıyordu. Bir aydır istediklerini kabul ettirememişti. Bunun için sadece ürkütmek ve belki kendi isteğiyle kabul eder düşüncesiyle son kozlarını kullanıyordu. Daktilo başındaki polise elindeki daha önce yazılmış kağıtlardan birini uzatıp el işaretiyle, “bunu dosyaya koy” diyerek kendisine verdi.

Tekrar Hamdullah’a yöneldi;

-Cami sorumlunuz kimdi, cami faaliyetlerinizi kime rapor ediyordunuz?

-Cami sorumlusu diyanetin tayin ettiği imamdır. Kimseye de rapor vermiş değilim.

-Bu cevap üzerine komiser tekrar elindeki kağıtlardan birini yanındakine uzatıp verdi. Belli ki bu cevap da hoşuna gitmemişti.

…….

Nihayet soruşturma bitmişti. Hamdullah bir cümle söylüyor, yazıcı bir paragraf yazıyordu. Başta pek bir şey anlayamamıştı. Sıra imzaya geldiğinde komiser, Hamdullah’ı ayağa kaldırıp bir masanın önüne getirdi. Gözleri bağlı bir halde eline tutuşturulan kalemle imza atmasını istedi.

-Gözlerim kapalı nasıl imza atayım?

Komiser, diğer polise;

-Maskenin alt tarafını kaldır ve imza atacağı yeri göster, deyince polis söyleneni yaparak Hamdullah’tan imza atmasını istedi.

-Okumak istiyorum. Okumadığım bir şeye imza atmam.

Komiser sert bir şekilde;

-S.. ol lan… kendini nerede sanıyorsun. Okuyacakmış! At imzayı! Dedi.

-Okumak hakkım değil mi? Okumak istiyorum.

Komiser alaylı bir şekilde güldü.

-Beyefendi hak talebinde bulunuyor. Ulan burada hak-hukuk yok. Ya imzayı atarsın ya da bir ay daha burada kalmayı göze alırsın.

Hamdullah daha fazla direnmek istiyordu. Ne var ki bir aydır çektiği işkence gözlerinin önüne geldiğinde; “Canınız cehenneme, buradan kurtulayım da ne olursa olsun” diye içinden haykırarak kalemi eline alıp hazırlanan kağıtlara imzasını attı. Allah bilir üzerine neler yazmışlardı diye düşündü. Buraya suçsuz girip de birkaç kişinin katili olarak çıkan çok kişi vardı. Polis, faili meçhul cinayetleri kağıt üstünde çözmede çok başarılıydı(!) O kadar başarılı idi ki bazen bir kişinin birkaç katili oluyordu!

-Götürün ve diğerini getirin, diyerek Hamdullah’ı hücresine gönderdi Komiser…





Fatma, Hicran’ı en güzel elbiseleriyle süslemişti. Güzelliğine güzellik katılmıştı. Etrafına gülücükler saçarak yeni öğrendiği ve konuşmaya ilk başladığında söylediği “baba” kelimesini tekrarlayıp duruyordu. Fatma da hazırlanmış, görüşmeye gitmeyi sabırsızlıkla bekliyordu. O esnada Asya hanım odaya girdi.

-Kızım hazır mısın? Kayınbaban telefon açtı. Hazırsanız gelip alayım diyor.

-Hazırım anne, Hicran da hazır.

Asya hanım Hicran’ı kucağına aldı.

-Kurban olduğum, ne de güzel olmuş. Babayı görmek için hazırlanmış. Babasının …. sözlerini bitirememiş, gözyaşlarını salıvermişti yine.

Fatma bir şey söyleyecek olmuşsa da kelimeler boğazına düğümlendiğinden susmuştu. Gözyaşlarını zor zaptediyordu. Gözleri dolu dolu olmuştu. Zeliha yanlarına gelmiş, annesini ağlar, yengesini de gözleri dolu görünce hiçbir şey yokmuş gibi davranarak;

-Yenge! Abime çok çok selamımı söyle. İnşallah bir dahaki görüşmeye biz de geliriz. Onu çok çok özlediğimi de söylersin, dedi.

Fatma’nın 14-15 yaşlarındaki görümcesi Kübra da yanlarına gelmiş, gözleri dolarak onları dinliyordu. Kübra’nın, Hamdullah’a çok büyük bir sevgisi vardı. Ağabeyine çok bağlı olduğundan yakalandığından beri yemekten içmekten kesilmiş, hemen hemen hiç kimseyle konuşmamıştı. Zamanının çoğunu ibadet ve dua ile geçiriyordu. Gözaltından selametle çıkıp cezaevine konulduğu haberini aldıktan sonra ve görüş günü geldiğinde çok sevinmiş, şükür için oruç adamış, aynı zamanda babasının almış olduğu bir bileziği de sadaka olarak vermişti. Şimdi de hiç konuşmuyordu. Sadece gözleri dolu vaziyette yengesini ve annesini izliyordu.

Arabanın gelmesiyle aile, cezaevine doğru yola çıktılar.

….

Hamdullah;

-Hepiniz hoş geldiniz. Anne, baba, ellerinizden öpüyorum, nasılsınız, iyi misiniz?

Bir ay gözaltında kaldıktan sonra gözleri kapalı bir vaziyette kendisine imzalatılan ifadeyle beraber yaklaşık 15 kişiyle birlikte savcılığa çıkarılmıştı. Savcılıkta kendisine okunan ve poliste verdiği iddia edilen ifadede neler yoktu ki. Örgüte üye olmak, örgüt adına para toplamak, devletin anayasal düzenini yıkmak için örgütsel faaliyetler içinde bulunmak, bu amaçla örgüte adam kazandırmak… vs. Sayfalar dolusu ifade okunmuştu kendisine. Kulaklarına inanamıyordu Hamdullah. Okutmamalarının sebebi buydu demek, diye düşündü. Yine şanslı sayılırdı. Çünkü kendisinden önce savcının karşısına çıkan diğer arkadaşlarından bazılarına faili meçhul cinayetler yüklenmiş ve katilleri yakaladık diye hem görsel, hem de yazılı medyada teşhir edilmişlerdi. Oysa camide ders verirken 3 kişi beraber yakalanmışlardı. Buna rağmen 13 kişi olarak kameralara alınıp medyaya verilmiş ve katil olarak lanse edilmişlerdi. Oysa illegal yollardan karanlık güçlerin işlediği cinayetleri bilmeyen yoktu. Bu suçlara suçlu lazımdı ve suçlular da bulunmuştu. Gencecik insanlar, hazırlanmış senaryolarla katil damgası yiyip yıllarca tutulmak üzere cezaevlerine gönderiliyorlardı. Hukuk devleti olduğu iddia edilen bir memlekette büyük bir hukuksuzluk örneği sergileniyordu.

Hamdullah uzun süreli gözaltı sürecinden dolayı zayıf ve bitkin düşmüştü. Bir elini hiç kullanamıyor, diğerini de çok az kullanabiliyordu. Asya hanım oğlunu bu halde görünce ağlamaya başlamıştı. Fatma onu bu halde görmeye dayanamamış, arkasını dönerek sessizce gözyaşı döküyordu. Babası Nezir bey ise kendisini zorla zaptediyordu. Oğluna cevap verirken gözleri dolmuştu.

-Allah seni bağışlasın oğlum, Allah uzun ve salih amelle dolu bir ömür versin. Sen nasılsın oğlum, bizi bırak, kendinden söz et biraz, neden bu kadar zayıflamışsın. Tüm çabalarımıza rağmen senin için bir şey yapamadık.

-Allah’a hamd olsun baba, çok iyiyim. Zayıflamam çok doğal. Oraya girip de bu hale düşmeyen çok az insan var. Orası insanı adeta mum gibi eritiyor.

-Neden serbest bırakmadılar, suçun neymiş?

-Camide ders vermekten yakalandım. Kendilerine göre bir ifade hazırlayıp imzalattılar. Kendi hazırladıkları ifadede; beni örgüt üyesi yapıyorlar. Bunun için beni tutukladılar. Anne sen niye konuşmuyorsun? “Dayé tı hati jıbo ku tı bıgri (Anne, ağlamak için mi geldin?) Meraqa nek, kuréte ne jibo xerabiké hatiye vır. Jıbo Qur’ané hatiye vır. Jıber vé lazıme tı ser bılınd bı u tı iftixar bıke. (Merak etme, oğlun bir kötülükten dolayı buraya düşmedi. Kur’an-ı Kerim için buraya geldi. Bunun için başın dik olsun. Ve iftihar etmelisin.)

-Law her daim ez bıte iftixar dıkım. (Oğlum her zaman seninle iftihar ediyorum.) Ama seni bu halde demir parmaklıklar arkasında görmek, sarılıp öpememek, bağrıma basamamak, koklayamamak ciğerimi yakıyor. Sana bunu yapanların Allah belasını versin. Allah onları kahretsin. Biz sizi gözümüzden sakınalım, onlar size dünyanın eziyetini versinler. Allah’larından bulsunlar.

-Yeter anne, beddua etme. Her şeyi gören ve bilen Allah vardır. Dua edin, Allah günahlarıma kefaret kılıp benden kabul etsin.

Bu arada sessizce bekleyen Fatma’ya:

-Gel kızım gel, biraz da siz konuşun diyerek onu demir ızgaranın yanına çekti Nezir bey. Asya hanımla beraber kabinden çıkıp koridorda beklemeye başladılar. Belli ki biraz rahat konuşmalarını istiyordu. Hamdullah, Hicran ile fazla ilgilenmemişti. Babasının bulunduğu ortamda çocuğuyla ilgilenmeye utanıyordu. Bunun için anne ve babasının kenara çekilmesiyle,

-Hoş geldin Fatma, nasılsın, iyisin inşallah, dedi.

-Hamd olsun çok iyiyiz. Tek derdimiz sensin. Çok şükür ki selametle kurtuldun o cehennemden.

-Hışşt, hışşt kız Hicran, bak bakalım babaya. Bak kız.

Hicran’la ellerini kullanamadığından sevgi sözcükleriyle ilgilenmeye başlamıştı. Tekrar Fatma’ya yöneldi.

-“İman ettik deyip sınanmadan bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz?..” diye buyuruyor Allah. İman imtihan edilir her zaman. “Bazen korku, bazen açlık, bazen malların eksiltmesinden..” Bakara suresinde Allah imtihan çeşitlerinin bir kısmını sıralıyor. Önemli olan bu sınavlardan en güzel şekilde çıkabilmek.

-Allah için olduktan sonra gam yemeyiz. Ağlamam şikayet değil. Zalimlerin zulmünü ve mazlumiyetimizi Allah’a arz etmektir. Allah’ın izniyle son nefesimize kadar Allah’ın yolundan dönmeyiz.

-Şunu hiç unutma, bizler Müslümanız. Yalnız bile kalsak Allah’a karşı olan yükümlülüklerimizi yerine getirmek zorundayız. Onun için başımıza gelenler bizi daha çok davamıza bağlamalıdır. Bizi yıldırmamalı, pasifleştirmemelidir. Gaye Allah’ın rızası olduğundan sadece ona yönelmeliyiz. Bunun için güçlü olmalısın.

-Sen bizi merak etme. Allah’ın izniyle azmimiz eskiden daha çok olacaktır. Hüseyin ve diğerlerinin durumu nasıl, iyi midirler?

-Çok şükür onlar da iyidirler. Aynı koğuşta kalıyoruz Hatice nasıl, durumu iyidir inşallah.

Hüzünlenmişti Fatma:

-Hatice bir hafta önce ayrıldı bu şehirden. Canım kardeşim gitti. Senin yakalanmana mı, onun garip bir şekilde eşi ve çocuklarıyla hicret edişine mi üzüleyim bilmiyorum.

-Mücadele; bazen meşakkatli, zahmetli ve acı olmasıyla beraber, hayatı güzelleştiren, renklendiren, yaşanır kılan şeydir de aynı zamanda. Gece yarıları kalktığımda gözyaşları içinde bize bunları yapanları Allah’a şikayet etmekten geri durmayacağız ve aynı zamanda da inancımızı yaşamaktan da taviz vermeyeceğiz. Varsın işkence görelim, zindanlara düşelim, sevdiklerimizden, memleketimizden hicret edelim. Bir şey olmaz. YETER Kİ KUR’AN SUSMASIN.

Fatma gözleri ışıldayıp öfke ve ümitle kocasının sözlerini tekrarladı.

-Evet, YETER Kİ KUR’AN SUSMASIN…
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 13:45
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...38

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Hamdullah ve görüşçüleri görüş için ayrılan görüş kabinlerinde görüşüyorlardı. Görüş kabinleri en fazla 3-4 kişinin sığacağı büyüklükte, tutuklu ve görüşçülerin birbirini görebilmesi için aralarında yaklaşık 25-30 santim aralık bulunan iki cam pencere ile ayrılmış, yaklaşık bir metre yüksekliğinde ve bir o kadar da geniş olan pencerelerden müteşekkildi.

Görüş bitmiş ve Hamdullah koğuşa dönmek için kabinden çıkmıştı. Kabin sayısı 22 olduğundan toplam 22 tutuklu yaklaşık bir saat görüşmüşler ve görüşmeden sonra hepsi bir arada koğuşlarına dönmeye başlamışlardı. Görüş yerinden çıkıp sağa dönerek “Malta” denilen cezaevinin en büyük koridoruna çıktılar. Koridorun sağ ve solunda şebekeler halinde ayrılmış koridorlarda tutukluların bulunduğu koğuşlar bulunuyordu. Her şebekenin başında bulunan gardiyanların masalarının önünden geçerek yavaş yavaş bloklarının bulunduğu koridorun sonuna doğru ilerlerken Hüseyin:

-Hamdullah gözün aydın, ziyaretçilerinin durumu iyiydi inşallah, dedi.

-Allah razı olsun. Senin de gözün aydın. Babam, annem ve çocuklar gelmişti. Hamd olsun iyiydiler. Sizinkiler nasıllardı, iyiydiler inşallah.

-Çok şükür iyiydiler. Selman bana; “Baba yine buraya geldin, seni buraya getirenleri sevmiyorum. Onlar pistirler, seni niye buraya koydular?” diyordu.

-Bizleri buralara tıkanlar kârlı bir iş yaptıklarını sanıyorlar. Oysa çocuklarımızın nefreti ve öfkesi ile karşı karşıya kalacaklarını hesaplamamışlar.

-Hicran nasıldı, iyiydi inşallah.

-İyi gözüküyordu. Annesi ona iyi bakar. Bu konuda gözüm arkada kalmaz. Sahi görüşçülerime daldım Hacı Amcayı ve Zeynep Teyzeyi soramadım. Onların durumu nasıldı?

-İyiydiler, elhamdulillah. Hatice bacım gitmiş. Beni göremeden gittiği için çok üzülüp ağlamış. Bu bana biraz dokundu doğrusu.

-Evet, gittiğini ziyaretçiler söylemişti. İnşallah gittikleri yerde selamette olurlar. Cennet ucuz değil, cehennem de lüzumsuz değil.

-Doğrudur. Bu arada babam onlar sana çok selam söyleyip gözlerinden öptüklerini söylüyorlardı.

-Ben de onların ellerinden öpüyorum.

İki arkadaş konuşmaya dalmışken bulundukları şebekenin başına gelmişlerdi. Bulundukları şebekede 8 oda bulunmaktaydı. Dördü solda, diğer dördü de sağda. Koğuşlar iki kattan oluşan alt katta yemekhane, banyo, tuvalet, üst katta ise tutukluların yattıkları ranzalar bulunmak şekliyle bir düzen oluşturulmuştu. Bu odalar daha önce büyük koğuşlar halinde olup sonradan iki bölüme ayrılmak suretiyle küçük odalara çevrilmişti. Koğuşların kiminde on, kiminde yirmi kişi kalmak suretiyle muhtelif büyüklükte idiler.

Koridora giren, görüş yerinden gelen tutukluların gözün aydın, tebrik ve musafahadan sonra herkes kendi odasına gardiyanların nezaretinde girmeye başladı. Herkes odaya girince kapılar tek tek dışarıdan sürgülenip kilitleniyordu. Hamdullah da şebekenin sonunda bulunan odasına girmişti. O ve beraberinde görüşe giden oda arkadaşlarının odaya girmesiyle gardiyan, üst tarafında “mazgal” denilen pencerecik bulunan demir kapıyı kapatıp kilitledi. Bulundukları oda diğer odalar gibi idi. İki katlıydı. Kapıdan girer girmez üst kata çıkan merdivenlerle karşılaşırsınız. Solda bulunan demir kapıdan içeri girdiğinizde yemekhane denilen bölüme girmiş olursunuz. Yemekhanenin hemen sağ tarafında mutfak tezgahı, tezgahın üstünde büyük bir su bidonu. Sular düzenli akmadığından bidonları doldurarak tedbir alıyorlardı. Tezgahın hemen yananda bir buzdolabı, tezgahın bulunduğu yerin sonunda yaklaşık 25 metre karelik yemekhane ve sonradan ayrıldığı belli olan banyo ve tuvalete açılan kapı bulunmaktadır. Bu kapıyı açtığınızda küçük bir aralık sağda küçük bir kapıyı açtığınızda küçük bir lavabo, hemen yanında bir metre karelik banyo, lavabonun karşısında su doldurulmak üzere bırakılmış mavi büyük bir bidon ve hemen onun yanında tuvalete açılan kapı. Yemekhanenin havalandırmaya açılan iki de penceresi var tabii.

İkinci kata merdivenlerden çıkarken tutukluların kullandığı elbise dolaplarıyla karşılaşırsınız. Yaklaşık on basamak çıktıktan ve sağa dönüp yine yaklaşık 15 basamak çıktıktan sonra sağa dönerek yatakhaneye ulaşmanız mümkün. Yatakhane tutukluların yatmalarını sağlamak için iki katlı demir ranzalardan sekiz adetin yerleştirilmesiyle düzenlenmiş.

Odanın bir de havalandırması var. Havalandırmaya yemekhane kapısından çıkıp merdivenleri geçtikten hemen sonra küçük bir koridordan gidilir. Yine demir bir kapıyla koğuştan ayrılan havalandırma yaklaşık 50 metre kare ve yine yaklaşık 10 metre yüksekliğinde dört tarafı duvarlarla çevrili beton zeminli bir yer. Sabah güneşin doğumundan batımına kadar havalandırma açıktır. Havalandırmada ilk göze çarpan tutukluların voleybol oynayabilmeleri için takılmış filedir. Duvar diplerinde de mahkumların yıkanan elbiselerini asmak için kullandıkları çamaşır ipleri ve üzerinde her zaman görebileceğiniz elbiseler.

Görüşmeden sonra tutuklular koğuşa girer girmez yaklaşık 18 kişinin tamamı tek tek:

-Gözünüz aydın, ziyaretçilerinizin durumu iyiydi inşallah.. gibi tebrik ve hal hatır soruyorlardı. Mahkumlar arasında bu bir gelenekti.

Görüş gününün tutuklular için özel bir yeri ve anlamı vardı. Sevdikleriyle bir saat ve cam engeller ardında bile olsa görüp konuşabilme ayrı bir duyguydu. Hamdullah’ın cezaevine girişinin birince haftasıydı. Cehennemi gözaltından sonra burası rahat sayılırdı doğrusu.





Yakalanmalarının üzerinden yaklaşık dört ay geçmişti. Mahkemece hazırlanan iddianamenin ellerine ulaşmasıyla mahkemeye çağrılmışlardı. Hamdullah ve Orhan aynı koğuşta Hüseyin ayrı koğuşta kalıyordu.

Gençler sabah erken uyanmış, hazırlanmışlardı. Kahvaltılarını yaparlarken gardiyan tarafından çağrılıp koğuştan mahkemeye götürülmek üzere çıkarıldılar. Koridorda; mahkemeye gitmek üzere başka tutuklular da bulunmaktaydı. Hüseyin de çıkmıştı. Tutuklular merhabalaşıp hal hatır sorduktan sonra yavaş yavaş mahkemeye gitmek için cezaevinin çıkışına doğru ilerlemeye başladılar.

Tutuklular sıkı bir aramadan ve X-ray cihazından geçirildikten sonra Ring denilen tutuklu aracına binmek üzere kapıdan çıkıp sağa ve sola dizilmiş silahlı askerlerin arasından geçerek arabaya bindiler.

DGM’ye gitmek üzere yola çıktılar. Sayıları 10 kişi idi. Cezaevinden çıktıktan sonra arabalardaki küçük pencereciklerden dışarıyı seyretmek için birkaç kişi ayağa kalkıp pencerelerden dışarıyı seyretmeye başlamıştı. Aralarında yaklaşık 5 yıl tutuklu bulunup hâlâ yargılananlar bile vardı. Hamdullah da pencereye yöneldi. Dışarıyı seyre dalmışlar ve konuşuyorlardı. İçlerinden yaklaşık beş sene tutuklu bulunanlardan biri diğer arkadaşına latifeli olarak şöyle dedi:

-Görüyor musunuz, zindanın dışında gerçekten hayat varmış. Bazen arkadaşlar söylüyorlardı da inanmıyordum.

Bu sözüne karşılık diğer biri:

-Baksana bunlar da bizim gibilermiş. İki ayak üstünde yürüyorlar. Allah Allah demek ki gardiyanların ve bizlerin dışında başka insanlar da yaşıyormuş!

Yaptıkları karşılıklı kinayeli konuşmalarla diğerleri gülmeye başlamışlardı. Ama bu gülüş acı bir gülüştü. Dört duvar ardında geçen tam beş yıl.. dile kolay, bu bir ömür… Hepsinden daha acı olanı suçlu oldukları bile kanıtlanmamıştı. Mahkemeye her gidişlerinde, “Eksikliklerin tamamlanmasına…” denerek mahkeme ertelenmiş ve bugüne gelinmişti.

Dışarının seyri bittikten sonra yerlerine oturdu hepsi. Oturmalarından sonra aralarından biri beraberinde getirdiği Cevşen’den Yasin okumaya başladı. Yasin’i okuyor, diğerleri de dinliyorlardı. Yasin bittikten sonra tekrar isteyen dışarıyı seyre başlamıştı.

Ring hızlı bir şekilde yol alırken mahkumlardan kimi sohbet ediyor, kimi dışarıyı izliyor, kimi Cevşen okuyordu.

Mahkum arabası nihayet DGM’nin bulunduğu ile varmış ve DGM’ye yönelmişti. DGM’ye geldiklerinde buranın bodrum katına giden büyük kapıya yöneldiler. Arabanın durmasıyla askerler arabadan inip sağlı sollu durarak tutukluları tek tek indirmeye başladılar. Her inen tutuklunun sağlı- sollu koluna iki asker girip DGM’nin bodrum katına hızla ilerlediler. Büyük ve geniş bir koridordan geçerek sağa dönüp dar bir koridora yöneldiler.

Koridorun solunda yapılmış hücrelerin içinde mahkemeye getirilen tutuklular vardı. Her hücrenin kapısının üstünde hangi şehre ait olduğu yazılıydı. Nihayet geldikleri ilin hücresinin kapısı açıldı ve tutuklular hücreye konuldular.

Burada mahkemelerini beklerlerken hem volta atıyor, hem de sohbet ediyorlardı.

Kapının açılmasıyla asker mahkemeye gidecek isimleri okudu. Hamdullah… Hüseyin… Orhan…

Elleri kelepçelenerek her birinin koluna askerlerin girmesiyle hızlı adımlarla bodrum katın üstünde bulunan mahkemeye yöneldiler.

….

Mahkeme salonunun girişinde sağda Hakim heyetinin oturduğu bölüm, onun karşısında futbol tribünlerine benzer şekilde yapılmış ve yerden en az bir metre yükseklikte izleyici bölümü ve hemen onun altında da sanık sandalyeleri olarak bırakılmış bir düzine sandalye..

Üç arkadaş mahkeme salonunda sanık sandalyelerine oturmuşlardı. Sağlarında ve sollarında da askerler duruyordu.

Heyet başkanı önündeki dosyayı karıştırırken yardımcı hakimlerden kırk beş yaşlarında zayıf ve esmerce olanı sigarasını tüttürüyordu. Başkanın solunda oturan otuz beş yaşlarında kel kafalı ise sanki gece yatmamış gibi uyukluyordu. Savcı ise sessiz bir şekilde bekliyordu.

Dosyaları karıştırmayı bitiren Hakim sanıkları bakarak isim okumaya başladı.

Hakim:

-Hamdullah...

İsmi okununca ayağa kalktı.

-Hamdullah sen misin?

-Evet.

-Baba adı?

-Nezir.

-Ana adı?

-Asya.

Hakim sordu o cevapladı. Kimlik bilgileri nihayet bitmişti. Sıra ile diğerlerinin de kimlik bilgilerini alarak tespitte bulundu.

-Yasadışı örgüte üye olmak, örgüt adına faaliyetlerde bulunmak, camilerde Kur’an dersi vermek, zekat toplamak, örgüt üyelerini evinde barındırmak. Bu şekilde örgüt içinde faaliyetler göstererek devletin anayasal düzenini yıkmaya çalışmak suçundan yasadışı örgüt üyesi olmaktan 168/2 maddesinden dava açılmıştır. Ne diyorsun?

-Hakkımdaki suçlamaları kabul etmiyorum, örgüt üyesi değilim. Camide Kur’an dersi veriyordum. Lakin herhangi bir örgüt adına değil. Ayrıca elinizde bulunan gözaltı ifadem de gözlerim kapalı olarak alındı ve bir ay boyunca gözaltında tutularak çeşitli şekillerde işkenceye uğratıldım. Hâlâ bu işkencelerin bıraktığı izlerin acısını çekiyorum…

Hamdullah, Hüseyin ve Orhan gördükleri işkenceleri, çektikleri acıyı ve ifade veriş şekillerini anlatmaya çalıştılar.

Hüseyin’e altı tane faili meçhul cinayet yüklenmişti. Orhan’a üç öldürme, iki yaralama, beş kundaklama gibi faili meçhuller yüklenmişti. Hamdullah şanslıydı, çünkü babası devreye hatırı sayılır adamlar koymuştu, bunun için katil olmaktan kurtulmuştu. Bir ay sorgudan ise kurtulamamış, ona da 12,5 senelik bir suç bulunmuştu. Hüseyin ve Orhan’a ise 146. maddeden dava açılarak idamla yargılanmaya başlanmışlardı. İddianame okunup sanıkların ifadeleri de alındıktan sonra Hakim;

-Eksikliklerin tamamlanması için … tarihine ertelenmiştir, dedi.

Mahkeme yaklaşık 60 gün taluk atmıştı.

Üç arkadaşa git gel yolculuğu başlamıştı. Ne kadar süreceğini ise Allah bilirdi.

Nitekim koğuşlarında bulunan bazı arkadaşlarının duruşmaları ancak dokuz yıl aradan sonra sonuçlanmıştı. Bu nedenle üç arkadaş da bu sürece hazırlıklıydılar. Mahkeme çıkışında “Hasbunallah ve ni’mel wekil” diyen Hamdullah’a arkadaşları da eşlik ederek Allah’ı kendileri için kâfi ve vekil kıldıklarını ilan ettiler.





Hamdullah’ın cezaevine konuluşunun üzerinden yaklaşık bir yıl geçmişti. Hamdullah’ın tutuklanmasından 4 ay sonra Fatma’nın nur topu gibi bir kızı daha dünyaya gelmiş, adını da “Şehadet” koymuşlardı. Bu ismi Hamdullah seçmişti. Şehadetle yoğrulmuş bir mücadelenin meyvesi olarak.

Fatma haftada bir kapalı görüş imkanından yararlanarak eşini ziyaret etmeye gayret ediyordu. Tel örgülere rağmen onu görmek güzeldi. Eşi yakalandığından beri işler eskisi gibi gitmiyordu. Kayınbabasının evinde kalıyor; defalarca annesi onu eve çağırdığıysa da laf olmasın diye gitmiyordu. Kaynanasıyla araları genelde güzeldi. Ama Hamdullah’ın yakalanmasıyla korkmuşlar ve Fatma’ya cami konusunda sorun çıkarmaya başlamışlardı. Fatma hep yumuşak ve sabırla yaklaşmayı tercih ettiğinden sorunlar pek büyümüyordu. Yine de bazen azar işitiyordu. Bu da onu üzüyor ve kahrediyordu. Her şeye rağmen ümitli, azimli ve kararlı bir şekilde camiye gitmekten geri kalmıyordu. Hicran yavaş yavaş büyüyordu. Babasını sormaya başlamıştı.

-Anne, babam niye eve gelmiyor?

-Baban, bize elbise, yemek, sana oyuncak almak için çalışmaya gitmiş.

-Peki babam o evden hiç çıkmıyor mu? Niçin onu gördüğümde beni kucağına almıyor?

-Baba orda çalışıyor kızım. Seni çok seviyor. Oradaki adamlar seni kucağına almasına izin vermiyorlar.

-Anne, babam eve gelsin onu çok özledim. Bak bebek de hep ağlıyor.

-Tamam kızım. Babana söyleyeceğim, eve gelsin.

Bu tür konuşmalar sık sık olurdu, küçük Hicran ve annesi arasında.

Fatma kaynanasının sorun çıkarmasından dolayı arkadaşlarıyla bazen onların evinde bazen de annesinin evinde bir araya gelip sohbet ediyordu. Ayşe hanım eşinin Şehadetinden sonra tüm zamanını çocuklarının terbiyesine ayırmıştı. Onlara babalık da yapmaya çalışıyordu. Büyük oğlu Ali, küçük yaşına rağmen evin geçimini sağlamak için dükkana bakmaya başlamıştı. Ona yardımcı olması için de muvahhidler işten anlayan birini dükkana bırakmışlardı. İkisi beraber işi çeviriyorlardı. Hamd olsun Ayşe hanımın şu ana kadar bu konuda sıkıntısı olmamıştı. Kızına ve damadına da elinden gelen her türlü yardımı yapıyordu.

Bu gün yine Ayşe hanımın evine gelmişlerdi. Zehra, Mevlüde, Sultan, Emine ve Hamide.

Hamide yaklaşık dört aydır camilerine gelmeye başlamıştı. Hocalardan Sümeyye evlenip başka şehre taşındığından onun yerine Hamide geliyordu artık. Sümeyye’nin yerine ders vermeye başlamıştı. Hamide on sekizine yeni girmiş İmam Hatip Lisesi mezunu, çalışkan, zeki ve samimi biri olmasından dolayı öğrenciler ve hocalar tarafından çabuk sevilmişti. Hamide, Fatma’ya Hatice’yi hatırlatıyordu. Bunun için de onu daha ilk başta sevmişti.

Her zamanki gibi kısa bir sohbetten sonra çalışmalarından ve sorunlarından söz etmeye başlamışlardı. Fatma’nın onlara güzel bir haberi vardı. Sohbetin sonunda söylemeyi karalaştırmıştı; ama o onlardan daha sabırsız olduğundan daha fazla dayanamayıp söyledi:

-Size güzel bir sürprizim var. Aslında sohbetin sonunda söyleyecektim ama daha fazla dayanamadım. Onun için şimdi söyleyeceğim.

Herkes meraklanmış ve merak içinde acaba ne diyecek diye dikkat kesilmişti.

Fatma bunu söyleyince Zehra birden,

-Yoksa Hatice mi gelmiş? Diye heyecanla sevinç karışımı bir şekilde sordu.

Bu soru üzerine Fatma gülümsedi.

-Zekana hayranım. Nasıl tahmin ettin? Evet Hatice iki gün önce gelmiş.

Sultan:

-Peki annen neden şimdiye kadar haber vermemiş ki, dedi.

-Hatice’nin biraz dinlenmesi ve kendine gelmesi için.

-Yani sen haberdar olduğunda dinlenmeyecek miydi?

-Evet, ben haber alır almaz kapıya dayanırdım. Onu rahat bırakır mıyım hiç?

-Ben de öyle düşünüyordum.

Tek tek konuşmaya başlamışlardı. Yaptıkları ziyaretleri, ilgilendikleri arkadaşları, gösterdikleri gelişmeler, ziyaretlerde yaşananlar…

Sultan:

-Geçenlerde ziyaret ettiğim şehidin ailesinin durumu beni çok etkiledi. Eve döndüğümde doyasıya ağladım, dedi.

-Neden, ne oldu ki?

-Ziyaret programımızda vardırlar. Her seferinde hiçbir şeye ihtiyaçlarının olmadığını, her hangi bir sorunlarının olmadığını söyleyip duruyorlardı. Bu seferki gidişimizde de yine aynı şeyleri söylediler. Ben de dayanamayıp mutfağa gittim. İnanır mısınız buzdolabında hemen hemen hiçbir şey yoktu. Erzak olarak da bulgur ve bir miktar makarnadan başka bir şey bulamadım. Gördüklerime üzülmekle beraber sinirlenmiştim de. Muazzez yenge de benimle beraber gelmişti. Biliyorsunuz 5 çocuğu var. En büyük oğlu ilk okul üçüncü sınıfta okuyor.

Muazzez yengeyi çağırdım. Niçin ihtiyaçlarını söylemediğini, her türlü ihtiyacını karşılamak için bizlerin buraya geldiğimizi böyle yapmakla çocuklarına eziyet ettiğini söyleyince kendisi;

“Yok kardeşim, ben çocuklarıma eziyet etmiyorum. Çok şükür el işleriyle bir şeyler kazanıyorum. Benden daha fazla ihtiyaç sahipleri var. Öncelikle onlara sahip çıkılması lazım. Onların ihtiyaçlarının karşılanması lazım” deyince, ben de ona;

-Yenge, hepsinin ihtiyaçları karşılanıyor. Hepsi de bizim canımızdırlar. Bu çocuklar, bizim çocuklarımızdırlar. Onlara en iyi şekilde bakmak zorundayız. Bunun için ihtiyaçlarınızı dile getirmelisiniz. Fedakarlık çok güzel, kardeşinin nefsini kendi nefsine tercih etmek büyük bir fazilet, ama israfa kaçmadan ihtiyaçların söylenmesi de gereklidir, dedim.

-Bu Cemaat’in içinde mağdur olan sadece biz değiliz. Binlerce tutuklu ailesi var. Binlerce mahkum var. Bunun dışında bizim durumumuzda olan birçok şehid ailesi var. Bunları düşündüğüm zaman içimden bir şey istemek gelmiyor.

-Kısacası bu fedakarlığı, teslimiyeti, kendini değil de başkasını düşünmesi beni çok duygulandırdı. Ben de mutfaktaki eksikliklerin listesini çıkardım. Tabii yengenin bundan haberi yok.

Sultan yine duygulanmış ve gözyaşlarına hakim olamamıştı. Hazırladığı listeyi Fatma’ya uzattı.

-Bunların bir kısmını ben karşılamak istiyorum.

-Yapabilir misin? Kendini zorlaman gerekmez.

-Hayır, kendimi zor durumda bırakmam. Allah, vereceğimin yerini kat kat doldurur.

-Tamam, o zaman alacaklarını işaretle ve yanında not et. Geri kalanını da karşılamaya çalışırız.

Diğerleri de yaptıkları ziyaretlerde oluşturdukları listeyi Fatma’ya verdiler.

-Allah muvahhidlerin yardımcısı olsun. Bunca mazlum ve onların yükleri, diğer yandan da altlarında son model arabalar koyup yediği önünde yemediği ardında olan, lüks binalar inşa eden, trilyonlar harcayan müslümanlar… kulakları çınlasın.

Dünyanın her yerinde çekilen ızdıraplar… Ya Rabbim! Sen yardım et ve tüm dünya Müslümanlarını yek vücut et. Bizlerin kalplerini ve bileklerini birleştir…

İçten yaptığı duayla bitirdi sohbetini. Sohbet bitmiş, sıra Hatice’yi ziyarete gelmişti.

Hep beraber Hatice’yi ziyarete gittiler.





-Kim o? Diye sordu Zeynep hanım. Kapının öbür tarafındaki:

-Benim, Fatma, dedi.

Kapıyı açan Zeynep hanım onları oturma odasına aldı.

-Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.

Hatice’nin odaya girmesiyle ayağa kalkıp ona tek tek sarıldılar. Hatice gözyaşlarını tutamamıştı. Diğerleri de ağlamışlardı. Bu gözyaşları kavuşmanın, ayrılık acısının ve şükrün gözyaşlarıydı. Hatice ve Fatma sarılırken sarsıla sarsıla ağlamışlardı. Fatma, Hatice’ye sarılırken adeta onu bırakmak istemiyordu.

Zeynep hanım her zaman olduğu gibi odanın kapısında olanları gözyaşları içinde izliyordu.

Herkes oturduktan sonra ilkin Hatice söze girdi.

-İnsan elindekileri kaybettikten sonra değerini anlıyor. Sizi o kadar özledim ki inanın bunu tarif etmekten acizim.

Tek tek eski dostlar hal hatır sormaya başlamışlardı. Hal hatırdan sonra Zehra dayanamadı ve bunca zamandır hiçbir haber alınamamasına rağmen, buraya birden bire nasıl gelebildiğini sordu:

-İnşallah olumsuz bir durumdan dolayı gelmemişsindir.

-Duymadınız mı?

-Neyi duymadık mı?

-Eşim yakalandı. Yaklaşık olarak on beş gün gözaltında kaldı. Çıkarıldığı mahkemece de tutuklandı. Ben de yalnız başımaydım. Bunun için de buraya geldim.

-Fatma şaşırmıştı.

-Duymadık, annen onların haberi yok muydu?

-Vardı; ama belki bırakılır diye söylememişlerdi. Maksat boşuna telaş olmasın.

-Zeynep teyze ne yaptığını bilir. Buna rağmen söylenseydi daha iyi olurdu. Çünkü polisin de istediği bu tür şeyleri gizlemek, dedi Sultan.

Hatice;

-Doğrudur. Buraya geldikten sonra anneme söyledim zaten. Keşke haber verseydin dedim. Annem de gerekli yere haber verdiklerini söyledi, dedi.

-Gördünüz mü, işte Zeynep teyze farkı. Gerekli yere haber vermiş. Yapılması gerekeni onlar yapmışlardır şimdi, dedi Fatma.

-Bunların durumu biraz farklı, dedi Emine. Burada yakalansaydı herkese söylemek gerekirdi. Çünkü bu tür haberleri yaymak her zaman için faydalıdır.

-Çok güzel söyledin. Bu tür haberleri yaymak her zaman için faydalı olmuştur. Eve mi baskın yaptılar, nasıl oldu?

Bu arada Zeynep hanım çayları getirdi. Fatma hemen tepsiyi alıp dağıttı. Çaylar dağıtıldıktan sonra Hatice olayı anlatmaya başladı:

-Bildiğiniz gibi eşim arandığı için buradan gitmek zorunda kaldık. Şimdiye kadar da .. şehrinde ikamet etmekteydik. Yakalandığı akşam her zaman olduğu gibi işten dönmüştü.

-Hoş geldin.

-Hoş bulduk, Allah razı olsun.

-Bir duş al. Bu arada ben de yemeği hazırlarım.

-Çok iyi olur, çocuklar uyudular mı?

-Her zaman olduğu gibi seni beklediler, gelmeyince onları yatırdım.

-Bu akşam ne anlattın onlara?

-Hazreti Yusuf (as)’un hayatını hikaye ederek anlattım. Bu kıssayı çok seviyorlar. Hemen hemen ezberlemişler.

-Camide ders vermenin faydalarından biri, çocuklara hikaye anlatmayı çok iyi öğrenmişsin.

-Hizmet her zaman semeresini verir. Beni lafa tutma da yemeğimizi yiyelim, çok acıktım.

-Baş üstüne, emrin olur, seni mi kıracağım?!

Şeklindeki latifeden sonra her zamanki gibi yemeğimizi yedik. Biraz işinden konuştuk. Konuşmalarımız dönüp dolaştı, söz buraya geldi. Arkadaşlarımızı yad etmeye başladık. İsim vermeden kısa kısa anılarımızı anlatıyorduk. Hicret ettiğimizden beri doğru dürüst kimseyi göremiyorduk. Memlekete de gelemiyorduk. Bunun zorlukları ve Allah indindeki mükafatını karşılaştırarak birbirimizi teselli etmeye çalışıyorduk. Her zamanki sohbetlerimizden bir tanesini yapmıştık. İlerleyen saatlerde yatmaya hazırlanırken:

-Bey! İçimde garip bir sıkıntı var. Sabahtan beri devam ediyor. Sence ne olabilir? Dedim.

-Bilmem, siz kadınların altıncı hissi bize göre daha güçlü… fazla sıkma canını. İş olacağına varır. Ayrıca bu tür durumlarda hayra yormak lazım.

-İnşallah, istemediğimiz bir şeyle karşılaşmayız.

Bu şekilde uyuduk. Saat kaçtı, bilmiyorum ama zilin ısrarlı bir şekilde çalışıyla uyandım. Beyimin uykusu ağır olduğundan o uyanmamıştı.

-Bey… uyansana, bey uyan! Kapı çalınıyor.

-Ne dedin, ne istiyorsun? Bırak da uyuyayım. Sabah erkenden işe gitmem gerektiğini biliyorsun.

-Zil ısrarla çalıyor, diyorum. Saat gecenin ikisi, bu saatte bizim eve polisten başkası gelmez.

Polis sözünü duyunca irkildi birden. Zil hâlâ ısrarlı ısrarlı çalıyordu. Kapıyı da tekmelemeye başlamışlardı. Beyim hemen üzerine bir şey aldı.

-Çocukların odasına geç. Sakın korkma, şayet polis iseler ne diyeceğini biliyorsun. Seni öldürseler de başkasına zarar verecek bir şey çıkmasın ağzından.

-Tamam.

-Kim o?

-Açın polis.

-Polis mi? Ne istiyorsunuz?

-Evi arayacağız. Hakkında ihbar var.

-Polis olduğunuzu nasıl bileceğim?

-Kapıyı açarsan bilirsin.

-Kimliğinizi kapının altından atın.

-Aç kapıyı lan, yoksa kapıyı kırarım (bağırarak)!

Beyim polisin bize zarar vermemesi için kapıyı açtı. Kapının açılmasıyla eli silahlı, yüzleri maskeli, sayamadığım kalabalık bir grup polis içeri daldı.

Fatma araya girdi.

-Sen de salonda mıydın?

-Hayır, bizim ev fazla büyük değildi. İki oda bir salondu. Odaların kapıları salona açılıyordu. Kapı aralığından onları seyrediyordum.

İçeri giren polislerden ikisi hemen beyimi yere yatırdılar ve kafasına silah dayadılar. Diğerleri de çok hızlı bir şekilde odalara yöneldiler. İçlerinden iki-üç tanesi bizim bulunduğumuz odaya geldiler. Hızlıca kapıyı açıp ışığı yaktılar. Ben geldiklerini görünce, hemen çocukların yanıma gitmiştim. Işığı yakınca beni karşılarında çarşaflı olarak gördüklerinde ürktüler. Hatta birisi dışarı kaçtı. Az daha ateş ediyorlardı. O anda konuşmasaydım, belki beni ve çocukları tararlardı. İçeri girenlerden biri:

-Komiserim, burada bayan ve çocuklar var, dedi.

-Çıkarın onları dışarı ve odayı iyice arayın.

-Gel hanım gel, al çocuklarını ve salona çık.

Gürültüden çocuklar uyanmış, korkudan çığlıklar koparmışlardı. Onları alıp salona çıktım. Beyim hâlâ yüzüstü yerde yatıyordu. Ellerini arkadan kelepçelemişlerdi. Bu arada tahminimce komiserleri olan kişi ona sorular soruyordu.

-Ne iş yapıyorsun?

-Özel bir şirkette şoförlük yapıyorum.

-İşe nasıl girdin?

-Şoför arıyorlardı, başvurdum. Ücrette ve çalışma saatlerinde anlaştık, işe girdim.

-Bu ile ne zaman geldin?

-Yaklaşık bir yıl önce.

-Bu eve taşınalı ne kadar oldu?

-Yaklaşık bir yıl oluyor.

-Buraya yerleştiğinden beri başka ev değiştirmedin mi?

-Hayır.

-Niçin buraya geldin?

-Çalışmak için.

-Bulunduğun yerde iş yok muydu?

-Hayır, oralarda iş bulmak çok zor.

-Eşinle resmi nikahın neden yok?

-Hep sonra yaparız, sonra… dedik, ta bugüne kadar geldi.

Komiser ve beyim konuşurlarken polislerden bir ikisi de beni sorgulayarak hemen hemen beyime sordukları soruları bana da soruyorlardı.

-Evinize misafirler geliyor mu?

-Hayır.

-Neden, kimseniz yok mu, kimsesiz misiniz?

-Hayır, kimsesiz değiliz, ama bu şehirde kimsemiz yok.

-Kocanın arkadaşları gelmiyorlar mı? Kocanın hiç mi arkadaşı yok?

-Arkadaşları olsa da, olmasa da haberim yok. Ayrıca arkadaşları olsa bile evime mi gelmeleri gerekiyor?

-İnsan birbirini ziyaret etmez mi?

-Buraya kimse gelmiş değil. Demek ki kocamın hiç arkadaşı yok.

-(Başını sallayarak) Bakıyorum da tam talimlisin. Nasıl cevap vermen gerektiğini iyi öğrenmişsin.

Bu polis beni sorgularken komiser, beyimi ayağa kaldırıp;

-Bizimle karakola kadar geleceksin. Hakkındaki ihbardan dolayı ifadeni alıp birkaç saat sonra seni bırakırız, dedi.

-Giyinmeme izin verin. Bu şekilde götürecek değilsiniz herhalde.

-Kelepçelerini açın, giyinsin.

Evde hiçbir şey bulamamışlardı, ama evi savaş alanına çevirmiştiler. Beyim elbiselerini giyindi ve polisler onu alıp gittiler. Yalnız kalmıştım. Sabah namazımı kılıp beyimin gelmesini bekledim.

Emine:

-Birkaç saatliğine götürdüklerine inandın mı gerçekten, dedi.

-İnanmadım ama içimden bir kez bile olsun bir polisin doğru söylemiş olabileceğine inanmak istedim.

-Demek ki o da yalan atmış, dedi Fatma.

-Evet, birkaç saatleri on beş gün gözaltı ve hapis oldu.

Sultan:

-Sonra ne oldu? Dedi.

-Baskının olduğu gecenin gündüzü evi toparlamaya çalışırken eve üç erkek ve bir de bayan polis geldi. Evde birkaç gün kalacaklarını söyleyerek karakol kurdular.

Mevlüde heyecanla sordu:

-Sen de yanlarında mıydın yoksa?

-Hayır, ben ve bayan polis ayrı odada kalıyorduk. Tabii bu arada kadın polis beni hep konuşturuyor ve çeşitli sorular soruyordu.

-Kocanla nasıl tanıştın?

-Bizim oralarda görücü usulü hâlâ devam ediyor.

-İnsan tanımadığı biriyle evlenir mi?

-Biz evleniyoruz.

-Kocan nasıl biri?

-Çok iyi bir insan.

-Seni hiç dövdü mü?

-Hayır.

-Kur’an okur musun?

-Evet.

-Nerede öğrendin?

-Camide.

-Camide ders verdin mi?

-Hayır.

-Kocan Kur’an okuyor mu?

-Evet.

-O camide ders veriyordu değil mi?

-Hayır.

-Ama bir Müslüman ders vermeli, öyle değil mi?

-Kocam imam değil, ayrıca Kur’an-ı Kerim dersi verecek zamanı yoktu.

-Geçenlerde kocanla beraber nereye gitmiştiniz, aile dostunuz mu oluyorlar?

-Hiçbir yere gitmiş değiliz. Nerden çıkardınız?

-Biz bize konuşuyoruz. Saklamana ya da çekinmene gerek yok.

-Böyle bir şey yok. Bizim buralarda akrabalarımız yok.

-Baban ne iş yapıyor?

-Manifaturacılık.

-O mu sana örtünmeni söyledi, yoksa kocan mı?

-Hiçbiri, Allah’ın emri olduğu için örtünüyorum.

-Bu örtü içinde sıkılmıyor musun?

-Hayır, niçin sıkılayım?

-Ne bileyim, insanın nefesi çıkmaz.

-Cehennem daha sıkıcı ve yakıcı.

……

Böylece beni konuşturmanın yollarını arıyordu. Zil çaldığında kapıları hep onlar açıyordu. Bir hafta boyunca dışarı çıkmama izin vermediler. Birkaç kez erkek polisler beni sorguladı. Bir iki defa beni karakola götürüp işkence edeceklerini, beni soyacaklarını, konuşmazsam kocamı öldüreceklerini… vs. korkunç tehditlerde bulundular. Kararlı olduğumu görünce bana dokunmadılar. Sadece bir iki kez ellerimi copladılar.

Fatma:

-Korkmadın mı?

-Aslında ilk başlarda korktum, fakat sonraları bu korkum kalmadı. Hatta beni tehdit ittiklerinde ben de onlara, “Elinizden ne geliyorsa yapın. Eğer söylediğiniz kadar vahşileşip canileşecekseniz hiç durmayın, istediğinizi yapın. Nasıl olsa elinizdeyiz” diyordum.

-Hamdullah’ı bir ay tuttular. Gördüğü işkenceden dolayı hâlâ bir eli çalışmıyor. Canavarlar bunların yanında kedi gibi kalır.

-İnsanlıktan çıkmış bunlar. Elhasıl, bir hafta sonra gittiler. Ben de taa geçen gün eşimden mektup alana kadar evde kaldım. Bereket versin birkaç parça takım vardı. Onları satarak geçindim. Yoksa perişan olurdum.

-Eve haber vermedin mi?

-Verdim; ama adresi söylemekten korktum. Babam gelir de onu da yakalarlar diye. Bunun için yalnız kaldım. İki üç gün önce de artık dayanamayıp babamı aradım. O da gelip beni aldı. Şimdi de buradayım.





“Zindan ehli neye üzülür? Zindanı; ibadethaneye, tefekkürhaneye, talimhaneye çevirmediğine üzülür.”

-Hamdullah.. Hamdullah.. Saat üç. Kalkıyor musun?

-Orhan… Orhan.. saat üç, kalkacak mısın?

-Evet…

-Ziya, Ziya… Kalkıyor musun?

-Saat kaç?

-Saat üç.

-Tamam.

Koğuşta her zaman birileri uyanık kalır, gece ibadet eder. Uykusu gelen, gece yarısı kalkan kardeşlerini uyandırırdı. Bu gece de yine aynı şekilde uyanık kalıp Kur’an-ı Kerim, Fıkıh, Tefsir gibi ilimlerle meşgul olanlar ya da namaz kılıp ibadet edenlerden bazıları yatmadan önce kendilerinin uyandırılmasını isteyen kardeşlerini uyandırmışlardı.

Uykudan uyananlar giyinip tek tek aşağıya inmeye başladılar.

-Selamün aleyküm, diye selam verdi Hamdullah.

-Aleyküm-es Selam diye karşılık verdi içerdekiler.

Aşağıya inenler tek tek abdest alıp yukarıya çıkmaya başladılar. Her biri kıbleye yönelip namaz kılmaya başladılar.

Hamdullah bir köşeye çekilmiş sessiz sessiz namaz kılıyordu. Kıldı, kıldı, kıldı…

Namazı bitirdikten sonra ellerini açarak;

“Ya ilahi” ey acizlerin acizliğini gideren, acziyetimi; fakirlerin fakirliğini gideren fakirliğimi; çaresizlerin çaresi olan çaresizliğimi; kimsesizlerin kimsesi olan kimsesizliğimi; sıkıntılarımı ve derdimi gider. Ey dua edenin duasına icabet eden, sen duama icabet et. Umuyorum, istiyorum, bekliyorum. Ya Rahman! Duama icabet et, duamı kabul buyur, kabul et, hem dünyada hem ahirette… sabırsızlığımı mazur gör. Duamı dünya ve ahiretime selamet kıl.

Ey Allahım! Bugün dünyanın her tarafında zulme uğrayan müslümanların imdadına yetiş. Senin için canlarını seve seve veren tüm dünya muvahhidlerinden şehit olanların şehadetini kabul et. Bizlerden de zindan hayatımızı. Vazifemizi hakkıyla yapamamış olsak bile, nimetlerine tam manasıyla layık olmasak bile affet, rahmetine muhtacız. Bizlerin ve tüm dünya Müslümanlarının, dilini, kalbini bir kıl, hak yolda sabit. Kahhar olan kahrınla kafirleri, zalimleri kahret. Başörtüsü mücadelesi veren, eşleri şehit olan, tutuklanıp zindanlara atılan, muhacir olup zor şartlarda yaşayan, anaların, bacıların, çocukların gözyaşlarını dindir.

Ya Rabbi! Duamı “kün” emrin ile hemen hayırlı ve selametli kılıp icra et. Meded, meded, meded…

Hafifçe dökülen gözyaşlarıyla dua ediyordu Hamdullah. Diğer yiğitler de Allah bilir Rableri ile nasıl bir söyleşideydiler.

Sabah namazına yakın bir vakitte yatakhanenin ışığını yaktı biri ve tek tek sabah namazına kaldırmaya başladı herkesi. Zaten çoğu gece namazı için uyanmış haldeydiler. Toplam on sekiz kişiydiler. Bu sayı bazen çoğalıyor, bazen de azalıyordu.

Sabah namazı vaktinin girmesiyle içlerinden biri ezan okumak için havalandırma penceresini açıp:

“Allahu Ekber Allahu Ekber

Allahu Ekber Allahu Ekber” diye başlayıp tane tane güzel bir sesle okudu ezanı. Diğer taraftan da ezan sesi yükselmiş, güzel bir ahenkle gecenin sessizliğini yırtıp Arş-ı Ala’ya doğru yükselmeye başlamıştı. Namaz, dinin direğiydi ve ezan ins ve cinleri namaza çağırıyordu.

Koğuşun hepsi abdest alıp sünnetlerini kıldıktan sonra cemaatle namaza durdular.





Fatma kaynanasından birkaç gün annesinin evinde kalmak için izin almıştı. Hatice’nin gelmiş olduğunu haber alıp onu ziyarete gittiklerinde, akşama doğru diğerleri kalkmış, Fatma ise orada kalmıştı. İki eski dostun konuşup dertleşecekleri çok şeyleri vardı.

Hatice, bulundukları yerde karşılaştığı zorlukları, yalnız kalışlarını, kimseyi görememenin verdiği gurbet acısını.. anlatmaya başlamıştı.

-İnan ki kardeşim yaşamakla duymak arasında çok fark var. İnsan yaşamadan anlayamıyor.

-Neden hiç aramadın, arayamıyor muydun?

-Sizin hayallerinizle hasbihal ediyordum. Aramam imkansızdı. Bazı sebeplerden dolayı arayamıyordum.

-Tanıdığınız, yanına gidebileceğiniz kimse yok muydu?

-Hayır, tanıdıklarımız vardı, ama evlerine gidemiyorduk. Hem ayrıca büyük şehirlerde bir yerden başka bir yere gitmek, bir şehirden başka bir şehre gitmekten daha zor.

-Evinize de kimse gelmiyor muydu?

-Nerdeee? Ne gezer, oturduğumuz apartmanın komşularının dışında gelen hiç kimse yoktu. Bazen canım o kadar çok sıkılırdı ki, sıkıntıdan oturur ağlardım. Çocuklar ağladığımı görmesinler diye de banyoya girer çamaşır yıkıyor gibi yapıp doyasıya ağlardım.

-Canım arkadaşım, Allah ecrinizi artırsın. Bizi bu durumlara sokan zalimlerin de belasını versin. Sırf camide ders verdi diye insanlar terörist ilan edilip yerinden yurdundan, sevdiklerinden kopartılır mı?

-İslam’a tahammülleri yok bunların. Filistin’de Yahudi İsrail, Çeçenistan’da dinsiz Rusya, dünyanın diğer yerlerinde büyük şeytan Amerika ve burada da Amerika uşakları Müslümanlara kan kusturuyorlar. O kadar tahammülsüzdürler ki kardeşlerimizin örtüsüne bile kin ve öfke duyuyorlar.

-Hiç çıkmıyor muydunuz?

-Pekala çıkıyorduk. Bazen çocuklar ve eşimle birlikte parka gezintiye ya da pikniğe falan giderdik, ama bu da çok nadir olurdu.

-Senin küçük hasta gibi gözüküyor. Bana mı öyle geldi yoksa?

-Evet hasta, yaşadığına bile şaşıyorum.

-Neden, ne oldu ki?

-Babası bir ara işi dolayısıyla birkaç günlüğüne evden ayrıldı. Yalnız başıma kalmıştım. Bu günlerde hastalandı. Yalnız olduğum ve yol-yordam bilmediğim için doktora götüremedim. Hastalandığı günün akşamı ağırlaştı. Ateşi yükselmişti. Soğuk mendil falan uyguladım, elbiselerini çıkardım, sirkeli suyla alnını ovdum. Ateşi biraz düşmüştü. O geceyi nasıl geçirdiğimi Allah bilir. Hem ağlıyor, hem dua ediyordum. Ya ölürse, aman ya Rabbi!.. (Hatice gözyaşlarını tutamamış, ağlamıştı. Sanki o geceyi tekrar yaşıyordu) Gözyaşları içinde, ölebileceği ihtimalini düşündükçe, delirecek gibi oluyordum. Bu şekilde geceyi sabahladım. Bir ara dalmışım, kabus görmeye başlamıştım. Korkunç şeyler görüyordum. Birden irkildim. Hemen çocuğu yokladım. Yavrum ateş gibi yanıyor ve hiç kımıldamıyordu. Elime aldığımda cansız gibi duruyordu. Nasıl akıl ettim, bilmiyorum, ama hemen kalbini yokladım, yaşıyordu. Çarşafımı kaptığım gibi çocuk kucağımda olduğu halde komşunun kapısını çaldım.

Nefes alışı ağırlaşmıştı çocuğun. Sağ olsun, komşum hemen bir araba çağırdı. Acilen hastaneye yetiştirdim. Yolda çocuğun ağzından köpük çıkmaya başlamıştı. Hastanenin acil servisinde ilk müdahaleyi yaptılar. Meğer havale geçiriyormuş. Ne kadar geçti bilmiyorum, doktorun;

-Geçmiş olsun, çocuğunuz tehlikeyi atlattı. Biraz daha gecikseydiniz, onu kaybedebilirdik. Yalnız korkarım çocukta iz bırakır, tesellisiyle biraz kendime geldim.

-Allah’ıma şükürler olsun, beterinden korudu bu bana yeter.

Üzerimde para da yoktu. Gerçi beyim gittiğinde birkaç günlük masraf için bir şeyler bırakmıştı. Ama bu ancak taksi parasına yeterdi. Taksiciye elimdeki yüzüğü verdim. Yüzüğe baktı, bana baktı, çocuğun durumunu düşündü herhalde.

-Kalsın bacım, çocuğun ilaç ve doktor masrafını karşılarsınız.

-Olmaz sizin hakkınız bu. Kusura bakmayın, size ancak bunu verebilirim.

-Bir şey olmaz bacım. İnsanlık ölmedi, Allah bunun yerini doldurur, diyerek para almadı. Allah ondan razı olsun. Almadığı o yüzük işime çok yaradı. İlaç parasını, diğer bazı masrafları ondan karşıladım. Bu hastalıktan sonra çocuk bu hale geldi.

-Babası geldikten sonra doktora falan götürmediniz mi?

-Hayır.

-Neden?

-İmkansızlıktan. Çok şükür iyidir. Yalnız biraz bünyesi zayıflamış. İnşallah geçer. Allah beterinden korusun.

Gece epey ilerlemişti. İkisinin de uykusu gelmiyordu. Ama sabah namazına kalkmalıydılar. Yatmadan önce birkaç rekat namaz kılıp dua etmek için sohbetlerini kesip abdeste+ hazırlık yaptılar. Onların da zindanda bulunan eşlerine ve diğer muvahhidlere, zulüm ve işkenceden geçirilip yurtları işgal edilen mazlum Müslüman halklara dua etmeleri gerekiyordu. Tıpkı esaret altında olup zindana tıkılanların yaptıkları gibi.
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 13:47
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA...39

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Uzunca serilmiş muşambadan yer sofrasında kahvaltıya başlamıştı koğuştakiler. Cezaevi idaresinin verdiği kahvaltıdan ve çaydan oluşuyordu sabah kahvaltıları. Sabah saat yedi veya yedi çeyrekte uyanır, abdestlerini alıp Duha (Kuşluk) sünnet namazını kıldıktan sonra hep beraber kahvaltıyı hazırlarlar. Genelde kahvaltı yaparlarken gardiyanlar sayım için gelirlerdi.

Bugün de yine öyle oldu. Koğuştakiler kahvaltı yaparlarken gardiyanlar gelip sayım aldı. Radyodan sabah haberleri dinleniyor ve önemli haberler üzerinde tutuklular kendi aralarında yorumlar yaparak o haberleri değerlendiriyor, bu şekilde hem kahvaltı yiyiyor, hem de tatlı bir sohbet yapıyorlardı.

Kahvaltısını çabuk yapanlardan üçü hemen bulaşıkları yıkamak için hazırlığa başladılar. Bulaşıkları hep üç kişi yıkar… Biri sıcak sudan geçirip yağdan arındırdıktan sonra diğerine verir, bu da deterjanlı suda iyice yıkadıktan sonra durulanmak üzere üçüncüsüne yani durulamacıya verir. Durulama yapıldıktan sonra tabaklar raflara yerleştirilir.

Bulaşıkları yıkamak için hazırlık yapanların işini elinden almak için sofradan kalktılar birkaç kişi.

-Çekil, bugün ben yıkayacağım.

-Ben sofradan erken kalktım. Sırf bulaşıkları yıkamak için doymadım da.

-Bak beni kırma, öğlene sen yıkarsın.

-Kesin olmaz. Kusura bakma bu bir yarış. Hayırlarda yarışmak.. Kim kazanırsa.

Aralarında “Ben yıkayacağım, hayır ben yıkayacağım” şeklinde bir tartışma başlamıştı. Sonunda erken kalkanlardan biri yerini başkasına kaptırmıştı. Bulaşık yıkamak için bu mücadele sürerken sofranın kaldırılıp yemekhanenin temizliği için ondan farksız bir durum yaşanmıyordu. Eline çek pası alan, muşambayı temizlemek için sünger ve köpük alan, kurutmak için havluları alan, süpürmek için süpürgeleri alanlar arasında tatlı bir didişme başlamıştı. Elinde havlu olanlardan birinin arkasından sessizce yaklaştı Hamdullah, elindeki havluyu tuttuğu gibi çekti. Elindeki havlunun elinden çıkmasıyla kendine gelen arkadaşı:

-Kesinlikle havluyu geri vereceksin, yoksa elbisemi çıkarır onunla silerim, dedi.

-Neden vereyim, sen de kaptırmasıydın. Kaptırdın mı gitti!

-Tamam öyleyse, başka sefere de ben seninkini kaparım.

Diğer tarafta süpürgeyi kapma mücadelesi vardı. Eline süpürgeyi alan bir türlü vermek istemiyordu. Ondan almaya çalışanlar ise onu zorluyorlardı. Bu güzel ve tatlı mücadele sonucu sofra kalkmış, bulaşıklar yıkanmış, yerler süpürülmüştü. Koğuşun sabah temizliğini günün nöbetçisi yapmıştı daha önce. Kahvaltıdan sonra da yemekhanenin temizliği yapılarak sabah temizliği sona ermişti.

Her sabah banyo, tuvalet yıkanır, yukarı merdiven temizliği, havalandırmaya giden koridorun yıkanması, havalandırmanın temizliği düzenli olarak yapıldığından koğuş temizlik bakımından evi andırıyordu adeta.

Tüm tutukluların bir programı vardı. Bu programa göre herkes kahvaltıdan sonra programını uygulamaya koyarak gününü en iyi şekilde değerlendirmeye çalışıyordu. Koğuşun tüm sakinleri kendi aralarında gruplar oluşturarak zindanı en iyi şekilde değerlendirme telaşı içinde… Siyer, Tefsir, Hadis, Risale, Arapça, İngilizce, Farsça.. gibi hemen hemen her türlü ilim tahsil edilmeye çalışılırdı. Tutuklular arasında her kesimden mahkum olduğundan çok geniş ve zengin bir ilim ortamı oluşmuştu. Tıp tahsil edenler bile vardı tutuklular arasında.

Öğleye kadar yoğun bir ilim tahsilinden sonra cemaatle kılınan öğle namazını müteakiben öğle yemeği, yemekten sonra bulaşık yıkama yarışı, sofrayı kaldırma yarışı hep devam eder giderdi.

İkindiden sonra genelde voleybol oynamak sureti ile spor yapan tutukluların belki de cezaevinde tek eğlence aletleri yuvarlak, beyaz renkli voleybol topuydu.

Kur’an-ı Kerim ve Cevşen okuma hemen hemen tüm tutuklular için çok rağbet edilen bir şeydi. Uğrunda zindanı göze aldıkları Kur’an-ı Kerim’i en iyi şekilde öğrenmek için büyük bir gayret ve aşk ile çalışıyorlar ve onu hayatlarına uyguluyorlardı.

Hamdullah ve koğuş arkadaşlarından Selman havalandırmada volta atarlarken bir yandan da sohbet ediyorlardı.

-Selman ağabey! Beş yıldır davanızın sonuçlanmamasının nedeni nedir? Yani eğer suçluysanız beş yılda bunun ispatlanması gerekiyordu. Yok eğer suçlu değilseniz niçin tutuluyorsunuz?

-Bir memlekette eğer hukuk bağımsız değilse o memlekette ne adaletten ne insan hak ve özgürlüklerinden söz edebilirsin. Bizim ülkemizde hukuk hiçbir zaman bağımsız olmadı. Hep siyasi ve derin otoritenin güdümünde kaldı ve bu baskı altında işledi.

-Doğru, doğru da bu kadar da olmaz. Madem uygulanmıyor neden kanunlar çıkarılıyor? Hukukun temelinde, “Bir kimsenin suçluluğu ispatlanmadıkça suçsuzdur” kaidesini niçin baz almıyorlar?

-Güzel ağabeyim benim. Bunlar yaldızlı sözler. Bu memlekette önce idam edilip daha sonra yargılananlar var. Öldüğü halde mezardan çıkarılıp asılanlar var. Dünyanın hiçbir yerinde Kur’an-ı Kerim dersi vermek suç değil. Oysa bu memlekette suç sayılıyor. Gözaltındaki işkencelerden kim geçerse Atatürk’e bile suikast yaptım der. İşte bu ağır işkenceler sonucu üstüne üstlük gözler bağlı vaziyette imzalanan ifadeler, mahkemelerde delil kabul ediliyor. Böylece düzmece ifadelerin delilleri toplanmaya çalışılıyor. Gel de bu şekilde delilleri topla, toplayabilirsen.

-Tabii bunun için de yıllarca “eksikliklerin tamamlanmasına” şeklindeki mahkeme şablonuyla gidip geliyorsunuz.

-Aynen öyle. Sanırım bize istenen cezayı yatacağız ve sonra da bizi tahliye edecekler. Yani ceza almadan yıllarımız cezaevinde geçecek, ki geçiyor da zaten. Beş yıldır buradayım, herhalde bu gidişle bir beş yıl daha burada kalırım.

-Evliydiniz, değil mi Selman kardeş?

-Evet.

-Çocuk var mı?

-Evet, bir tane erkek çocuğum var.

-Kaç yaşında?

-Ben yakalandıktan birkaç ay sonra doğdu. Demek ki beş yaşındadır.

-Nasıl, aranız iyi mi?

-İdare ediyoruz. Yani annesi “bu babandır” demese, benim babası olduğumu nereden bilecek? Hiç görmemiş ki!..

-Yani ziyarete hiç gelmiyor mu?

-Geliyor, onu demek istemedim. Çocuğum beni sadece şeklen tanıyor. Bir çocuğun babasını tanıması böyle olmasa gerek… Ayrıca ben de çocuğumu sadece bana anlatıldığı şekliyle tanıyorum. Kısacası, Hamdullah kardeş, dünya mü’minin zindanıdır. Ve biz bu yola baş koyduğumuzda ölümden tut zindana kadar başımıza gelecekleri göze aldık. Tek endişemiz, görevlerimizi hakkıyla ifa edip edemeyişimizdir. Yoksa, Şeyh Said’in dediği gibi: “Ölümüm Allah için olduktan sonra idam sehpalarından pervam yoktur.” Zindanın piri, zamanın Bedii Üstad’ın dediği gibi: “Saçlarım kadar başım olsa, her gün birini kesseler, hepsini İslam için vermeye hazırım.”

Zindan ve zindanda bulunanlar, var olan bir davanın en canlı ve yaşayan şahitleridirler. Zindan kemale doğru yol alan bir davanın yol güzergahında geçmesi gereken en önemli güzergahlardan biridir.

-İnşallah zindanlar ve işkenceler bizi yıldırmayacağı gibi azmimizi artıracaktır.

-İnşallah…

-Bir şey olmaz Hamdullah kardeş. Çektiklerimiz büyük bir dava uğrunda. Davalar ne kadar büyük olursa, çekilen eziyetler de o kadar büyük olur. Biz başımıza gelenlerden dolayı Rabbimizden yardım diliyoruz ve O’na hamd ediyoruz. Ve diyoruz ki: “Binlercemizi şehid de etseler, zindanlara da tıksalar… yapsınlar… YETER Kİ KUR’AN SUSMASIN!”

Hatice ve Fatma öğle namazlarını kıldıktan sonra tekrar sohbete dalmışlardı.

-Durumunuz nasıl? Diye sordu Hatice.

-Çok şükür.

-Hamd ediyorsun, ama gözlerin başka şeyler anlatıyor.

-Senden bir şey gizleyecek değilim, sadece seni üzmek istemiyorum.

-Biz kardeşiz. Birbirimizin dertleriyle dertlenmeliyiz. Sakıncası olmayan konularda sana elimden geldiğince yardımcı olurum. Senin bana olacağın gibi.

-Allah razı olsun. Muvahhidler ellerinden geleni yapıyorlar zaten. Sadece haberin olsun diye bazı şeyleri sana söylemekte fayda görüyorum.

-O zaman kendinden başla.

-Benim pek fazla önemli bir sorunum yok. Sadece bazen beni çok sıkıyorlar. Geçenlerde çarşafımı çıkarmamı istedi kaynanam. Daha önce de camiye gitmemem için yoğun bir baskı yapıyordu.

-Kaynataların başlarda çok iyilerdi. Ne oldu da böyle birden bire değiştiler?

-Hamdullah’ın yakalanması korkuttu onları. Bazen kaynanam bana, “Senin yüzünden kayınbabanı yakalayacaklar. Kendine acımıyorsan, bize acı ve camiye gitme” diyor
-Senin tepkin ne oluyor?

-Ne olacak ki… Genelde ses çıkarmayıp dinliyorum. Bazen de ayet ve hadisler getirerek yaptığım işin ne kadar elzem olduğunu anlatmaya çalışıyorum.

-Kayınbaban, onun tepkisi nasıl?

-O pek ses çıkarmıyor. Zaten onun suskunluğu kaynanamı frenliyor. Gerçi bazen o da camiye gitmemi istemediğini dile getiriyor, fakat baskı yapmıyor.

-Allah onlara doğruyu göstersin. Allah hepimizi ıslah etsin.

-Benim çok şükür durumum gayet iyidir. Çok zor durumda olan kardeşler var. Mesela Emine… Durumunu biliyorsun. Kendisi ve eşi muhacir olduklarından şu anda çocuklarıyla beraber yalnız başına bir evde kalıyor. Muvahhidlerin yardımları olmazsa belki de aç kalırlar.

-Tepkisi nasıl oluyor peki?
-Çok kanaatkar, itaatkar, teslimiyeti çok güzel. Şikayet ettiğini şu ana kadar duymadım. Kendi yaptığı el işlerini de satıyor. Bu şekilde muvahhidlerden kendisine giden yardıma katkı sağlayarak geçimini sağlıyor.

-Gözyaşları ve kanla harcı yoğrulan bir davanın zindan, hicret ve gariplikle oluşturulan binanın yok olması imkansız. Varsın birileri bizleri şehid etsin, birileri de zindanlara tıksın. Bu din, kafirler istemese de tamamlanacaktır. Bu, Allah’ın bir vaadidir.

-Biz zindanda olan eşlerimizi en güzel şekilde temsil edeceğiz. Bize bıraktıkları emanetlerini, çocuklarımızı en güzel şekilde yetiştirmeye gayret edeceğiz.

-Yazıklar olsun o kadınlara ki kocasını zor anında yarı yolda bırakır. Yine yazıklar olsun o kadına ki mücadele şartlarında kocasına engel olur.
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 13:51
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN! MÜCAHİDE BACILARA... SON ...... ÇABA BİZDEN MUVAFFAKİYET ALLAHTAN.....WESSELAM

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
Günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovalayarak zaman hızla akıp gidiyordu. Adeta son hızla giden bir lokomotif gibi arkasından hayatı, acıları, ızdırapları, umutları, özlemleri.. alıp götürüyordu. Vagonların, lokomotifi takip etmemek gibi bir lüksü yok. Hayatın da, yaşanacakların da zamanı takip etmemek gibi bir lüksü yok. Her gün yeni bir umut ve belki de her günün sonu bir hüsran, acı, gözyaşı.. Bazen de umutlara kavuşmanın verdiği sevinç, sürur.. Her günün doğumu, yeni bir hayat… Dalların tomurcuklanması yeni bir doğumun müjdecisi, gecenin zifiri karanlığını yararak söken şafak, yeni bir günün habercisi, ölümden diriliş… “Darlıktan sonra genişlik vardır.” Belki de hayat bu. Belki de hayatı cazibeli kılan, yaşanan acılar, zorluklar, meşakkatler, sevinçler… Bazen hayata gözünü açan yeni bir canlı, yeni umutlar demek olur.

Hamdullah’ın yakalanışının üzerinden yaklaşık 4 yıl geçmişti. Mahkeme her defasında delillerin toplanması deyip mahkemeyi ertelemiş ve geride bırakılan 4 koca yıl… Fatma, eşinin yakalanışının üzerinden 2 yıl sonra kaynanasının yoğun baskılarına dayanamamış, annesinin evine yerleşmişti. Bu iki yıldır da iki kızı ile beraber burada yaşıyordu. Ayşe hanımın, Ali ve Ahmet adındaki oğulları büyümüş, tek başlarına evi idare etmeye başlamışlardı. Babalarının bıraktığı işyerinde ilk yıllarda kendilerine yardımcı olan çalışanlarının yakalanmasıyla yalnız kalmışlardı. Son iki senedir de Ali ve Ahmet dükkanı en iyi şekilde işletiyor ve ailelerine bakıyorlardı. Ali, ortaokuldan sonra okulu bırakmış, Ahmet ise okumaya devam etmişti.

Hatice, eşinin yakalanmasıyla baba evine yerleşmiş, üç çocuğuyla birlikte üç yıldır baba evinde kalıyordu. Eşi de diğer tutuklular gibi mahkemenin sürüncemede kalmasıyla cezaevinde geçirmişti üç yılını.

Emine, hâlâ çocuklarıyla yalnız yaşıyordu. Muvahhidlerin yardımları ve kendi çabalarının da katkısıyla geçimini temin ediyordu. Ailesi ve kayınbabası, onları hiç sormamış ve sahiplenmemişlerdi. Emine, temsil ettiği davanın onuruna yakışır şekilde davranıp onlardan hiç yardım talep etmemişti.

Muvahhidlerin yoğun İslami çalışmaları her geçen gün semeresini veriyordu. Çalışmaların artması ve yoğunluk kazanmasıyla üzerlerindeki baskılar da o denli artıyordu. Camilerdeki Kur’an-ı Kerim derslerini kaldırmak için devletin yoğun baskıları hiç durmamış, bilakis artmıştı. Ama bu baskılar Kur’an-ı Kerim’e fedai olmuş binlerce gönül ehlini yıldırmamış, aksine onların azimlerini arttırarak kendilerini daha çok çalışmaya itmişti. Camilerdeki öğrenci sayısı on binlere ulaşmıştı. On binlerce Kur’an şakirdi demekti bu.

Fatma ve diğerleri cami çalışmalarını hiç aksatmadan yapmaya özen göstermişlerdi. Artık kendileri de anne idi ve evlat sevgisini daha iyi anlıyorlardı. Çocuklar geleceğin büyükleridir. Nasıl yetiştirilirlerse, öyle büyürler. Çarpık ve bozuk düzende fuhuş, yalan, dolan, hile.. gibi insanlık dışı her türlü fiilin yaşandığı bir ortamda geleceğin büyüklerini yetiştirmenin önemi artıyordu elbette. Kur’an-ı Kerim dersi verenler, bu bilinçte ve bu bilinçle geleceğin örnek insanlarını yetiştirmenin telaşını yaşıyorlardı adeta…

Kendi çocukları da büyüyordu. Yıllar çok çabuk geçiyor, dünün bebeleri yavaş yavaş okul çağına geliyordu. Çocuklarını en güzel şekilde İslami bir terbiye ile büyütmenin heyecanı ve titizliği vardı Fatma ve onun gibi İslam’a gönül vermiş anne ve bacılarda.

Hicran bu yıl okula başlayacak, Şehadet konuştuğunda adeta büyüyüp de küçülen birini andırıyor. Fatma, çocuklarına Peygamber kıssalarını hikaye ederek her gece anlatıp onları bunlarla uyuttuğundan, Hicran küçük yaşına rağmen tüm peygamberlerin hayat hikayelerini biliyordu. Şehadet de bu hikayelerle büyüyordu. Bazen Hicran, Şehadet’e bu hikayeleri anlatıp “Yaa, ben biliyorum, ama sen bilmiyorsun” diyerek bilgiçlik taslıyor, Şehadet’in küçüklüğünden yararlanıyordu.

Fatma, Hicran’a İslam’ın temel kaidelerini sorulu cevaplı bir şekilde öğretmeye çalışıyordu.

-Peygamberimiz (as)’in adı?

-Muhammed (as).

-Nerede doğdu?

-Mekke’de.

-Nerede vefat etti?

-Medine’de.

-Kaç yaşında vefat etti?

-Altmış üç.

-Dinimiz?

-İslam.

-Kitabımız?

-Kur’an.

-İslam’ın şartı kaç tanedir?

-Beş tane.

……..

Şehadet de yavaş yavaş öğreniyordu. Annelerinin ve anneannelerinin namaz kıldıklarını gördükçe onlar da kılıyor, namazdan sonra ellerini açarak:

-Ya Rabbi! Babam eve gelsin, diğer çocukların da babası eve gitsin. Ben babamı özledim, onu eve gönder. Ben polisleri sevmiyorum, babamı hapse koydular. Allah’ım, ne olur babam eve gelsin. Başka çocukların babaları evdedir. Babam eve gelsin, bana oyuncak alsın, çikolata alsın, elbise alsın. Benimle oynasın. Tuba’nın babası hep evde, ona hep güzel şeyler alıyor. Benim babam evde değil. Ne olursun eve gelsin… diye dua ediyorlardı.

Ablasının ve annesinin ellerini açarak bir şeyler söylediklerini gören Şehadet de ellerini açıyor, kimsenin anlamadığı bir şeyler mırıldanarak dua ediyordu.

Bugün yine bayramdı. Kaç bayramdı acaba onsuz geçen, kaç bayram?.. diye mırıldandı Fatma. Saymak istedi önce, sonra vaz geçti. Sayıp da ne olacaktı sanki. Bir, iki, üç, dört… der, tek heceli bir kelimede sıkışıp kalırdı. Hicran’ın ve Şehadet’in “Anne babamız eve niye gelmiyor, bu bayram da eve gelmeyecek mi?”soruları hep sorulacaktı. Gece yarıları döktüğü gözyaşları, Emine’nin çektiği acılar… Ayrılığın, kimsesizliğin yakıcı hasretinde firakın yakıcı acısını… bir tek hece… Hayır, hayır, hayır, saymayacağım. Ne kadar geçtiğini Rabbim biliyor. O’na kul olmak, teslim olmak, O’nun razı olduğuna rıza göstermek… Evet, bunu yapabilmek için saymayacağım.

Yıllar sonra ilk kez eşiyle açık görüş yapacaktı. Yıllardır siyasi tutuklulara açık görüş hakkı tanınmadığından, sadece kapalı görüş yapabiliyorlardı.

Farklı bir heyecan yaşıyordu bugün tutuklu aileleri. Yakınlarının bulundukları şehrin dışında ayrı bir şehre nakil edildiklerinden, aileler hep beraber araba kiralıyor ve birbirleriyle yardımlaşarak gidiyorlardı. İmkanları olmayanların yol parasını kendi aralarında tamamlayarak veriyor, böylece güzel bir dayanışma örneği sergiliyorlardı. “Mü’minler kardeştir” fermanı vardır Kur’an’ın. “Onlar ki darlıkta ve bollukta Allah yolunda infak ederler..” Vasfı ile vasıflandırılmışlardı.

-Demek yıllar sonra açık görüş yapacağız, dedi Emine.

-Evet, diye karşılık verdi Fatma.

-Yarın gidiyoruz değil mi?

-Sen istersen gelmeyebilirsin.

-Aslında gelmesem daha iyi olur!

-Ben de inandım(!)

-Hiç inanma. Yıllar sonra karşılıklı oturup konuşmak, onu yakından görmek… Çocuklar nasıl bayram yapıyorlarsa… onlardaki heyecandan daha fazlası var bende.

-Ben bu akşam nasıl uyuyacağım, onu düşünüyorum. Allah’a ne kadar hamd etsek azdır.

-Gerçekten ne kadar hamd etsek azdır.

-O zaman bol bol hamd edelim. Hamd, nimeti artırır. Şükür, nimetin zevalini engeller. İnşallah daha güzel günleri de görürüz.

-İnşallah.

-Yarın görüşürüz inşallah. Allah’a emanet ol.

-Sen de.

Emine hazırlıklarını yapmak üzere Fatma’dan ayrıldı.





Bir Kurban Bayramı daha zindanda geçiriliyordu. Koğuştakiler sabah namazını kılmış, namazdan sonra herkes yatağını toplamaya başlamıştı. Yaz olduğundan yatak toplama işi çabuk bitmişti. Hemen koğuş temizliği ve düzenlemesine başlayarak hep beraber etrafı bir güzel toparlayıp düzelttiler.

Temizlik ve düzenleme işi bittikten sonra koğuştakilerden sesi güzel ve Kur’an-ı Kerim’i güzel okuyan biri, Rahman Suresini okumaya başladı. O okuyor, diğerleri sessizce dinliyorlardı. “Öyle ise Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlarsınız?”Ayetinden sonra tüm tutuklular: “Allahu Ekber Allahu Ekber Allahu Ekber Allahu Ekber la ilahe illallahu Allahu Ekber Allahu Ekber we lillahil hamd…” şeklindeki teşrik tekbirlerini yüksek sesle söyleyerek Alemlerin Rabbinin nimetlerine hamd ediyorlardı. Rahman Suresinde tekrar edilen ihtar ayetinden sonra sonuna kadar ayetin akabinde teşrik tekbirleri getirilerek Rahman Suresinin sonuna geldiler. Sure bittikten sonra bayram namazına kadar, yine yüksek sesle tekbirler getirilmeye devam edildi.

Namaz vaktinin girmesiyle bayram namazını kıldılar. Namazdan sonra okunan hutbe, hepsini çok duygulandırmıştı. Dört duvar arasında tüm sevdiklerinden uzak bir durumda… Tüm dünya Müslümanlarının zulüm ve işkence altında ezildiği…

“Bugün, Rabbimizin Müslümanlara ikram ettiği Kurban Bayramını idrak ediyoruz. İbrahimî aşkın feryadıyla en sevdiğini kurban etmekten geri durmayışı ve bu büyük imtihanı kazanmanın verdiği bir sevinç ve huzuru onunla birlikte yaşıyoruz. Ne var ki bugün, tüm dünyada müslümanlar zulüm ve işkence altında inliyor. Filistin’de kan durmamış, gözyaşları akmaya devam ediyor. Kudüs esaret altında ve lanetli Yahudilerin çizmelerini hep üstünde hissetmekte. Çeçenistan vahşetin en alasını yaşıyor. Bacılarımızın ırzına geçiliyor, genç, çocuk ve yaşlılar vahşi işkenceler ile katlediliyor. Keşmir, Afganistan, Irak, Moro, Türkistan… Bayrama dünyanın her yerindeki bu mazlumiyetler ile girdik.

Bizler de zindanlara girmişler olarak bu kardeşlerimizle aynı kaderi paylaşıyoruz. Şehit verdiğimiz yüzlerce kardeşimizin acısını kalbimizde hissederek… Mazlum, yetim ve dul bacılarımızın, gözyaşlarını silememenin hüznünü yaşayarak.. Başörtüsü taktığı için coplanıp hakarete uğrayan bacılarımızın acısını dindirememenin ve başörtüye uzanan elleri kıramamanın burukluğunu yaşayarak bayramı idrak etmek durumundayız.

Gözyaşları içinde dinlenildi hutbe.. Hutbenin bitimiyle beraber çekilen teşrik tekbirlerinin eşliğinde bayramlaştı, tutuklular. Birbirlerini kucaklayıp sarılararak bayramlaşmışlardı. Bayramlaşmadan sonra ilk şekerler ikram edildi. Cezaevinde bir bayram daha böyle başlamıştı.

Koğuştakiler kahvaltılarını yaptıktan sonra bugünkü açık görüş için hazırlığa başladılar. Herkesin şekeri ve ikram edeceği içeceği hazırdı. Görüş yerine gittiklerinde beraberlerinde götüreceklerdi. Herkes şeker, bisküvi ve limonatadan oluşan ikram malzemelerini poşetlere koyarak görüş saatini beklemeye başladı. Kimi havalandırmada volta atıyor, kimi ranzasında kitap okuyor, kimi Kur’an-ı Kerim okuyor, kimileri de bir araya gelmiş ilahi söylüyordu. Güzel sesi ile haykırıyordu içlerinden biri;





Akşam oldu, karanlık çöktü bu aleme

Duygularım kapkaranlık yüzüstü kaldı

Demir kapılar kapandı bir bir yüzüme

Halimden anlayan bir tek kalemim kaldı.





Yüzünü ekşitir bana soğuk duvarlar

Durup halime manalı-manasız bakar

Terden midir bilinmez hep rutubet damlar

Sanırsın halime ağlayan bir o kaldı.





Unuttum yıllar var ki göğünü akşamın

Yakar yüreğimi ışıltısı yıldızın

Penceremden süzülen loşça karanlığın

Dostluğu bir yana sade kendisi kaldı.





Bir meltem esintisidir dolar gönlüme

Hasret gözyaşı ile ıslanır loş hane

Yanar genzim buğulanır gözlerim yine

Duygularıma dost sade gözyaşım kaldı.





Ölümsüz bir marştır bu, durmadan hep çalar

Biri bırakınca susmaz, diğeri başlar

Hüzün saklar güftesinde yürekler yakar

Yaşlı bedenlerden kinli yürekler kaldı.





Gece biter nihayet gün sabaha erer

Günler günlere eklenir geçer seneler

Kâr mı sanırsın bunu, hep ömürden gider

Zaten ömürden görecek üç-beş gün kaldı.





-Ee.. Haydi Hatice.. hazırlanmadınız mı? Geç kalacağız. Şimdi minibüs gelir. Fazla beklerse bizi perişan ederler.

-Tamam canım, bitmek üzere, geç kalmayız merak etme.

Bir telaş ki sormayın. Hatice bir yandan, Büşra ve çocuklar bir yandan hazırlık telaşı içinde idiler. Acele ettiklerinden elleri ayaklarına dolanıyordu. Çocukların bağrışları, Zeynep hanımın, “Çabuk olun, öldünüz mü?” dokundurtmaları… Zeynep hanım da hazırlık yapmıştı. O da oğlunu yani Hüseyin’i görmeye gidiyordu.

Görüşe gidenlerde heyecan, sevinç bir arada yaşanırken, gidemeyenlerde; özlem dolu bir yürek, bu yürekle yaşanan burukluk vardı.

Hacı Abdullah’ın eve gelip minibüsün kapıda beklediğini söylemesi ile telaş ve koşuşturmaca artmıştı. Nihayet hazırlıklar tamamlanmış, Hacı Abdullah’ın;

-İyi bakın, eşyalarınızı iyi kontrol edin! Sonra “Ah filan şeyi unuttum” demeyeseniz. İhtarı ile eşyalar tekrar kontrol idildi. Her şey tamamdı. Nihayet gitmeye hazırdılar.

Minibüse binerek alacakları diğer arkadaşlarını da almak için yola koyuldular. Minibüs tek tek evlere uğrayarak yolcularını aldıktan sonra hızla cezaevine doğru yol aldı.

… Cezaevinin önünde mahşeri bir kalabalık vardı. Aman Allah’ım! Ne kadar da çok seveni vardı bu insanların. Cezaevi idaresi bugünü İslami Cemaatin tutuklularına ayırmıştı. Bugünkü açık görüş, sadece onlara aitti. Diğer tutuklular ayrı günlerde görüş yapacaklardı.

Minibüs boş bir yer bulup durdu. Yolcular inmeden Fatma:

-Kardeşler, hepimizin yakınları burada tutuklu bulunuyor. Onlar İslami şahsiyetleri ile tanınıp bu uğurda tutuklanmışlar. Bizler de onların ailesiyiz. Burada bulunanların hepsi bizlerin kardeşidir. Bir saat geç ya da bir saat erken görüşmemiz bir şeyi değiştirmez. İslami şahsiyetimize yaraşır biçimde, edep ve haya sınırları içinde, davamıza ve tutuklu yakınlarımıza ve bize laf gelmemesi için, sakin ve düzgün bir şekilde sıraya girelim. Ne olursunuz, dilimize hakim olalım. Kimseyi incitmeyelim.

Fatma’nın bu güzel yaklaşımına Hatice de destek verdi.

-Unutmayalım! Kafirler ve münafıklar, Müslüman şahsiyetleri ve İslam’ı karalamak için fırsat kolluyorlar. Bunun için en küçük bir kusurumuzu büyütüp yayıyorlar. Bunu İslam’a ve İslami Cemaate mal ediyorlar. Bundan dolayı Fatma kardeşin dediği gibi en güzel şekilde sıramıza girip gerekli işlemleri yaptırdıktan sonra vakarlı bir tarzda içeri gidelim.

Minibüstekilerin tümü bu nasihatlerden memnun olmuş, bunu en iyi şekilde yapacaklarını dile getirerek indiler minibüsten.

Hava bugün çok sıcaktı. Sabahın ilk saatleri olmasına rağmen güneş tüm yakıcılığını gösteriyordu. Kalabalığın korunabileceği bir gölgelikleri bile yoktu. Cezaevi idaresi her seferinde “Yapacağız” demesine rağmen henüz bir şey yapmamıştı. Bu nedenle ziyaretçiler, kışın soğuk ve yağış altında, yazın da kavurucu güneş ve toz içinde saatlerce beklemek zorunda kalıyorlardı.

Kavurucu sıcağın altında, ya da dondurucu soğukta saatlerce bekleyen ziyaretçilerin gerilen sinirleri, bazen tartışmalara sebep oluyordu. Art niyetli ve düşmanlık içinde bulunan, insanlıktan nasip almamış, kendini bilmez birileri de bu tür tartışmaları büyüterek mazlum insanları lekelemekten geri kalmıyordu.

Tüm olumsuzluklara rağmen yüzlerce kişinin cezaevinin önünde gösterdiği dayanışma ve kardeşlik örnekleri, iftiracı ve münafık ruhlu dalkavuk ve fasıkların yüzüne tokat gibi iniyordu.

-Gel bacım gel. Senin çocukların ağlıyor, önce sen gir.

-Allah razı olsun kardeş.

Sıradaki delikanlı, çocuğu ağlayan ziyaretçi bayanın kimliğini alarak ismini yazdırıp sırada fazla beklemeden içeri girmesini sağladı.

Bir başkası, saatlerdir bekleyen yaşlı bayanın kimliğini alıp ismini yazdırarak çabuk girmesini sağladı. Genelde uzaktan gelenlere öncelik tanırlardı. Evleri cezaevinin bulunduğu ilde, ya da ilçelerde olanlar bu nezaketi gösteriyorlardı. Çünkü onlar her hafta görüşe gelme imkanı buluyorlardı. Oysa ki uzaklarda olanlar, ancak ayda bir gelebiliyorlardı. Bunun için güzel bir kardeşlik ve fedakarlık örneği göstererek uzaktan gelenlere öncelik veriyorlardı. Allah Resulü (as)’nün: “Mü’min kardeşinin nefsini kendi nefsine tercih etmedikçe, bir mü’min tam olarak iman etmiş sayılmaz” hadisi, onlara örnek olmuştu. İmanın kemali mü’min kardeşini kendi nefsine tercih etmekten geçer. Yani “isar”ı yaşamaktan…

Aziz İslam dini için zindanlara düşen muvahhidlerin yakınları bunun bilincinde idi. Böylece içeride de dışarıda da güzel bir kardeşlik, isar, tesanüd, fedakarlık örneği yaşanıyordu.

Fatma, sırada beklerken etrafı izlemeye dalmıştı. Yüzlerce insan vardı. Çoğu çarşaflıydı. Yaşları geçkin ve yöresel kıyafetli anneler; şalvarlı, sakallı, takkeli babalar; en güzel elbiseleriyle güzel bir bahçedeki rengarenk çiçekleri andıran çocuklar… Kimi ağlıyor, kimi edindiği yeni arkadaşlarıyla oynuyordu.

Çok uzun bir sıra kuyruğu oluşmuştu. Kimliğini verip ismini yazdıran yerini bir başkasına bırakıyor, bu durum sürüp gidiyordu. Saatler ilerledikçe, havalar ısınıyor, havanın ısınmasıyla topluluktaki canlılık da azalıyordu. Cıvıl cıvıl oynayan çocuklar, sıcağın artmasıyla anne ve babalarının oturdukları duvar diplerine sinmişlerdi. Ancak duvar diplerinde, az da olsa gölgelenebiliyorlardı. Saatler ilerledikçe de duvar diplerindeki kümeler artıyordu.

Görüş yeri cezaevinin ikinci katında bulunan büyük bir salondu. Ziyaretçiler cezaevi kapısında bayan polis tarafından, erkekler de askerler tarafından arandıktan sonra cezaevine girmeye başlamışlardı. Cezaevinin girişindeki X-Ray denilen tarama cihazından geçerek görüş yerine ulaşıyorlardı. Görüş için ayrılan büyükçe salonda, tutuklular tarafından duvar diplerine battaniyeler serilmişti. Bu battaniyeler üzerinde görüşme yapılıyordu.

Uzunca koridorun boş bırakılan orta yerinde ilerledi Fatma; Hicran’ın ve Şehadetin ellerini tutmuş olarak. Yavaş yavaş ilerlerken gözleri Hamdullah’ı arıyordu. Çok heyecanlıydı. Yüreği hızlı hızlı atıyordu. Kan akışının hızlanması ile yüzü kıpkırmızı olmuştu. Çok şükür ki yüzünü örten çarşafı vardı da kimse yüzünün kızardığını fark etmiyordu. Sıcaktan ve heyecandan dudakları kurumuş, daha önce hiç susamadığı kadar susamıştı. Kalbinin çarpıntısı ve heyecanı artıyordu. “Yabancı biri ile mi görüşeceksin sanki? Ne bu heyecan?” dedi kendi kendine. Hamdullah’ı görmesiyle gözleri parıldadı. Ayla buluşan deniz damlacıklarının parıldayışını andırıyordu. Sanki yıllardır görmemiş de yeni karşılaşıyordu. Halbuki onunla bir ay önce görüşmüştü. “İnsan ne kadar da zayıf” diye düşündü. “Bu zayıflığına rağmen kendini ‘ilah’ ilan edecek kadar da budala” diye mırıldandı.

Nihayet yanına ulaşmıştı.

-Selamun aleyküm.

-Ve aleykümusselam, hoş geldiniz.

Çocukları utanarak bakıyorlardı babalarına. İkisinin de yüzlerinden öptü. Çocukların ellerinden tutarak onları serili battaniyelerden birine oturttu. Tekrar öptü çocukları..

-Nasılsın bakalım Hicran?

-İyiyim baba.

-Kız Şehadet, sen nasılsın bakayım?

Şehadet surat asıp kaşlarını çatarak annesine sokulmuştu.

-Çok şükür, o da çok iyidir, dedi Fatma.

-Sen nasılsın? Görüşmeyeli iyisin inşallah?

-Çok şükür, iyiyim. Tek merak ve endişemiz sensin. Senin eve gelmeni bekliyoruz.

-Olur inşallah, o da olur. Görüyorsun yalnız değilim. Sadece bu cezaevinde yüzlerce insan var. Kimisinin on senesi dolmuş, kimisinin sekiz senesi.. İslam’ı yaşamak ve yaşatmaya çalışmak kolay değil. Annen onlar nasıllar? İyidirler inşallah.

-Çok şükür, çok iyiler. Sana çok çok selamı vardı. Gözlerinden öpüyor. Ali ve Ahmet de çok selam söyledi. Ali sana bir gömlek almıştı, onu getirdim. Eniştem giydiğinde beni hatırlar dedi.

-Bir ara fırsat bulursa görüşüme gelsin. Özledim onu. Annem onlar nasıllar haberin var mı?

-Dün akşam telefon ile görüştük. Ağladı. Seni çokça öptüğünü söyledi. Bu bayram siz gidin, bir başka bayram da biz gideriz, dedi.

-Sizi soruyorlar mı?

-Bazen telefon açıyorlar. Bu bayram çocuklara elbise göndermişlerdi. Baban, bana da para göndermiş, bayramlık almamı söylemişti. Unutmadan, sana da pantolon ve tişört gönderdi.

-Allah razı olsun. Sorup yardım etmeleri çok güzel. Tabi bir anne baba için bu az. Size daha çok sahip çıkmaları gerekiyordu. Bugün annenin evinde olacağına orda olman daha güzel olurdu.

-İnsanlar korkuyu her zaman yenemiyorlar.

-Ama, hiçbir zaman Allah indinde mazeret olmaz. Çünkü, Allah; sadece kendisinden korkulmasını ister. Kullardan korkulmasını hoş görmez. Ayrıca arkasına sığındıkları, kendilerinin de inanmadığı bir mazeret bu.

-Onlara dua edelim. Rabbim onlara da hak ve hakikati gösterip onları ve bizi hidayete ulaştırsın.

-Zeliha ve Kübra nasıllar? Onlarla görüşebiliyor musun?

-Zeliha’nın durumu çok iyi. Beyi muvahhidler ile olduğundan fazla bir sorunu yok. Kübra’nın durumu pek iyi değil. Tesettürü için beyi ve kaynataları arasında sorunları var. Yalnız, çok kararlı ve tavizsiz. “Canımı veririm de tesettürümden vazgeçmem” diyor. Ağabeyim yakalanmasa idi, beni bu adamla evlendiremezlerdi. Ağabeyimin cezaevinde oluşunu fırsat bildiler. Annem beni yeğeni olacak bu adamla evlendirdi, diyor.

-Bu adam ondan ne istiyor? Tesettürün ona ne zararı var? Tanırım onu, teyzemin oğlunu iyi tanırım. Kesinlikle o, teyzemin etkisinde kalıp bunları yapıyordur.

-Zaten Kübra’nın da kanaati bu yönde.

Tüm akrabalarını sormaya başlamış ve Fatma’nın verdiği cevaplara göre görüşünü belirtip nasıl davranması gerektiğini anlatmıştı Hamdullah.

-Annem onları sık sık ziyaret etmeye çalış, diğer akrabaları da… Ziyaret et dediğimde sık sık dışarı çık demiyorum. Arada bir, ama düzenli olarak ziyaret et. Böylece hakkında dedikodu da yapılmaz. Bizim toplumu biliyorsun. Fazla dolaştın mı dedikoduların önüne geçemezsin. Buna çok dikkat et.

-İnşallah dikkat etmeye çalışırım. Fırsat buldukça onları ziyaret etmeye çalışıyorum. Bilhassa seni sevenleri hiç ihmal etmemeye çalışıyorum.

-İslami hayatına çok dikkat et. Namazlarını, gözünü koruduğun gibi koru. Gece namazlarını devam ettirmeye özen göster. Tüm sünnetleri kıl. Namazlarını vaktinde eda et. Muvahhidlerin işlerini aksatmamaya çalış ve aşkla, şevkle yap.

-Bu zindanlar boşuna dolmadı. Yüzlercesi boşuna şehid olmadı. Önce Allah’a, sonra da sizlere verdiğimiz sözü en iyi şekilde yerine getirmeye çalışacağız.

-Siz tutuklu aileleri, şehid aileleri ve diğer aileler dayanışma içinde olmalısınız. Birbirinizi çok sevmeli ve birbirinizle yardımlaşmalısınız. Birinizin başı ağrıdığında hepiniz onunla müteessir olmalı ve derman aramalısınız. Kendinizden çok birbirinizi düşünmelisiniz.

-Bizim bizden başka kimsemiz yok. Bunun bilincindeyiz. Bunun için elimizden geldiğince birbirimizle bağlarımızı güçlendirmeye çalışıyoruz. Mesela gücü olmayanların yol masraflarını kendi aramızda karşılıyoruz. Aynı şekilde kendi aramızda para toplayıp şehid ve tutuklu ailelerinden durumları düşük olanlara yardım ediyoruz.

-Allah’a hamd olsun. Sizlere bu bilinci verdiği için ne kadar şükretsek azdır. Maddi durumları yerinde olan kardeşlerimizin bu tür durumlara çok daha fazla ehemmiyet vermeleri lazım. Unutmayalım ki evine ekmek götüren Hazreti Ali’den yemek isteyen fakire, evinde yiyecek ekmeği olmayan ve elindeki ekmeği eve götürmekte olan o yüce şahsiyet tek yiyecekleri olan ekmeği o fakire vermiştir. Bizler bu tür şeyleri örnek almalı ve hayatımızda uygulamalıyız. Allah-u Teala Kur’an-ı Kerim’de “…Onlar ki ihtiyaç anında da verirler…” buyuruyor.

-İnşallah hepimiz bu bilinci alır ve ona göre hareket ederiz. Ne var ki son birkaç yıldır üzerimizdeki baskılar o kadar çok artmış ki, mağduriyetler katlanmış durumda. Binlerce insan zindanlara girdi. Bunların tümünün aileleri şu anda çeşitli şekillerde zorluklar yaşıyorlar. Kimisinin maddi imkanları hemen hemen hiç yok. Kimisinin kalacak yerleri yok, kimisinin kaldığı baba evi ya da kayın baba evlerinde gördükleri baskı ve zorluklar… Kısacası şu anda çok zor şartlarda hayat idame ediliyor.

-“Evvelki ümmetlerin başlarına gelenler sizlerin de başına gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” diye buyuruyor yüce Allah. İman her zaman imtihan olur. Samimi ve samimi olmayanlar birbirlerinden ayrılsın ve de İslam erlerinin haklılığı ortaya çıksın diye. Biz, verdiğimiz mücadeleyi, Allah için yapıyorsak, başımıza gelenlere sabretmeli ve ecrimizi, mükafatımızı Allah’tan beklemeliyiz. Zorluktan sonra genişlik vardır. Eğer peygamberimiz (as)’in hayatını okursak, bizim yaşadıklarımızın kat kat fazlasının yaşandığını görürüz. Bu yaşananlar sizleri yıldırmamalı. Çok şükür bunlar bizi yıldırmıyor. Bilakis İslam’a, Allah’a daha çok yaklaştırıyor. Aramızdaki kardeşliği, birlik ve beraberliği, yardımlaşmayı, dayanışmayı arttırıyor. Çalışma azmimizi kamçılıyor.

-Çok güzel, Allah ecrinizi arttırsın. Sizin bu azim ve bağlılığınızı görmek bizleri de ziyadesiyle sevindiriyor. Bu arada çocukların durumu nasıl, eğitimleri nasıl gidiyor?

-Elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Onlara Peygamber kıssalarını hikayeleştirip anlatıyorum. İslami temel bilgileri vermeye çalışıyorum.

-Çocuk eğitimi; çocuk, anne karnında canlandığı andan itibaren başlar. Nasıl ki anne karnında parmağını emmesini öğreniyorsa, aynı şekilde doğduktan hemen sonra da eğitimine ve öğretimine başlamak lazım. Çok dikkatli olmalısın. İslami adapları ve yaşayışı sevdirmelisin. Yemesini, içmesini, konuşmasını, giyimini, davranışlarını vs.. hepsini İslami adaba göre öğretmen lazım.

-Muhakkak ki öyle olmalı. Şu anda Hicran’a namaz surelerini öğretmeye çalışıyorum. İnşallah kısa sürede öğrenir. Şehadet de şu anda kelime-i Şehadeti öğreniyor.

Onlar konuşurken Hicran ve Şehadet diğer çocuklar ile koridorda oynuyorlardı. Oyundan yorulmuş olacaklar ki geri gelmişlerdi. Hamdullah ikisini de kucağına alarak şefkatle öptü. Hicran;

-Baba niye eve gelmiyorsun, eve gel artık, diye sorunca Hamdullah;

-Gelirim kızım, ama şimdi değil, dedi.

-Niye şimdi gelmiyorsun?

-Polisler bırakmıyor.

-Polisler pistirler. Niye seni bırakmıyorlar?

-Bakın bisküvi, şeker ve limonata var. Burada yeyin, için, tamam mı kızım?

-Tamam.

Memnun olmuş bir şekilde kendilerine verilenleri yemeye başlamıştı ikisi de.

-Fatma, mahkeme ile ilgili;

-Mahkemen hep böyle mi sürüp gidecek? Yaklaşık beş sene oldu. Ne istiyor bunlar? Dedi.

-Bu ülkenin yargı sistemi bağımsız değil. Siyasi olduğu ve de ellerinde delil olmadığından bizi cezalandıramıyorlar. Siyasi otoritenin emrini bekliyorlar. Hukuken hareket etseler ilk mahkemede çıkmam lazımdı. Burada dokuz yıldır mahkemesi süren arkadaşlarımız var.

-Sahi mahkemen ne zaman?

-Yirmi gün sonra.

-Sence ne olur?

-Tahminimce ya bırakırlar, ya da ceza verirler.

-Yani bu mahkeme son mahkeme mi olacak?

-Evet, geçen duruşmada öyle söylemişlerdi.

-Hayırlısı.. İnşallah bırakırlar.

-Görelim mevlam neyler, neylerse güzel eyler.





Mahkemeye gitmek üzere koğuştan çıkmışlardı. Üç dosya ortağı ve mahkemeye gitmek üzere beş ayrı tutuklu daha vardı. Hepsi de İslami yaşantıdan dolayı ve camide ders vermekten yakalanmışlardı. Toplam sekiz mahkemeci hep beraber şebeke koridorundan çıkarak maltaya geldiler. Kendi aralarında konuşarak, ağır adımlarla maltayı geçip çıkışa yöneldiler. Maltanın bitiminde üst aramaları yapıldı. Oradan bekleme salonuna geçtiler. Bekleme salonunda bir süre beklediler. Sabah vardiyasına gelen gardiyanları seyrediyor ve volta atıyorlardı. Yeni gelen gardiyanların sayım almalarından sonra olacak ki, iki asker bekleme salonuna gelip cezaevi kimliklerini topladı. Kimlik bilgilerini tutuklulardan sorup üzerlerini aradıktan sonra gittiler. Bir müddet yine volta atmaya başladılar. Onlar volta atarlarken üzerlerini arayan asker ellerinde kelepçeler ile tekrar geldi. Tek tek ellerini kelepçeledikten sonra çıkıp gitti.

Tutuklular tekrar volta atmaya başlayıp kendi aralarında konuşmaya daldılar. Tutuklu nakil aracının gelmesi ile askerler iki taraftan sıra halinde dizildiler. Komutan elindeki kimliklerden tek tek isimleri okudu. İsmi okunan, tarama cihazından geçti. Geçtiği gibi de alarm çaldı. Bu ses kimseyi endişelendirmemişti. Çünkü, tutukluların elleri kelepçeliydi. Bu anı defalarca yaşamışlardı. Yıllardır mahkemeye git-gellerden bağışıklık kazanmışlardı.

Cebinden çıkardığı Cevşenden Yasin-i Şerif okumaya başladı Hamdullah. Diğerleri de sessizce dinlemişlerdi. Yasin-i Şerifin bitmesiyle kimi, aylar sonra beyaz havalandırma duvarları ve bazen bulutlu, bazen bulutsuz mavi gökyüzünün dışında bir şeyler görebilmek umudu ile, demir korkuluklu küçük pencerelerden dışarıyı seyretmek için başını pencereye dayamış, kimi de sohbete dalmıştı. Yaz olduğundan camları sökmüşlerdi. Küçük pencereden esen rüzgar saçını dağıtıyordu, ama umurunda değildi Hamdullah’ın. Dağları seyrediyordu o şimdi. Başağında sararmış buğdayları biçen, biçerdöverler, tarlada çalışan işçiler, akan küçük dereler, bahçeler, fabrikalar, kimi yıkılmış evler… seyretmekten bıkmıyordu. Kara taşlı dağlar bile sevimliydi ona şimdi. Geçtikleri yerleşim yerlerindeki hayatı seyrediyordu. İnsanlar harıl harıl çalışıyor, kahve önlerinde oturanlar, halı sahada top koşturanlar. Elinde ekmekle eve giden küçük çocuk, eşeği önde, kendi arkada yavaş yavaş ilerleyen yaşlı adam…

Her şeye rağmen hayat devam ediyordu. DGM’nin bulunduğu şehre yaklaşınca dışarıyı seyretmeyip oturanlar da kalkmış ve pencerelerden seyre dalmışlardı. Güzel bir şehirdi, hem de çok güzel. Tarih kokan, asalet, yiğitlik, cesaret kokan bir şehir… Şehirlerin anası sayılırdı bu bölgede… Medeniyetler merkezi Mezopotamya’ya başkentlik yapmıştı hep.

İslam’ın buram buram koktuğu bu İslam beldesi ne hallerdeydi bugün. Genç kızlar ve erkekler, Avrupalıların giyim ve yaşam tarzını benimsemeye başlamışlardı. Çok çalışmışlardı. İslami hayatı ve İslam’ı kaldırmak için ellerinden geleni yapmışlardı. İslami Cemaat’in özverili ve azimli çalışmaları olmasaydı, yozlaşma çok daha artacaktı.

Mahkeme binasına bu düşüncelerle vardılar.

……

Üç arkadaş sanık sandalyesinde oturmuş, duruşmanın başlamasını bekliyorlardı. Arka kısımdaki ziyaretçi tribününde kimler yoktu ki… Tüm aileler gelmişti. Hepsi heyecan ve merak içinde duruşmayı bekliyorlardı. Hakimin tek tek kimlik tespiti yapmasıyla sessizlik bozuldu.

Savcı, Hamdullah için örgüt üyeliğinden 12.5 yıl, diğer ikisi için de 146. madde gereğince idam talebinde bulunmuştu.

Hakimin “Son savunmalarınızı yapın, mahkemeyi sonuçlandıracağız” demesiyle ayağa kalktı Hüseyin. Besmeleyle savunmasını okumaya başladı. Savunmasını bitirip dosyaya konulmak üzere heyete sunup oturdu. İkinci sırada Orhan kalkıp savunmasını okumaya başladı. O da okuduktan sonra oturdu. Sessizlik vardı mahkemede… Sıra Hamdullah’a gelmişti. Eline aldığı savunmasını okumaya başladı.

“Bismillahirrahmanirrahim.

Hamd, eşi ve benzeri olmayan, hükmünde ve mülkünde ortağı bulunmayan, alemlerin Rabbi olan Allah’adır.

Salat ve selam; insanlığın önderi, iki cihan serveri, alemlere Rahmet olan Hz. Muhammed (as)’e, ehline, ashabına ve tüm muvahhidlere olsun.

Bu memleketin her karışında ve toprağında, İslam için, Kur’an-ı Kerim için canını veren insanlar yatmaktadır. Kurtuluş savaşında, iman ve İslam gücüyle, Şehadet aşkıyla canını vermekten çekinmeyen binlerce insanın kahramanca mücadelesi tarih sayfalarını doldurmuştur. Binlerce insan, canını bu topraklara, kafirlerin hüküm sürmemeleri ve onların küfür dolu yaşamlarının ve yasalarının yerleşmemesi için feda etmişlerdir. Sütçü İmamlar, direnişi, başörtüye uzanan eli kırmak ve bacımın başörtüsünün muhafazası için başlatmıştır. Çünkü o, şunu iyi biliyordu ki, başörtüsü kalktığında beraberinde daha pek çok şey götürecekti. Kur’an hükümlerinin kalkmasıyla namus, şeref, haysiyet ve onurlarını da kaybedeceklerini çok iyi biliyorlardı.

Kurtuluş savaşı, bu memlekette küfür kanunlarının hüküm sürmemesi için verilmiştir. Onlar; Kur’an ve İslam için canlarını vermişlerdir. Milyonlarca insanın kanı kurumadan bu memlekette camiler kapatılıp Kur’an-ı Kerim yasaklandı. İslam, bir numaralı düşman olarak kabul edildi.

Biz çok şükür Müslümanız, İslami ödevlerimizi en iyi şekilde yerine getirmeye çalışıyoruz. Bu memlekette yaşayan milyonlarca insan da İslam’ı kabul edip benimsemiş ve gereklerini yapmaya çalışan kimselerdirler. İslam ülkesinde Kur’an-ı Kerim okuyup-okutmak kadar doğal hiçbir şey olamaz. Ben her Müslüman gibi camiye gidip Kur’an-ı Kerim dersi aldım.

Kur’an öğretim metodunda, bir üst kitapta olan, bir alt kitapta olana ders verir. Kur’an-ı Kerimi hatmedenler tüm Kur’an öğrencilerine ders verirler. Ben de bunu yaptım. Kur’an-ı Kerimi bitirdikten sonra camiye gelip ders alan öğrencilere ders verdim. Bunu da hiçbir örgüt adına yapmış değilim. Bir Müslüman olarak Allah’ın kitabını, Müslüman halkın çocuklarına öğretmek kastıyla ve Allah’ın rızasını kazanmak niyetiyle yaptım. Eğer bir cemaat Kur’an-ı Kerim öğretmek için örgütlenip çalışacak olursa, bu topluluğun hayırlı bir topluluk olduğuna inanırım. Keşke Kur’an-ı Kerim için müslümanların böyle bir gayret ve çabası olsaydı. Ve beni de bu topluluğun bir ferdi olarak aralarına alsaydılar. Şüphesiz buna çok sevinir ve Rabbimin rızasına daha çok layık olurdum.

Bizi yıllardır cezaevinde tutmanız, bize yapılan haksızlıktan başka bir şey değildir. Gördüğüm kadarıyla camilerin kapatılıp Kur’an-ı Kerim’in yasaklandığı döneme özlem duyuluyor. Bugün yine o güne dönülmek isteniyor. Bu açıktan yapılamadığı için camilerde Kur’an-ı Kerim dersi verenlere çeşitli iftiralarda bulunularak, Kur’an-ı Kerim dersleri yasaklanmak isteniyor. Bu, Kur’an-ı Kerim’i farklı bir yol ile ortadan kaldırmak demektir.

Ben, camide Kur’an-ı Kerim dersi verdim. Bununla da onur duyuyorum.

Hamdullah, uzun uzun savunmasını okudu. Salondan çıt çıkmıyordu. Küfrün oyunları, müslümanların çektikleri, dünya müslümanlarının ezilmişliği, ülkenin İslam’dan uzaklaştırılarak küfre peşkeş çekmek istendiğini, temiz ruhlu ve inançlı insanların ortadan kaldırılmak istendiğini, bunun da çeşitli iftira ve karalama kampanyaları ile yapıldığını, ceza kanununda Kur’an dersi vermekle ilgili bir cezanın olmadığını, tutuklamaların siyasi olduğunu vs..

Nihayet savunmasını bitirmiş ve dosyaya konulmak üzere hakime, mübaşir aracılığıyla vermişti.

Savunmaları dinleyen mahkeme heyeti, karar vermek için duruşmaya ara verdi. Üç arkadaş, askerlerin kontrolünde dışarı çıktılar. Herkeste bir heyecan vardı. Dışarıda bekleyen tutuklular hiç konuşmadan bekliyorlardı.

Tekrar içeri çağrıldılar. İçeri girerken izleyici bölümüne bakıp gülümsedi üç arkadaş.

Askerlerin arasında sanık sandalyesine oturdular. Mahkeme heyeti kararı okumak için son hazırlıklarını tamamladı. Sanıklar ayağa kalktı. Salonda müthiş bir sessizlik vardı. Nefes alış verişlerinin sesi duyulacak kadar büyük bir sessizlik.

Hakim, gözlüğünü düzelterek ve boğazını temizleyerek konuşmaya başladı:

-Gereği düşünüldü. Sanık Hüseyin… hakkındaki cinayet suçlamalarını kanıtlayacak deliller sabit olmadığından …. Camide gösterdiği faaliyetlerden …yasadışı örgüt üyesi olmaktan 15 yıl ağır hapis cezasına… mahkemedeki iyi halinden dolayı 12,5 yıl ağır hapsine..

Sanık Orhan… hakkındaki suçlamaların sabit görülmediğinden, maddesinin düşürülmesine ve 12,5 yıl ağır hapsine..

Sanık Hamdullah… hakkındaki suçlamaların.. okumaya başladı. Son olarak da yasadışı örgüt üyesi olmaktan 12,5 yıl ağır hapsine.. temyiz yolu açık olmak kaydıyla karar verilmiştir. On beş gün içinde temyize başvurma hakkınız var, diyerek sözlerini bitirdi hakim.

Kararın açıklanması ile izleyici tribününde bulunan ailelere dönerek gülümser bir vaziyette, Hamdullah:

-Biz bu cezayı; yüz kızartıcı bir suç işlediğimizden dolayı değil, ya da hırsızlık yaptığımızdan, milletin namusuna göz diktiğimizden, milletin malını gasp ettiğimizden, bankaları hortumlayıp milyonlarca insanı perişan ettiğimiz için almadık. Hamd olsun Allah’a ki; biz bu cezayı Kur’an-ı Kerim dersi verdiğimiz için aldık. Bunun için de Allah’a hamd ediyoruz, dedi.

Hamdullah, bunları yüksek sesli söylemişti.

Fatma, gözleri dolu, ama başı dik ve onurlu bir duruş ve bakışla bakıyordu eşine. Eşinin, haykırışına gözleriyle, “sonuna kadar seninleyim” diyordu. Ve “Allah’a hamd olsun. Takdir neyse o olur. YETER Kİ KUR’AN SUSMASIN” diye mırıldanmıştı.



BİTTİ
Ekleme Tarihi: 05.05.2007 - 13:54
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETER Kİ KURAN SUSMASIN!!! TÜM BACILARA .... ALLAH RIZASI İÇİN OKUYAN BACILARIM VARSA HABER VERSİNLER

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
ALLAH RIZASI İÇİN OKUYANLAR VARSA HABER VERSİNLER .... EĞER OKUNMUYORSA BU KİTABI SİLİP YENİ BİR KİTAP EKLEYECEĞİM ... AMA BU KİTAP AMELERİNİZİN KARŞILIĞINDA ALACAĞINIZ MÜKAFAT VE CEZA OLACAKTIR.....
WESSELAM
Ekleme Tarihi: 06.05.2007 - 19:56
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
muhammed yusa su an offline muhammed yusa  
YETERKİ KURAN SUSMASIN... LÜTFEN OKUYUN BU GÜZEL KİTABI....

944 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 13.03.2005
En Son On: 07.06.2007 - 21:48
Cinsiyeti: Erkek 
BU GÜZEL KİTABI OKUYUN LÜTFEN ALLAH RIZASI İÇİN MUTLAKA OKUYUN....
Ekleme Tarihi: 08.05.2007 - 10:32
Bu mesajı bildir   muhammed yusa üyenin diğer mesajları muhammed yusa`in Profili muhammed yusa Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
VeRvO su an offline VeRvO  

567 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 16.01.2007
En Son On: 05.12.2008 - 10:45
Cinsiyeti: Bayan 
EKLEYENDEN RABBİM RAZI OLSUN...

HERKESİN BU KİTABI OKUMASINI TAVSİYE EDİYORUM




:(ağlarağlar
Ekleme Tarihi: 18.09.2007 - 16:32
Bu mesajı bildir   VeRvO üyenin diğer mesajları VeRvO`in Profili VeRvO Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
ebu_hanzala su an offline ebu_hanzala  
YETERKİ KURAN SUSMASIN ! TÜM MÜCAHİDE BACILARA....

395 Mesaj -

Kayıt Tarihi: 26.12.2007
En Son On: 14.06.2008 - 17:49
Cinsiyeti: Erkek 
-Birinci soru: Peygamberimiz Hazreti Muhammed (as)’e kaç yaşında peygamberlik geldi?

Sorunun sorulmasıyla gruplarda fısıltılar başlamış, dershaneyi bir uğultu kaplamıştı.

-Süreniz tamam.

1. Grup: 40 yaşında, 2. Grup: 40 yaşında, 3. Grup: 40 yaşında… tüm gruplar doğru cevap vermişti.

-İkinci sorunuz: Allah Resulü (as) kaç yaşında kimin ile evlendi?

-Süreniz tamam. 1. Grup: 25 yaşında, Hazreti Hatice, 1. Grup: 25 yaşında, Hazreti Hatice, 1. Grup: 25 yaşında, Hazreti Hatice… hepsinin cevabı doğruydu.

-Üçüncü soru: Hazreti Süleyman (as)’ın babasının adı nedir?

……

-1. grup: Hazreti Musa, 2. grup: Hazreti Davut, 3. grup: Hazreti Davud, 4. grup: Hazreti Davud… sadece bir grup yanlış cevaplamıştı.

-Dördüncü soru: Hazreti İsa (as)’a inen kitabın adı nedir?

……

-1. grup: İncil, 2. grup: İncil, 3. grup: İncil…

Bu başarılı cevapları görünce Fatma, Zehra’nın kulağına, “Öğrencilere bir şeyler verebilmişiz ve onlar da güzel dinleyip okumuşlar” diye fısıldadı.

-Öğrencilere verdiğimiz Peygamberlerin kıssaları ile İslami kitap ve romanların da etkisi çok.

Fatma, “Evet” dedikten sonra öğrencilere beşinci soruyu sordu.

-Namaz kılmak için ne yapmalıyız?

…..

-(Bu soruya tüm gruplardan “Abdest almalıyız” yanıtı gelince) Çok güzel hepsi doğru. Altıncı soruyu soruyorum: Hazreti Hamza hangi savaşta şehit oldu?

-1. grup: Uhud Savaşı, 2. grup: Bedir savaşı, 3. grup Uhud savaşı… 6. grup: Hendek savaşı…

-Doğru cevap Uhud savaşı olacaktı.

Kapının tıklaması üzerine bir öğrenci kapıyı açıp baktı, ve…

-Hocam iki teyze sizi görmek istiyor, demesi üzerine Fatma, soruları Emine’ye verdi.

-Siz devam edin, ben ve Zehra ne olduğuna bakıp geliyoruz, diyerek bahçede bekleyen bayanların yanına gittiler.

Cami avlusuna çıkan Fatma ve Zehra karşılarında 40-50 yaşlarında geleneksel giyimli, yörede çarşaf niyetine kullanılan abalar ile örtünmüş, birinin yanında iki, birinin yanında üç çocuk bulunan iki teyze bulmuşlardı. Yanlarına gidince, teyzeler:

-Roja we bı xér (hayırlı günler) diyerek selam verdiler. Fatma selamlarını aldı.

-Roja we ji bı xér be xalti (sizin de gününüz hayırlı olsun teyze) buyurun bizi çağırmışsınız. Size nasıl yardımcı olabiliriz?

Teyzelerden biri:

-Kızım, (yanındaki çocukları göstererek) bu çocuklar benim. Kur’an-ı Kerim okumaların istiyorum. Bizim komşuların çocukları, Kur’an-ı Kerim okumasını öğrenmişler. Ben de çocuklarımın Kur’an-ı Kerim okumalarını istiyorum, dedi.

-Başımız gözümüz üstüne teyze. Elimizden geleni yapacağımıza emin olabilirsiniz.

Diğer teyze de isteğini söyledi.

-Kızım bunlar da benimdirler. Biri çocuğum, diğer ikisi torunumdur. Onları size bırakıyorum. Onlara hem Kur’an-ı Kerim öğretin, hem de terbiyeleri ile ilgilenin.

-İnşallah teyze. Biz, tüm zamanımızı böyle çocuklara Kur’an-ı Kerim öğretmek, Peygamberimizi tanıtmak, namaz ve diğer farzları öğretmek için sarf ediyoruz. İnşallah elimizden geleni yapacağız.

-Kızım, biz size güveniyoruz. Bu gencecik yaşınızda İslam’a hizmet etmeniz ve çocuklarımıza Kur’an-ı Kerim öğretmeniz, onlara namazı, orucu öğretmeniz bizi çok memnun ediyor.

Bizim de, sizler gibi duyarlı ve İslam’ı çocuklarına öğretmek isteyen anneleri gördükçe şevkimiz artıyor.

-Kızım, bizler sizleri seviyoruz. Eğer bunu açıktan yapmıyorsak, yani, açıktan destek vermiyorsak bu korktuğumuzdandır. Hem ateistlerden, hem de güvenlik güçlerinden çekiniyoruz.

-Siz, bizim hakkımızda söylenen yalanlara ve iftiralara inanmayın. Çocuklarınızı camiye gönderin, bu bizim için yeterli. Sizden başka bir şey istemiyoruz.

-Xweda bı werebé (Allah sizinle olsun.) Şex A. Kadir’é Geylani lı pışta we bé law. (Şeyh A.Kadir Geylani’nin himmeti sizinle olsun.) Xweda vé Cemaaté bıstırine (Allah bu Cemaati korusun.)

-Allah sizden razı olsun. Bize dua edin. Bize yapılan baskılara, çocuklarınızı camileri göndererek karşı çıkın. Camiler Kur’an-ı Kerim okuma yeridir. Oysa şimdi Kur’an-ı Kerim okumayı yasaklıyorlar.

Çocukları teslim alan Fatma ve Zehra iki teyzeyi uğurlayıp dershane olarak kullanılan bayanlar için ayrılmış bölmeye geçti.

-Arkadaşlar, bu güzel beş kardeşimiz aramıza yeni katıldılar. Onlara yardımcı olun, diyerek her birini bir gruba verip yarışmanın kalan bölümünü tamamlamak için Emine’den soruları alıp okumaya başladı.

Yarışma devam ederken Fatma’nın ilkokul 4. sınıfta okuyan kayınbiraderi kapıyı hafif aralayarak ablasını çağırdı.

-Annem yengemin hemen eve gelmesini söyledi. Acele etsinler dedi. Siz de gelin, deyince Zeliha telaşlandı.

-Anneme bir şey mi oldu yoksa?!.

-Yok anneye bir şey olmadı.

-Peki ne oldu? Söyle, söylemezsen gelmeyiz.

Kardeşi bu soruyu cevaplandırmak istemiyor gibi davranarak “Acele gelin. Annem öyle söyledi. Ben ne olduğunu bilmiyorum.”

-Biliyorsun, çabuk söyle. Ne oldu? Meraklandırma beni. Anneye bir şey oldu değil mi?

Gözleri dolu dolu olmuştu Zeliha’nın. Evden çıkarlarken, annesi rahatsız olduğunu söylemişti. Bunun için annesine bir şey olabileceğini düşünüyordu.

-Haydi, meraklandırma da söyle.

Küçük, ablasından uzaklaşarak:

-Bilmiyorum, eve gelirseniz, öğrenirsiniz. Annem hemen gelmenizi istedi. İster gelin, ister gelmeyin. Ben gidiyorum, diyerek elini “boş ver” dercesine salladıktan sonra camiden çıkarak eve doğru koştu.

Zeliha endişeli bir şekilde Fatma’nın yanına geldi.

-Gelen Recep’ti. Annem bizi eve çağırmış. Hemen gelsinler demiş. Bunu söylerken sesi titriyordu.

Fatma, Zeliha’nın renginin solduğunu görünce, hiçbir şey sormadan Zehra’yı yanına çağırdı.

-Kaynanam bizi çağırmış. Acil olarak gelsinler demiş. Biz gideceğiz, siz yarışmayı bitirip hediyeleri ve bisküvileri dağıtırsınız.

-Hayırdır? İnşallah bir durum yok. Zeliha’nın rengi atmış, ne oldu?

-Bilmiyorum, kaynanam hastaydı. Sabah geldiğimizde rahatsız olduğunu söylemişti. Fenalaşmış olabilir.

-Madem öyle, zaman kaybetmeden gidin.

-Unutmadan, ziyaretlerinizi de yaparsınız. Belki ben gelemeyebilirim. Ziyarete gideceğiniz hastaya bir şeyler götürmeyi unutmayın. Ayrıca şehit ve tutuklu ailelerine ayrılan malzemeleri de unutmayın. Çocuklarına bugünkü bisküvi ve lokumlardan götürün.

-Tamam, gıda malzemeleri ile beraber giyecekleri de götürelim mi?

-Evet, evet hepsini beraber götürürseniz iyi olur. Hakkınızı helal edin, sizi yalnız bırakıyorum. Gerçi ciddi bir şey yoksa gelirim. Hep beraber gideriz.

-Sen merak etme, biz hallederiz.

Fatma ve görümceleri çarşaflarını giyip eve doğru ilerlerken Fatma;

-Zeliha mesele nedir? Camide arkadaşları telaşlandırmamak için sormadım, dedi.

-İnan ki yenge ben de bilmiyorum. Recep acilen eve gelmemizi, annemin bizi çağırdığını söyledi. Israrla ne olduğunu sormama rağmen hiçbir şey söylemedi.

-Peki rengin neden solmuş?

-Annemi merak ettim. Sabah rahatsız olduğunu söylediği için acaba bir şey mi oldu diye korktum.

-Doğrusu benim de aklıma ilk gelen o oldu. Yalnız o haber gönderdi ise inşallah düşündüğümüz gibi değildir.

-İnşallah yenge, inşallah!

Merak içinde hızlı adımlarla eve doğru ilerliyorlardı. Eve kadar hiç konuşmadılar. Eve geldiklerinde anneleri Kur’an-ı Kerim okuyordu. Kızların geldiğini görünce ayağa kalktı. Gözleri kızarmıştı. Belli ki ağlamıştı. Kızlara,

-Hoş geldiniz, cami öğrencileri dağıldı mı? Diye sordu.

-Hayır, siz haber gönderince hemen geldik.

-Bir şeyin yok değil mi anne? Senin için çok korktuk. Recep de bir şey söylemeyince aklımıza kötü şeyler geldi.

-Ben iyiyim kızım. Recep de ne olduğunu bilmiyordu.

-Hayırdır inşallah! Siz iyi olduğunuza göre.. yoksa dayım, diye sordu Fatma.

-Yok kızım, yok. Dayın da çok iyidir.

-O zaman mesele nedir?

-Siz çıktıktan yaklaşık bir saat sonra teyzen aradı. Seni sordu. Camiye gittiğini söyleyince, hemen babanın evine gelmeni söyledi. Ben de ne olduğunu anlayamadım.

-Peki bir şey söylemedi mi, anneme mi bir şey oldu yoksa?

-Aklına kötü şeyler getirme. İnşallah kötü bir şey yoktur. Beraber gideceğiz. Kızım Zeliha, siz evden ayrılmayın. Yemeği hazırlamıştım, ısıtır yersiniz.

-Bizi merakta bırakmayın. Ne olduğuna dair bizi haberdar edin, diye tembihte bulundu Zeliha.

-Tamam sizi ararız, diyerek Fatma ile beraber evden ayrıldılar.

Asya hanım, meseleyi biliyor, lakin Fatma’ya söylemeye cesaret edemiyordu. Bunun için de Fatma’ya bir şey söylemeden onu eve götürmeyi uygun bulmuştu. Nasıl olsa öğrenecekti, orda öğrenmesi daha iyiydi.

Fatma ve diğer çocuklar camiye gitmek için evden çıktıktan bir saat sonra Fatma’nın teyzesi telefonla aramış ve acı haberi vermişti. Bugün sabah erken saatlerde Şükrü bey işyerinde bulunduğu sırada silahlı saldırıya uğramış, vücudundan aldığı çok sayıdaki kurşun yarasıyla hastaneye kaldırılmıştı. İlk müdahalelerin ardından Üniversite Hastanesi’ne kaldırılmak istenirken yolda şehit olmuştu. Şükrü bey, Rabbinin rızasını kazanmak için canını feda etmişti.

Asya hanım, haberi aldıktan sonra bir müddet ne yapacağını şaşırmış halde kalakalmıştı. Bir süre ağlamış, Recep’in eve gelmesi ile onu Fatma’yı çağırmak için göndermişti. Bu arada hem ağlıyor, hem de Yasin-i Şerifler okuyordu. Gelini ve kızı geldiklerinde de yine Yasin okumakla meşguldü.

Minibüste de, yolda da hiç konuşmamışlardı. Fatma korkudan konuşamıyor, Asya hanım da ağlamaktan ya da konuşup da ağzından bir şeyler kaçırmaktan korktuğu için konuşmuyordu. Eve yaklaşırlarken binanın önünde büyük bir kalabalıkla karşılaşmışlardı. Fatma, bir şeylerden şüphelenmiş, hatta tam kanaati oturmuştu. Çünkü son birkaç yıldır birçok muvahhid saldırılarda şehid olmuştu. Bunlardan bir tane babasına da yapılmış olabilirdi. Endişesi arttıkça, adımlarını da hızlandırmaya başladı. Kalabalığı yararak binanın kapısından içeri girdiler. Yukarı çıkarlarken, Fatma kaynanasının gözüne baktı.

-Babama bir şey oldu değil mi? Bunu söylerken sesi titriyor ve zorla konuşuyordu. Gözleri dolu dolu olmuştu.

-Bilmiyorum kızım. Yukarıda ne olduğu öğreniriz. Kaynanası bunu ağlamaklı bir şekilde söylemişti.

Yavaş yavaş merdivenleri çıkarlarken Fatma’nın içindeki korku ve endişe de artıyordu. Ayakları onu zorla taşıyordu. O kadar bitkin bir hal almıştı ki, sanki günlerdir durmaksızın ağır işler yapmıştı. Bulundukları kata yaklaşırlarken ağlama sesleri duyulmaya başlanmıştı. Evin bulunduğu kata gelince kapının önünde toplanmış bir grup kadının olduğunu ve evlerinin kapısının açık olduğunu görünce; “Kesinlikle babama bir şey oldu, yoksa bu kadar kalabalık toplanmazdı.” Diye düşündü. Merdivenleri çıkarken kadın topluluğunun içinde bulunan teyzesi onu görür görmez;

-Fatmaa! Mala me xerabu law. (Fatma! Yavrum ocağımız yıkıldı) diyerek onun boynuna sarılıp ağlamaya ve ağıt yakmaya başladı.

Fatma, buz kesilmiş, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Teyzesi boynuna sarılmış ağlarken, gözü annesini arıyordu. Bir müddet öylece kaldılar. Teyzesi ağlıyor, o ise soru sormaya cesaret edemiyordu. Ama sormalıydı. Ne olduğunu bilmeliydi. Allah’ın taktirinin önüne geçilmez, diyerek tüm cesaretini toplayıp teyzesinin kollarından sıyrılarak elleriyle teyzesinin kollarından tuttu.

-Çı buye xalti, mesele çiye? (Ne olmuş teyze, mesele nedir? Dedi.

--Hawara! Qizamın pé ne hısiyayé! (Havar! Kızımın haberi yok!) diyerek ağıt yakmaya başladı teyzesi.

Kaynanası dayanamamış, Fatma’nın kolundan tutarak onu içeri çekmişti. İçerisi kadın ve çocuklardan geçilmiyordu. Kadınların bir kısmı ağlıyor, bir kısmı da Kur’an-ı Kerim okuyordu. Fatma’nın içeri girdiğini gören kardeşi: “Abla, abla!” diye koşarak boynuna sarıldı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu Ali.

Kardeşini kollarının arasına alan Fatma’nın gözleri annesini arıyordu. Etrafına bakınarak annesinin nerede olduğunu fark etmeye çalışıyordu. Ne annesini görebilmişti, ne de babasını. Dehşetli bir korkuya kapıldı. “Yoksa!.. İkisi mi!.. Hayır hayır…” diye düşünürken Ayşe hanım kızının geldiğini haber alınca bulunduğu misafir odasından salona gelmişti.

Fatma ile bir an göz göze geldiler. Ayşe hanım kızının yanına gelerek onu kolları arasına aldı.

-Şehide ki méji çébu qizam. (Bizim de bir şehidimiz oldu kızım.) Şehadeta bavéte piroz be. (Babanın Şehadeti mübarek olsun) diyerek kızına sarılmış bir şekilde ağlamaya başladı.

Fatma, aldığı haberle ilk başta şok geçirmiş, ne ağlıyor, ne de konuşabiliyordu. Bir müddet bu şokta kalan Fatma, ilk şoku attıktan sonra annesine sarılı vaziyetten sıyrıldı.

-Allahu Ekber, Allahu Ekber, Allahu Ekber. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun. (Allah’tan geldik, Allah’a döneceğiz.) Hamd jı Xwedare. (Allah’a hamd olsun) deyince evin içinden tekbir sesleri yükselmeye başlamıştı. Evdeki kadınlar, genç kızlar ve çocuklar tekbir getiriyor ve aynı zamanda gözyaşı da döküyorlardı.

Fatma, dizleri üstüne çöküp ellerini yüzüne götürerek ağlamaya başladı. Fatma, canı, babası için gözyaşı döküyordu artık. Ne de olsa şehitler ağlamaya değerdi.

Fatma, bağırmadan, ağıt yakmadan hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Annesi, kardeşleri, halaları, teyzeleri, komşuları vs. hepsi yanına gelip ağlıyorlardı. Onlar ağlarken babaannesi odadan çıktı.

-Lawoo, lawoo, lawoo, dılu cigerémın heliyan, kezebamın peritiii.. Lawoo, lawoo, lawoo… Şükriyémın, kurémın… (Oğul, oğul, oğuuul… Yüreğim ve ciğerim eridi, ciğerim yanıyor.. Oğul, oğul, oğuuul… Şükrüm, yavrum..) diye ağıt yaka yaka sağında ve solunda iki bayana dayanarak Fatma’nın bulunduğu yere geldi. Fatma’nın yüzünü iki eli arasına alarak defalarca öperek bağrına bastı. Nine ve torun birbirlerine sarılmış bir vaziyette ağlıyorlardı.

Şükrü beyin kız kardeşlerinden biri eli ile yüzünü çırpmaya, saçını başını yolmaya başlamış, bağıra bağıra ağlıyordu. Halasını bu halde görünce Fatma:

-Allah’tan geldik, Allah’a döneceğiz. Hala! Saçını, başını yolmak bir müslümana yakışmaz. Ağlayacaksan saçını başını yolmadan ağla. Bu yaptığının İslam’da yeri yok. Eğer ağlıyorsak başımıza gelene isyan ettiğimizden değil. Ayrılık acısından ağlıyoruz. Kaldı ki babam, bir insanın ulaşabileceği en yüksek makama, peygamberlikten sonraki makama ulaşmıştır. Biz bunun için hüzünlü değil, onun adına sevinçliyiz, ama ayrılık zor. Zayıf olduğumuz için ağlıyoruz, dedi.

Fatma’nın bu tepkisi ile etraftaki kadınlar, halasına müdahale ederek bu hareketinden vazgeçmesini sağlamak için onu başka odaya aldılar.

Babaannesi sessiz sessiz ağlayıp ağıt yakıyordu. Fatma babaannesine,

-Ya dé piré bes bı lorine. Bavémın şehide, tı ji dayka şehidaye. (Nine! Yeter ağıt yakma. Babam şehittir. Sen de şehit annesisin)

-Dılémın dı şewute kızam. Çawémın bırjiya mın mırna kuré xwe ne diti buna. (Yüreğim yanıyor kızım. Gözlerim önüme aksaydı da oğlumun ölümünü görmeseydim)

Ayşe hanım aniden ayağa kalktı.

-Ben artık ağlamayacağım. Çocuklarımın babası Allah Resulü (as)’nün bile arzuladığına kavuştu. Eğer ağlayacaksak kendi üzerimize ağlayalım. Son nefesimizi iman üzere verebilecek miyiz?

Fatma annesine destek verdi.

-İslam için canını feda eden babamın şehadetinde, onu Rabbine, Allah ve Resulünün yasakladığı bir şeyi yaparak uğurlayamam. Ağıt yakıp, bağırıp çağırarak ağlayacağınıza Kur’an-ı Kerim okuyun. Yasinler okuyun, dualar edin!

Ayşe hanım ve Fatma’nın müdahalesi ile bağırarak ağlamalar kesilmişti. Odaya götürülüp sakinleştirilen halası, Fatma’nın söylediklerini duymuş;

-Aslan gibi abim gitti. Hepiniz yetim kaldınız. Sen kocanın evindesin. Ya bu çocuklar! Onlara kim bakacak? Gelmişsin bize vaaz veriyorsun, demesi üzerine Fatma halasının yanına giderek gözyaşları içinde elini öptü.

-Biliyorum, hepimizin yüreği yanıyor. Halamın yüreği yandığı için bunları söylüyor; ama ölüm hak, ölümsüz hiç kimse yok. Herkes ölecek, ecel geldiğinde hiç kimse onu geri döndüremez. Ne mutlu o kimseye ki Allah yolunda ölür de dökülen kanları ile Allah’ın rızasını kazanır. Benim babam, ölümlerin en şereflisi ile Allah’ın huzuruna gitmiştir. Allah’a yemin ederim ki böylesi bir ölümü şerbet bilip içerim.

Fatma’nın elini öpmesi ile duygulanan halası, gözyaşlarını sessizce dökmeye başlamıştı. Fatma, sözünü bitirdikten sonra boynuna sarılmış, defalarca yüzünü öpmüştü.

Tekrar halasının elinden öptü Fatma.

-Biz babamızı kaybettik. Peki ya Filistin’dekiler… yıllardır can kaybediyorlar. Dünyada görülmedik işkencelere, zulümlere maruz kalıyorlar. Evleri başlarına yıkılıyor. Ya Çeçenistan, kadın, çocuk, yaşlı denmeden katliamlardan geçiriliyorlar. Kızların, kadınların ırzlarına geçilip öldürülüyorlar. Afganistan’da, Cezayir’de, Keşmir’de… Dünyanın her yerinde müslümanlar katliamdan geçiriliyor. Onları düşündükçe bizim yaralarımız hafif geliyor. Onlara da ağlayıp ah-u figan etmeliyiz.

Fatma daha fazla konuşamamış, sessiz sessiz ağlamaya başlamıştı. Binanın önünde toplanan kalabalıkta bir hareketlilik başlamıştı. Belli ki cenazesinin geldiğini haber almışlardı. Kimi sessizce gözyaşı döküyor, kimi de Yasin okuyordu. Cenaze arabasının görünmesi ile topluluktan tekbir sesleri yükselmeye başlamıştı. Topluluk hep bir ağızdan, “La ilahe illallah, zalimler lanetullah, la ilahe illallah kafirler lanetullah, la ilahe illallah hainler lanetullah” sloganları atıyordu. Çünkü dünyada Müslüman halkaların çektiği tüm eziyet, ızdırap, talan, katliam ve zulmün arkasında hep bunlar vardı.

Cenaze arabasından inen Hamdullah, “Tekbir!” diye üç kez bağırınca topluluk “Allahu Ekber!” nidaları ile cevap vermişti. Şehidin mübarek naaşının bulunduğu tabut arabadan indirilerek ellere alınıp camiye taşındı. Cami , evin yaklaşık elli metre ilerisinde idi. Naaş camiye götürülüp yıkama işlemi bittikten sonra tekrar tabuta konup ellere alındı ve yavaş adımlarla mezarlığa doğru ilerlenmeye başlandı.

Çok sayıda özel tim polisi gözdağı vererek topluluğun oluşturduğu heybet ve görkemi bir nebze de olsa yok edebilmek için topluluğun etrafını sarmıştı. Hepsinin elinde otomatik silahlar, üzerlerinde bol sayıda mermi ve el bombaları vardı. Her an topluluğa müdahale etme pozisyonunda idiler.

Topluluk, olay çıkıp yeni acılar yaşanmasın diye sessiz bir şekilde mezarlığa doğru ilerliyordu. Tabutu, toplulukta bulunanlar sıra ile elden ele vererek taşıyorlardı. Geçtikleri yerlerdeki halktan kimi dükkanının önüne çıkmış, kimi balkonlara.. merak ve endişe içinde cenazenin geçişini seyrediyorlardı. Nihayet mezarlığa yaklaştılar. Polis, mezarlık çevresini tamamı ile kuşatmıştı.

Bir polis panzeri, mezarlığın girişinin yanında bir diğeri de yaklaşık 100 metre ilerisinde bekliyordu. Mezarlık içini ve çevresini tam teçhizatlı bir şekilde giyinmiş özel tim polisi sarmıştı.

Topluluk mezarlığın önüne gelince polis şefi topluluğun önüne geçip;

-Cenaze sahipleri kim? Onlarla görüşmek istiyorum, dedi.

Topluluğun önünde bulunan Hacı Abdullah ve birkaç kişi daha öne çıkıp polis şefine doğru ilerlediler. Hacı Abdullah:

-Cenazenin sahibi biziz. Buyurun ne söyleyecekseniz bize söyleyin, dedi.

-Merhumun nesi oluyorsunuz?

-Komşusuyum.

-Yakın akrabaları yok mu? Onlarla görüşmem daha iyi olur.

-Yakın akrabaları şu anda hazır değiller. Buyurun benimle konuşun.

-Bakın arkadaşlar! (Sesini yükseltip tüm topluluğa duyurmak istercesine bağırarak) Acınızı anlıyorum. Öfkelisiniz de… Yalnız olay çıkmasını istemiyorum. İnanıyorum. Ki siz de istemiyorsunuz. Yeni acıların ve olmasını istemediğimiz olayların yaşanmaması için cenazenizi sessiz bir şekilde gömüp dağılmanızı istiyorum, dedi.

Polis şefi konuşurken heyecanlıydı. Çünkü, cenazede binlerce kişi vardı. Hacı Abdullah polis şefine hitaben dedi ki:

-Biz, olay çıkaracak değiliz. Böyle bir niyetimiz yok. Polisleriniz topluluğu provake etmezse kimsenin burnu bile kanamaz. Ben, size bu teminatı veriyorum. Lakin sizin de bizi rahat bırakıp cenazemizi gömmemize izin vermeniz lazım. Herhangi bir müdahalede bulunmamalısınız. Aksi taktirde olacaklardan siz sorumlu olursunuz.

Hacı Abdullah’ın söyledikleri ile polis şefi hem rahatlamış, hem de endişelenmişti.

-Toplu halde gelmenize müdahale etmedik. Yalnız toplu halde dönmenize izin veremeyiz. Bu şekilde emir almış bulunmaktayım. Defin işlemini bitirdikten sonra dağılmalısınız.

-Biz, başka acıların yaşanmasını istemiyoruz. Bunun için topluluğu ikna etmeye çalışırım. Yine söylüyorum, biz defin işlemini yaparken polisin müdahale etmesi hoşumuza gitmez. Olacakların da vebali sizin boynunuza olur.

-Size herhangi bir müdahale yapılmayacağına dair teminat veriyorum. Fakat siz de mezarlıktan toplu olarak ayrılmayacaksınız. Çünkü böyle yapmanız gösteriye girer. Buna da izin veremem.

-Bizim, zaten öyle bir niyetimiz yok.

Hacı Abdullah ve polis şefinin anlaşması ile, polis şefi telsizden,

-Tüm arkadaşlar! Defin işlemi sürdüğü müddetçe hiç kimse müdahalede bulunmayacak. Benim emrim dışında hiç kimse bir adım atmayacak, diyerek talimat verdi.

-Duydunuz değil mi?

-Evet, duydum. Diyerek topluluğun yanına gelmek üzere geri döndüler Hacı Abdullah ve arkadaşları. Yavaş yavaş gelirlerken yanında bulunan Hamdullah’a “Defin işleminden sonra herkes mezarlıktan dağılsın, daha sonra taziye yerine gelsinler. Sakın oyuna gelmesinler. Şayet polislerden veya başkalarından olumsuz bazı davranışlar olursa da kendilerine hakim olup kesinlikle müdahalede bulunmasınlar. Provakasyona gelmemeliyiz. Sakın olay çıkmasın. İnşallah selamet ile defin işlemimizi yapıp geri döneriz, dedi.

Hamdullah, hızlı adımlarla olup biteni bildirmek için topluluğun arasına daldı.

Polislerin mezarlık kapısından çekilmesiyle topluluk yavaş adımlarla mezarlığa girip daha önceden hazırlanmış mezarın bulunduğu yere doğru ilerledi.

Mezar başına gelindiğinde tekbirler, tahmidlerle şehidin cenazesi mezara indirildi. Küreklerle şehidin üstü toprakla örtünmeye başlanmıştı. Küreği kapan birkaç kürek toprak attıktan sonra bir diğerine veriyordu. Orada bulunanlar şehidin üzerini örtecek toprağı mezara doldurmak için adeta yarışıyorlardı. Bu arada tekbirler, tahmidler hiç kesilmemişti.

Nihayet şehidin mübarek bedenini örtme işi bitmiş, telkin okunmaya başlanmıştı. Telkinin bitiminden sonra toplulukta bulunan alimlerden biri, mezarın yanında bir taşa çıkarak topluluğa hitap etti.

-Euzu billahi … “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Onlar diridirler, lakin siz şuurunda değilsiniz.” Tarihin her döneminde tevhid mücadelesi başladığında bunu hazmedemeyen güçler olmuştur. Bu güçler. Her zaman halka hükmeden, halkı kendi sultaları altına alıp onları ezen, zulmeden, köleleştiren kişiler veya yönetimler olmuştur. Bu tahakkümleri, bir süre sonra kendilerini ilah görmelerine ve her istediklerini yapma keyfiyeti içine girmelerine sebep olmuştur. Firavun, Nemrut, Ebu Cehil, Cengiz han… tarihin en gaddar ve acımasız şahsiyetleri olarak ün salmışlardır.

Bu zalim kral ve yönetimlerine karşı çıkıp insanları tek ilaha davet edip yaptıkları zulüm, baskı, dayatma ve vahşice uygulamalarına karşı çıkan peygamberlere veya onların varisleri olanlara karşı en vahşi yöntemlerle saldırılmış ve yok edilmek istenmişlerdir.

Çünkü, (sesi yükselmişti) tevhid zalim ve zorbaları kabul etmez. Onlara boyun eğip itaat etmeyi asla ve kat’a hoş görmez. İslam her zaman zulme karşı başkaldırı olmuş ve mazlum, ezilmiş, hor görülmüş halkların yanında yer alıp onları bu zalimlerden kurtarma yolunda Müslümanları şiddetle teşvik etmiştir. Bunun içindir ki, tevhid erleri her şeyi göze alarak bu zalimlere karşı mücadele içine girmişlerdir.

-Tekbiir!

-Allahu Ekber!

-Tekbiir!

-Allahu Ekber!

-Tekbiir!

-Allahu Ekber!

Topluluğun tekbir sesi kesilince hatip devam etti.

-Bu mücadelenin bir neticesi olarak tevhid erleri, kimi zaman Ashab-ı Uhdud tarafından ateş çukurlarında yakılmış, kimi İbrahim (as) olup ateşlere atılmış, kimi zaman Zekeriyya (as) olup testere ile ikiye ayrılmış, kimi zaman çarmıhları gerilerek yırtıcı hayvanlara yem yapılmış, kimi zaman Bilal, Habbab ya da Hubeyb olup vahşice şehid edilip işkencelerden geçirilmişlerdir.


Küfür tek millettir. Adı, sanı, rengi, şekli ne olursa olsun. Hedef Müslümanlar ve İslam oldu mu zulüm ve işkence yapmaktan geri durmazlar. Bugün yine tarih tekerrür etmiş, İslami bir mücadele içine girip halkı irşat için çalışan muvahhidler, tahtları sarsılan kafir ve küfür düzenlerinin hedefleri olmuşlardı. İşte bu saldırganlığın sonucu olarak bugün Şükrü kardeşimizi şehit olarak vermiş bulunmaktayız. Bize saldıranlar bizi şehit ederek sindireceklerini sanıyorlarsa aldanıyorlar.

Çünkü biz, Allah yolunda ölmeyi, onun dini uğrunda ölümü şerbet bilip içeriz. Bizler, Hamza’ların, Ali’lerin, Ömer’lerin, Osman’ların, Hüseyin’lerin takipçileriyiz.



-Tekbiir!

-Allahu Ekber!

-Tekbiir!

-Allahu Ekber!

-Tekbiir!

-Allahu Ekber!

Şehitlerin kanları, kurumuş toprağa hayat veren su gibidir. Bu mazlum beldenin halkını uyandıracak ve kendilerine zulmedenlerin tahtını alt-üst edecektir.

Allah, Şükrü kardeşimizin şehadetini kabul etsin. Bizleri onların yolundan ayırmasın. Bu münasebetle İslam ve Kur’an için kanlarını döken tüm şehitlere ve hassaten Şehit Şükrü’nün ruhuna El-Fatiha..

Fatiha okunup tekrar tekbirler çekildikten sonra, topluluk yavaş yavaş dağılıp taziyenin yapılacağı camiye doğru ilerlemeye başladı.
Ekleme Tarihi: 21.05.2008 - 18:55
Bu mesajı bildir   ebu_hanzala üyenin diğer mesajları ebu_hanzala`in Profili ebu_hanzala Özel Mesaj Gönder zum Anfang der Seite
Pozisyon düzeni - imzaları göster
Sayfa (1): (1)
önceki konu   sonraki konu

Kategori Seç:  
Sitemizde şu an Yok üye ve 1715 Misafir mevcut. En son üyemiz: Didem_


Admin   Moderator   Vip   Üye ]

Hayırlı ömürler dileriz.    Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
kaykaan (57), safak-50 (60), nazlinazende (45), sena_55 (49), NEWYORKER (50), hazan44 (39), RaMaZaN050 (34), KONVEYÖR (47), arefenur (52), mehmet4467 (42), hasret44 (39), turancihan (48), sevgikusu (37), kul_bahri (58), ser_kan (47), ssessiss (36), Seyyidmehmet (47), Ata01 (52), sempatik_cd (43), ebubekir1989 (35), M.EFE (50), sam@ (42), ozgurozakinci (47), garibcahil (46), muhacir-i muham.. (40), Osman50 (70), kanka_konya (36), hkurt (60), haliime (45), mrasitalas (40), hayýrsev.. (58), zekitatari (67), y_turan (39), doctor (41), koylu (63)
24 Saatin Aktif Konuları
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 1.65049 saniyede açıldı