hydroxychloroquine hydroxychloroquine generique rhinocortdexamethasone kaletra aldactone aldara aldipin alendron alesse aleve alges x algifor allegra allergodil allo 300 tablinen allo basan allopur altace alutan alzar amanol amaryl amilo basan amilorid comp amiloride hct amiodar amlo eco amlopin amlovasc amoxi basan amoxi cophar amoxi mepha amoxil amoximex anafranil sr anafranil antabus antabuse antalgit antamex antisacer antra antramups anvitoff apcalis oral jelly
     

0
Start Giriş Üye Ol üyeler ((( RAVDATe@m))) Arama
Toplam Kategori: 69 *** Toplam Konu: 30100 *** Toplam Mesaj: 148193
Forum Anasayfa » Arama Sonuçları

12 Sonuç - Yeni Arama
Sayfa (1): (1)
Ekleyen Mesaj
Konu: ortadogunun satilmis karton liderleri
asil_kalp_4 su an offline asil_kalp_4  
ortadogunun satilmis karton liderleri
160 Mesaj -
Müslüman Arap âlemi,
buralarda yaşayan insanların
dilek ve arzuları dikkate alınmaksızın,
yabancılar tarafından bir
araya getirilmiş iskambil kâğıtlarından
yapılmış geçici bir ev gibidir.








Ortadoğu'nun Satılmış

Karton Liderleri


Arap ülkelerinin lider kadroları küresel bir senaryonun figüranlarıdır. Her biri bu senaryoda kendilerine biçilen rolü oynamaktadır. Zaman zaman senaryonun dışına çıkmaya çalışanlar, kulakları senaryo sahibi "Siyonizm, İsrail ve ABD" tarafından çekilerek, hizaya getirilirler.






İslâm coğrafyası içinde bulunan devletlerin içler acısı durumu taraflı tarafsız herkesin dikkatini çekmeye başladı bile. Birçok batılı aydın, bilim adamı bu durumdan duydukları rahatsızlığı yazdıkları makalelerde ya da kitaplarda sıkça dile getirmeye başladılar.
Artık mızrak çuvala sığmamakta, oynanan oyuna seyirci kalınmamaktadır. Aklıselim insanlar tepkilerini her geçen gün biraz daha artırmaya başlamışlardır. Batılı bir yazar, Arap dünyasının bugününü bir tespitle şöyle anlatır:
"Müslüman Arap âlemi, buralarda yaşayan insanların dilek ve arzuları dikkate alınmaksızın, yabancılar tarafından bir araya getirilmiş iskambil kâğıtlarından yapılmış geçici bir ev gibidir. Keyfî olarak on dokuz devlete bölünmüşlerdir. Her biri birbirine düşman azınlıklardan ve etnik gruplardan oluşturulmuştur. Dolayısıyla bugün her müslüman Arap devleti içten, etnik ve toplumsal çöküntü tehdidi altındadır. Bazılarında ise iç savaş kaynaması başlamıştır bile." (1)
Arap ülkelerinin lider kadroları küresel bir senaryonun figüranlarıdır. Her biri bu senaryoda kendilerine biçilen rolü oynamaktadır. Zaman zaman senaryonun dışına çıkmaya çalışanlar, kulakları senaryo sahibi "Siyonizm, İsrail ve ABD" tarafından çekilerek, hizaya getirilirler. Bu yazımızda başta ABD olmak üzere Batı dünyasından bir kısım araştırmacı yazarın eserlerinden tespitlerle örnekler vererek, durumun vahametini gözler önüne sermeye çalışacağız. Ortadoğu'da bulunan ve özellikle İsrail'in komşusu olan Arap ülkelerini tek tek ele alarak, ülkelerin durumunu ve lider kadrolarının İsrail ile olan ilişkilerini gözden geçireceğiz. Durumun vahametini ve ulaştığı boyutu daha iyi kavrayabilmek için sırasıyla Arap ülkelerine ve bu ülkelerin İsrail ile ilişkilerine şöyle bir göz atalım.


Ürdün
Ortadoğu'da Arap ülkeleri arasında İsrail ile en yakın ilişki içinde olan devlet, Ürdün'dür. Ürdün, İsrail ile o derece yakın ilişki içine girmiştir ki, Ürdün kralları İsrail tarafından koruma altına alınmıştır.
Fas Kralı Hasan gibi, Ürdün Kralı Hüseyin de neredeyse yarım yüzyıl süren iktidarı boyunca İsraillilerden büyük destek gördü. Ronald Payne'in Mossad: İsrail'in Çok Gizli Servisi adlı kitabında yazdığına göre; İsrail gizli servisi,1950'li ve 60'lı yıllarda kendisine karşı düzenlenen darbe girişimlerini önceden haber vererek, Kral Hüseyin'in iktidarda kalmasına yardımcı olmuştur." (2)
"İsrail gizli servislerinin Kral Hüseyin'in iktidarını ayakta tutmak için gösterdikleri çaba, Le Monde'un Yahudi yazarı Marek Halter'in Krala yazdığı açık mektupta ise şöyle anlatılıyor: "... İsrail'e ve İsrail gizli servisine güvendiniz. Nisan 1957'de, Temmuz 1958'de, Mart 1959'da, Ağustos 1960'da, Temmuz 1966'da, Nisan 1967'de... Her seferinde sizi Mossad kurtardı." (3)
Ortadoğu'da İsrail'e en önemli desteği veren ülkelerin başında Ürdün gelmektedir. Batılı bir kaynakta bu şöyle anlatılmaktadır:
"Hiçbir Arap kralı, Ürdün Kralı Abdullah kadar Ben Gurion'la (İsrail eski Başbakanı) uyuşmadı. Son on yıl içinde Filistin yahudileriyle gerçek ilişkiler kuran tek Arap yöneticisi Abdullah'tı." (4)
İsrail'in, yakın diğer komşusu olan Mısır'a baktığımızda onun da Ürdün'den çok farklı olmadığı görülüyor.

Mısır
Mısır'da iş başına gelen lider kadroların tamamı Siyonist İsrail ve ABD talimat ve yönlendirmelerinin dışında bir icraat ortaya koyamamışlardır. Bu liderlerin başında da Kral Faruk gelmektedir. Bir Batılı gözlemci, Kral Faruk için şu tespitte bulunur:
"Tamamıyla bir etkisiz eleman olan Mısır Kralı Faruk da yahudi devletinin Ortadoğu vizyonuna uygun düşüyordu. CIA ile iyi ilişkileri olan Ürdün Kralı Hüseyin de aynı vizyona uygun bir liderdi." (5)
Kral Faruk öyle de diğerleri ondan farklı mı? Elbetteki değil.
"Arap dünyasının 20. yüzyıldaki en önemli lideri olan Nâsır'ın, göz önünde bulundurulması gereken dikkat çekici bir özelliği var. Nasır, bir Mason üstad;ı âzamıdır. Mısır Devlet Başkanı Nâsır, Mısır Büyük Locası üstad–ı âzamlığını yapmış ve iktidarda kaldığı sürece ülkesini, hep Masonik esaslarla yönetmiştir." (6)

Suriye
Mısır böyle; ya Suriye nasıl? Ona da bir göz atıldığında, Mısır'ı aratır cinsten olduğu hemen anlaşılmaktadır. Mısır'ın Mason lideri Nâsır'ın sözde ırkçı Pan;Arabist görüşü Suriye'de de etkili olmuş, taban bulmuştur. Bu görüş, Suriye siyasî hayatına Arap Baas Sosyalist Partisi'yle girmiş ve etkisini hâlâ sürdürmektedir. Daha sonra Irak'ta faaliyete geçen Arap Baas Sosyalist Partisi'nin gerçek vatanı Suriye'dir.
Arap ülkelerinde meydana gelen her hareketin temelinde muhakkak bir yabancı parmağı, dolayısıyla da bir Siyonist parmağı bulunmaktadır. Bunun en açık örneği, "Annesi yahudi, babası Fransız olan Mişel Eflak ve Salah el;Bitar'ın, 1943 senesinde Şam'da Arap Diriliş Partisi'ni kurmuş olmalarıdır." (7)
Bir başka kaynakta da durumun vahameti çok daha iyi anlaşılıyor. Bir İsrailli politikacı şöyle diyor: "İsrail Şam'da bir Sedat'a sahip olmak istiyor." (8)
İsrail, Arap ülkelerini etkisizleştirerek, Siyonist ideallerine hizmet ettirmek için her yolu denemektedir. Onların devlet yönetimlerine dahi müdahale etmektedir. Bir başka Batılı kaynak bakın bunu nasıl doğruluyor:
"Ocak 1982'de Ariel Şaron ve yardımcısı Tamir, Cenevre'de Suriyeli General Rıfat Esad ile gizlice buluştu. Bu, imkânsız diye bir şeyin olmadığının delilidir. İsrail ve Suriye'nin ortak planı, Lübnan'ı parçalamak ve FKÖ'yü güçsüz kılmaktı." (9)
İsrail ile Suriye'nin birçok konuda benzerlikleri ve icraat birliktelikleri bulunuyordu. Bunun en güzel örneği, 1982 yılında Hama'da yaşandı. "Esad rejiminin 1982 Şubat'ında düzenlediği Hama operasyonu katliamdan başka bir şey değildi. Aslında yapılan bu hareket, yeni bir olay da değildi. Bundan iki yıl önce de Suriye'nin Halep, Hama, Humus gibi büyük şehirlerinde evler kuşatılarak taranmış ve sayısız yerde toplu katliamlar yapılmıştı. Suriye'de acımasızlığı ve caniliğiyle tanınan Rıfat Esad, yaptığı katliam sırasında şöyle diyordu:
"Napalm bombalarıyla vurun! İçinden ateş çıkmayan tek ev görmek istemiyorum." (10)
Hama katliamından sonra Rıfat Esad yıkılmış şehrin üzerinde helikopterle dolaşırken "En az beş yıl için başarılı bir nüfus kontrolü yaptık." demişti. (11)

İran
Şahlık dönemlerinde İran'ın durumu da Arap ülkelerinden farklı değildi. İran Şahı İsrail ile çok iyi dost ve müttefikti. Bu yakın ilişkilerinden dolayı birbirlerine her türlü karşılıklı yardımı yapıyorlardı. Bir Batılı kaynakta durum şöyle anlatılmaktadır:
"İran Şahı, İsrail'in Araplarla olan savaşına saygı duydu ve Iraklı yahudiler için Tahran'dan Tel;Aviv'e uçak seferleri düzenledi. İsrail'in İran'la ilişkisinde temel amaç, İran hükümetinde İsrail taraftarı bir izlenim yaratmaktı. Mossad ve Shin Beth, İran askerlerinin ve Savak ajanlarının eğitilmesini sağlıyordu. Savak'ın adamları sık sık İsrail'e gider ve Irak Kürt devrimcilerine yapılan yardımın transferine yardımcı olurlardı." (12)

Irak
Bütün bir Ortadoğu İsrail'e yardım için seferber olur da Irak bundan geri kalır mı? Elbette kalmaz. Irak daha da ileri gider ve İsrail'den yardım karşılığında rüşvet alan bir başbakanı olur.
Irak başbakanı, Mossad'ın kendisine verdiği rüşvet karşılığında ülkesindeki yahudilerin İsrail'e göç etmesinde kolaylıklar göstermişti. Irak başbakanı rüşvet alırda, İran Şahı'nın başbakanı ne yapar? İran Şahı'nın Başbakanı Muhammed Said ise, İsrail'i resmen tanımak için 400 bin dolarlık rüşvet almıştır." (13)

Fas
İsrail'in, Ortadoğu coğrafyasında bulunan Arap devletlerinin lider kadrolarının iş başında kalmalarına zaman zaman yardımcı olduğu da bilinen bir gerçektir.
Fas Kralı Hasan, bunun en ilginç örneklerinden biriydi. İsrailliler, 1950'lerin sonundan bu yana Kral'ın iktidarda kalmasına destek oldular, rejim muhaliflerini temizlemesine yardım ettiler. Fas ve İsrail arasındaki örtülü iş birliği, 1966'da ortaya çıktı ve büyük bir enternasyonal krizin doğmasına sebep oldu: Kriz, Fransa, Fas ve İsrail'in karıştığı "Ben Barka Olayı" idi. Mehdi Ben Barka, sürgünde yaşayan ve Hasan rejimi tarafından ölüme mahkûm edilmiş Faslı bir muhalifti. Fas gizli servis şefi General Muhammed Oufkir, 1965'de Kral'dan Ben Barka'yı ortadan kaldırmak için emir aldı ve derhal Mossad'dan yardım istedi. Mossad, Ben Barka'nın Paris'teki kaçırılma olayını organize etti. Daha sonra da Ben Barka öldürüldü. Fas gizli servisi o zamandan beri Mossad'la hep yakın ilişki içinde oldu." (14)

İran Irak Savaşı
Yazımızın başında yazdığımız gibi bazen işler senaryo dışına çıkıyor. İşlerin senaryo dışına çıktığı olay; Şah'ın devrilip yönetime Humeyni'nin gelmesidir. Humeyni'nin iş başına gelmesi ile İsrail, Ortadoğu'daki en önemli yandaş ve müttefikini kaybetmiştir. İran ileriki yıllarda çok can sıkacağa, İsrail'in tekerleğine çomak sokacağa benziyordu. İran manevî planda olduğu gibi maddî planda da oldukça güçlü bir yapıya sahipti. Ortadoğu'da kontrol dışına çıkan bu ülke bir şekilde ya tekrar kontrol altına alınacaktı veya mevcut gücü zayıflatılacaktı.
İran, Irak savaşı için yeni bir senaryo yazıldı ve uygulamaya konuldu. Normal şartlarda Irak'ın İran'la baş edebilmesi imkânsız gibiydi. Fakat hiç de öyle olmadı ve her iki taraf, kıyasıya bir savaşa girdi.
"Irak'ın saldırısı geri tepti. Araplar bunu kendilerine yönelik bir saldırı olarak gördü. İsrail'in politikası şimdi her iki tarafı birden silahlandırıp, savaşı elden geldiğince uzatmak, böylece İran''n zaferini engellemekti." (15)
Başta İsrail olmak üzere Irak'a destek olmaya başladılar. İran'a karşı Irak desteklenecekti.
Bu yeni plana, Ortadoğu'da İsrail kontrolündeki Arap yönetimleri doğal olarak büyük destek verdi: "Suudi Arabistan Krallığı İran'a karşı bir silah ambargosu oluşturup, Irak'a büyük miktarda silah yardımı yaptı. Mısır ile Ürdün de Irak'ı desteklediler." (16)
Savaş yaklaşık olarak sekiz yıl sürdü, savaşan taraflardan galibi olmayan bir savaşta her iki taraf da mağlup olmuştu. Galip olan, Siyonist İsrail ve ABD ortaklığıydı. Milyonlarca insan canından oldu, maddî zararın rakamı belli değildi. Sonuç; tamamen bitmiş iki ülkeydi.

İslam ülkeleri yerin dibine
batmadıklarına şükretsinler
Sonuç olarak denilebilir ki; Ortadoğu halkları lâyık oldukları yönetimlerle yönetilmiyorlar. Bütün yönetimler dış güçlerin kuklalarıdır. Bu durum çok açık ve net bir şekilde ortadadır. İslâm ülkeleri kalkınamamış, üçüncü dünya ülkesi durumunda kalmış ve suçu da İslâm dinine atmışlardır. Burada İslâm dininin bunda ne suçu var?! İdarede bulunan adam satılmış ise, İslâm ne yapsın?! Arap liderler kendi ülkelerinin kamuoyunda birer kahraman, tam bir İslâm mücahididir; perdenin arkasına geçince Siyonist gibi düşünen bir haindir. Petrol kuyularının başına oturmuş, elde ettikleri geliri nereye harcayacaklarını şaşırmışlardır. Para o kadar fazla gelmiş ki, banyo ve tuvaletlerini altın malzemeden yapıyorlar. Yatlarını, Avrupa ve ABD'de bulunan malikânelerini, fuhuş yuvasına çevirmişler. İnanç, ideal, dava adamlığından eser yok. Sonra, İslâm dünyası geri kalmış; Bırakın geri kalmışlığı yerin dibine batmadığına şükretsinler.

Dipnotlar:
1; The Zionist Plan For the Middle East 1982, Israel Shahak, s.5
2; Ronald Payne, Mossad: Israel's Most Secret Service, s.171; ;Harun Yahya, İsrail'in Dünya Egemenliği Politikası, Araştırma Yayıncılık, İstanbul 2003, s.72;
3; Şalom, 16 Ocak 1991;Harun Yahya, İsrail'in Dünya Egemenliği Politikası, Araştırma Yayıncılık, İstanbul 2003, s.71;
4; O Jerusalem, Dominipue Lapierre;Larry Collins, s.119
5; David Blum, The CIA: A Forgotten History, s. 98;Harun Yahya, İsrail'in Dünya Egemenliği Politikası, Araştırma Yayıncılık, İstanbul 2003, s.71;
6; Mimar Sinan Dergisi, sayı: 13, s.131
7; Yeni Rehber Ansiklopedisi, cilt: 3, s.108
8; Harun Yahya, Kabala ve Masonluk, Araştırma Yayıncılık, İstanbul 2003, s. 207
9; Every Spy aPrince, Dan Raviv;Yossi Melman, s. 264
10; Harun Yahya, Kabala ve Masonluk, Araştırma Yayıncılık, İstanbul 2003, s. 207;Cumhuriyet, 6 Mart 1982;
11; Harun Yahya, Kabala ve Masonluk, Araştırma Yayıncılık, İstanbul 2003, s.207;Hürriyet, 13 Kasım 1984;
12; Every Spy aPrince, Dan Raviv;Yossi Melman, s. 82
13; Andrew, ve Leslie Cockburn, Dangerous, s.102;Harun Yahya, İsrail'in Dünya Egemenliği Politikası, Araştırma Yayıncılık, İstanbul 2003, s. 71;
14; Benjamin Beit;Hallahmi, The Israel Connection, s. 46;Harun Yahya, İsrail'in Dünya Egemenliği Politikası, Araştırma Yayıncılık, İstanbul 2003, s.72;
15; Siyonizm'in Gizli Tarihi, Ralp Schoenman, s.106
16; Siyonizm'in Gizli Tarihi, Ralp Schoenman, s.107
Ekleme Tarihi: 16.05.2004 - 22:11
asil_kalp_4 üyenin diğer mesajları asil_kalp_4`in Profili asil_kalp_4 Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: dini acidan insanlik tarihi ve ortadogu
asil_kalp_4 su an offline asil_kalp_4  
dini acidan insanlik tarihi ve ortadogu
160 Mesaj -
Pozitivistler geçmişin tarihini yazarken, özellikle Kur'an'ı
ve onun peygamberini dikkate almadıkları için,
gerçek sonuçlara ulaşamamaktadırlar.
Elde ettikleri bir kısım bilgilere abartılı tahminleri de ekleyerek, ortaya enteresan görüşler ve efsaneler çıkmaktadır.







Dinî açıdan insanlık tarihi

ve Ortadoğu


Sümerlerin son devirleri, Babil krallığının ilk yıllarında Hz. İbrahim' in yaşadığı rivayet edilmektedir. Kur'an'da zikredilen Hz. İbrahim' in Nemrut ile mücadelesinde, Nemrut'un bir Babil kralı olduğu anlaşılmaktadır.






Dünya tarihine gerek dinî açıdan gerekse pozitivist bakış açısı ile baktığımızda insanlığın ana vatanının Ortadoğu olduğu açıkça görülmektedir. Kutsal kitaplar olarak bildirilen Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'an'ın indiği coğrafya Ortadoğu'dur. İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem ve eşi Havva Ortadoğu'da dünya hayatını yaşamaya başladılar. İnsanoğlunun ikinci atası kabul edilen Hz. Nuh'un da tufandan sonra Ortadoğu'da yaşadığı ve gemisinin de Musul yakınlarındaki Cûdi dağına oturduğu rivayet edilmektedir.
Nuh Aleyhisselâm'ın oğulları değişik bölgelere yayılarak, dünyada ileriki yıllarda meydana gelecek ırkların ilk ataları olmuşlardır. Dünya büyük tufanı yaşadıktan sonra, insanoğlunun çoğalıp dünyaya yayılması Ortadoğu'dan olmuştur. Kutsal kitaplarda ve son kutsal kitap olan Kur'an;ı Kerîm'de zikredilen peygamberler ve gönderildikleri kavimler Ortadoğu menşelidir. Her ne kadar aslından uzaklaşmış ve tahrif edilmiş olsa da, üç inanç sisteminin, bir başka ifade ile Musevî, İsevî ve Muhammedîlerin ortak atası Hz. İbrahim'dir.
İbrahim Aleyhisselâm'ın oğlu İsmail'in soyundan Araplar dünya sahnesine çıkmışlardır ve Hz. Muhammed de bu soydan gelmiştir. Diğer oğlu İshak'tan İsrailoğulları ve peygamberleri dünyaya gelmiştir.


Pozitivist bakış açısı ile insanlık tarihi
ve Ortadoğu
Pozitivist bakış açısı ile yapılan bilimsel çalışmalardan elde edilen sonuçlarla, dinî anlatımlar arasında çok büyük farklılıklar bulunmamaktadır. Yapılan çalışmalar neticesinde ilk devir insanlarının Orta Afrika'da yaşadığı verilerine ulaşılmıştır.
Ortadoğu'da yapılan arkeolojik kazılarda insanlık tarihi ile ilgili elde edilen bulgular, 6 ; 8 bin yılına kadar gitmektedir.
Ortadoğu'nun yaşam için cazip olmasının sebeplerinin başında, Ortadoğu'da iki önemli hayat kaynağının bulunması gelmektedir. Bunlardan biri Nil havzası, diğeri Fırat;Dicle havzasıdır. İnsanlar bu iki havzanın çevresinde yerleşim yerleri kurarak toplumsal hayatı başlatmışlardır. Bu iki havzanın çevresinin verimli topraklara sahip olmasından dolayı, insanlar yaşamlarını bu bölgelerde daha kolay devam ettiriyorlardı.
Nil havzasında kurulan Mısır uygarlığı, genellikle Firavunlarla anılmıştır. Nil ve çevresinin de ekili, biçili alanlara elverişli olması, insanların yaşamsal ihtiyaçlarını teminde kolaylık sağladığı için bu bölge tercih edilmiştir.
Dicle;Fırat havzasında da Sümerler, Babiller ve Asurlar gibi büyük uygarlıklar kurulmuştur.
Mezopotamya olarak adlandırılan topraklarda yapılan kazı ve araştırmalar neticesinde bu topraklarda insanlık tarihinin 7;9 bin yıllarına ulaştığı tespit edilmiştir. Mezopotamya'da kurulan uygarlıkların içinde en önemlileri ve günümüze kadar da gelen üç uygarlık bulunmaktadır. Bunlardan biri olan Sümerlerin bundan yaklaşık 5 ; 6 bin yıl önce yaşadıkları anlaşılmaktadır. Babil Uygarlığı'nın da yaklaşık hesaplarla 4 ; 5 bin yıl önce varoldukları anlaşılmıştır. Babil'in ünlü hükümdarı Hammurabi'dir ki, günümüzde kanunları ile anılmaktadır.
Bir diğer önemli uygarlık da Asurlardır ki, bunların da bundan 3 ; 4 bin yıl önce yaşadıkları tahmin edilmektedir.
Bu büyük uygarlıkların yanında birçok tâli uygarlık da var olmuş; fakat bunlarla ilgili çok fazla bilgi elde edilememiştir. Kurulan bir uygarlık, bir başka uygarlığın saltanatına son vererek, kendi varlıklarını ortaya koymuştur. Sonra bir başkası çıkmış, onun varlığını ortadan kaldırarak kendi krallığını ilan etmiştir. Denilebilir ki, bir uygarlığı ortadan kaldırıp onun yerini almak için onlarca değişik grup mücadele vermiş, bunlardan ancak bir tanesi hedefine ulaşmıştır.
Sümerlerin saltanat ve krallığını ortadan kaldırmak için onlarca değişik grup mücadele vermiş; ancak başarı Babillilere nasip olmuş. Babillilerle de mücadele edilmiş, onların yerini de Asurlular almıştır. Bu böylece devam edegelmiştir.

Bilimi ateist yaklaşımla ele
almanın acı sonucu
Nereden ve hangi bakış açısı ile bakılırsa bakılsın, insanlığın ata vatanı Ortadoğu'dur. Medeniyetlerin, kültürlerin ve inançların da ata vatanı Ortadoğu'dur. Bunu hem bilimsel çalışmalar ve arkeolojik kazılar ortaya koymakta, hem de kutsal kitaplar, peygamberler ve din haber vermektedir.
Arkeolojik kazılardan elde edilen bilimsel veriler, ilâhî kitaplarda yer alan bilgiler ile karşılaştırıldığında çok daha açıklayıcı bilgilere ulaşılmaktadır. Ne yazık ki, son yüzyılda dünyayı saran ateist düşünce ve evrim aldatmacası bilimi de etkisi altına almış bulunuyor. Bu yüzden çok daha faydalı ve aydınlatıcı bilgilerin ortaya çıkması engelleniyor.
Sümerlerin son devirleri veya Babil krallığının ilk yıllarında Hz. İbrahim'in yaşadığı tahmin edilmektedir. Kur'an'da zikredilen Hz. İbrahim'in Nemrut ile mücadelesinde, Nemrut'un bir Babil kralı olduğu anlaşılmaktadır. Hz. İbrahim ile Babil Hükümdarı Nemrut'un arasında geçen hâdisenin milattan 2500 yıl önce bundan yaklaşık 4 ; 5 bin yılları arasında meydana geldiği tahmin edilmektedir.
İbrahim Aleyhisselâm'dan önce yaşamış birçok kavim vardı ki, bunlardan ikisi Semud ve Ad kavimleridir. İbrahim Aleyhisselâm'dan sonra da yaşayan birçok kavimler olmuştur. Bunlara örnek; Eyke, Tübba (Kaf, 14) uygarlığı, Uhdud Ashabı'dır. (Büruc, 6;7).
Bunlar bize bildirilen, haberleri bize ulaşan uygarlıklardır. Bir de bildirilmeyenler var ki, sayılarını ancak Allah bilmektedir.
Bu kavimlerin çoğunluğu yok olup ortadan kalktı ve günümüze masallarından başka bir şey kalmadı. Bu kavimlerle ilgili bir Kur'an âyetinde şöyle buyrulmaktadır:
"Bunlar mı daha hayırlı, yoksa Tübba kavmi ile ondan öncekiler mi? Onları yok ettik; çünkü onlar suçlu idiler." (Duhan, 37)
Pozitivistler geçmişin tarihini yazarken, özellikle Kur'an'ı ve onun peygamberini dikkate almadıkları için, geçmiş uygarlıklara kafalarına göre isimler takmakta, onlar hakkında elde ettikleri bir kısım kalıntılara birçok abartılı tahmini de ekleyerek, ortaya enteresan görüşler, efsaneler atmaktadırlar. Oysa bu bilimsel çalışmaları yapanlar, jeolojik kazılardan elde ettikleri sonuçları, vahiyle birleştirselerdi, çok daha kesin ve aydınlatıcı sonuçlara ulaşacaklardır. Ne yazık ki, bunu yapmamakta ısrar etmektedirler.


Bütün peygamberlerin
merkezi
Zamanımıza kadar haberi ulaşan bütün peygamberlerin yaşadıkları bölge Ortadoğu'dur. Özellikle Musa Aleyhisselâm, İsa Aleyhisselâm ve Muhammed Aleyhisselâm'ın yaşadığı ve ilk tebliğde bulundukları bölge Ortadoğu'dur. Bu mânada bu peygamberlere inananlar için Ortadoğu'nun ayrı bir özelliği vardır. Diğer yanda da birçok mukaddes yer bu coğrafyada bulunmaktadır. Bu kadar çok kıymet ve değer ifade eden bir coğrafya elbette ki, değer ifade edecektir. "Bu coğrafyaya hâkim olan, dünyaya da hâkim olur." mantığı doğrudur.
Tarih boyunca Ortadoğu'ya hâkim olan devlet, dünyada söz sahibi olmuştur.
Peygamberlerden sonra da bu durum devam etmiştir. Bir zaman Roma İmparatorluğu (Bizans) bu coğrafyaya hâkimdi. Sonra sırasıyla Emevîler, Abbasîler ve Selçuklular bu coğrafyaya hâkim olmaları sebebiyle dünya devleti oldular. Bu sebepledir ki, Batı birçok haçlı seferini Ortadoğu'ya düzenlemiştir.
Ardından en uzun sürede Osmanlı bu coğrafyayı elinde tuttu ve cihan devleti oldu. Osmanlı'nın son devirlerinde İngiliz idaresine geçen bu coğrafya, İngilizlere "Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk" unvanını kazandırdı. Son yarım yüzyılda da ABD;İsrail ortaklığı neticesinde bu iki devlet, Ortadoğu'ya hâkim oldu ve dünyayı idare etmeye başladılar.

Dünyayı bekleyen
tehlike
Dünyanın yakın gelecekte iki büyük tehlike ile karşı karşıya kalacağı, ilim adamları tarafından ileri sürülmektedir. Bunlardan biri, ekolojik dengenin bozulması yani iklim değişikliğidir. Diğeri de mânevî ve ahlâkî bozulmanın neticesinde insan neslinde meydana gelecek bozulma ile insanın kendi kendini bozguna uğratmasıdır.
ABD kaynaklı haber ve bilimsel çalışmalar neticesinde yine aynı ülkeden yayılan haberlerde, önümüzdeki yirmi beş yıl içinde özellikle kuzey yarımkürede önemli iklim değişiklikleri olacağı bildirilmektedir. Örneğin; yirmi yıl sonra Londra'da yaşam olmayabilir. Yirmi yıl sonra Londra Sibirya gibi olabilir. Aynı şey New York için de söyleniyor. Bu durum bütün kuzey yarımkürenin üst bölgesi için söylenmektedir. Bu tespit sadece ABD'li bilim adamları tarafından dile getirilmiyor, birçok ülkenin etkili ve yetkili idarecilerinin yanında bilim adamları da bu tespite katıldıklarını beyan ediyorlar.
Bu iklim değişikliklerinin meydana getireceği önemli olaylardan biri de kitlesel ölümlerin olmasıdır. Yapılan hesaplarda milyonlarca insan bu iklim değişikliğinden etkilenerek yaşamını yitirecektir. Bu nedenle dünya nüfusu hızla azalacak. Bu mânada insan yaşamı için en uygun ortam, hiç şüphesiz Ortadoğu ve Ortadoğu'ya yakın bölgelerde olacaktır. İşte bu nedenledir ki, Ortadoğu yaşam için en uygun ve en ideal kara parçasıdır.
Dünyayı bekleyen ikinci büyük tehlike; mâneviyat yoksunu, ahlâkî değerlerden yoksun yetişen bir neslin intiharıdır. Haddinden fazla özgürlük arayışlarından ve demokrasi kavramının içinin gerektiği gibi doldurulamadığından her isteyene istediği özgürlüğü verme hareketi, önümüzdeki on yıllarda olumsuz sonuçlarını vermeye başlayacaktır.
Bunu birkaç örnekle somutlaştıralım: Birçok Avrupa ülkesinde uyuşturucu sokaklarda serbestçe satılır duruma gelmiş, nüfusun yarısına yakını uyuşturucu veya bağımlı madde kullanıyor. Birçok ülkede aile mefhumu ortadan kalkmak üzere, ailelerdeki çocuk sevgisi ve çocuk ihtiyacı hayvanlarla giderilir olmuş. Hollanda'da ailelerin yüzde doksanının evinde bir hayvan beslediği araştırmalarla ortaya çıkmış. Aynı ülkede her türlü ahlâkdışı gayrimeşru ilişki yasalarla teminat altına alınarak meşrulaşıyor.
Fransa'da 2003 yılı içinde 13 bin kişi evinde ölü bulundu. Bu ölüm vakalarını ya komşuları haber verdi ya da aradan uzun zaman geçince kokmaya başlayan cesetlerin çevreye saldığı kokudan öğrenildi. Bütün Avrupa'da nüfus hızla yaşlanmakta, kalifiye eleman ihtiyacı şimdiden baş göstermiş bulunuyor. Örneğin; Almanya'da işsizlik normal standartların üzerinde olmasına rağmen çalıştırılacak kalifiye eleman eksikliği çekilmektedir.
Mânevî, ahlâkî ve ailevî değerlerini yitiren bir Avrupa'nın geleceği oldukça karanlık görülmektedir. Demokrasi adı altında sınırsız özgürlük talepleri her geçen gün artmaktadır. Öyle bir noktaya gelinecek ki, bu elde edilen özgürlükler Batı medeniyetinin sonunu getirecektir. Sadece Batı medeniyeti mi, Amerika kıtası, Asya kıtası da bundan nasibini ağır bir şekilde alacaktır. Bunların sonuçlarını yirmi beş yıl içinde görmeye başlayacağız.
İşte bu iki önemli tehlikeden dolayıdır ki, Ortadoğu her geçen gün önem kazanmaktadır.

Büyük Ortadoğu
projesi mi?
Arz-ı mev;ud mu?
İnsanlık tarihinin başlangıç bölgesi olan Ortadoğu, ilk çağlarda yerkürenin insan yaşamı için en cazip bölgesi idi. Şimdi de insanlık tarihinin sonuna yaklaşılırken, yine dünyanın yaşanabilir en cazip bölgesi Ortadoğu'dur.
Bunu tespit eden süper güçler, Ortadoğu'yu ele geçirmenin planlarını yapmaktadırlar. ABD'nin Ortadoğu üzerinde oynadığı oyunların temelinde bu gerçek yatmaktadır.
Yirminci yüzyılın başında itibaren yürürlüğe sunulan projenin finaline gelinmiştir. Bu finalin değişmez başrol oyuncuları Siyonistlerdir. Bu oyunda Siyonistler zaman zaman yanlarına değişik başrol oyuncuları almaktadırlar. Son yarım yüzyıldaki rol arkadaşları ABD'dir. Son yıllarda proje bazındaki birliktelikleri, çıkar ve menfaat birlikteliği ile pekişince hedefe varmak için her konuda ittifak ettiler.
İsrail ile ABD'nin Ortadoğu'da yapmak istediklerini anlamak için Osmanlı'nın çekilmesinden sonra Ortadoğu'nun durumuna kısaca bir göz atmakta fayda var.

İslâm coğrafyası
parçalandı
Başından beri hedefleri Ortadoğu'dur. Bu hedeflerinin önünde en büyük engel de hiç şüphesiz Osmanlı İmparatorluğu idi. Osmanlı İmparatorluğu Batılı güçlerin bu emellerine yüzyıllar boyu mani oldu. Ancak Batı bu emelinden bir an olsun vazgeçmedi. Osmanlı'nın değişik sebeplerden gücünü yitirmesi ile tarihî bir vaka olarak Yahudîlerin yüzyıllara varan sürgün ve dışlanmışlıktan kurtulma gayretleri kesişir. 19. ve 20. yüzyıllar dünya tarihi açısından çok enteresan gelişmelere sahne olmuştur. Bu enteresanlıklar birçok yeni gelişmeyi beraberinde getirmişse de dünya üzerinde meydana gelecek büyük hâdiselerin de bir noktada habercileridirler. Sanayi devrimi, demokratikleşme, evrim teorisi, Komünizm'in ve dolayısıyla ateizmin yaygınlaşması; Yüzyıllardır ezilen, horlanan, insanlık tarihinden silinme noktasına gelen bir milletin yeniden dirilmesi... Bilim ve iletişimin sınır tanımaz gelişmesi; Bunlar gibi büyük olaylar, özelikle 20. yüzyılda meydana gelmiştir. Bütün gelişmelerin sonucu ve finali de yirmi birinci yüzyılın birinci çeyreğine denk düşmektedir.
Önce 21. yüzyılın ilk çeyreğine giderek, Ortadoğu'nun nasıl parsellendiğine bir bakalım.
Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrası "Ortadoğu'da cetvelle sınırların çizildiği bir dönem yaşanır. Kuzey Yemen, Güney Yemen, Irak, Kuveyt, Ürdün, Suriye, Lübnan. Sonraki yıllarda Umman, Katar ve benzeri birçok irili ufaklı devletçik. İngiltere kendi oluşturduğu ve başlarına karton liderler getirdiği bu devletçikleri bu karton liderlerle yönetmeye başlarlar. Bugün Ortadoğu'da bulunan onlarca devletin hiçbiri bağımsız devlet değildir. Şöyle bir söz vardır: "İçte bağımsız, dışta bağımlı." Bunlar bırakın dışta bağımsızlığı içte bile bağımsız değillerdir. Zaten Osmanlı'nın bu coğrafyadan çıkması ile İngilizlerin burada vaziyet alması ve vaziyet alırken de konumunu sağlam temellere dayandırması için tamamen bölünmüş bir Ortadoğu gerekliydi.
Arapların içine atılan milliyetçilik tohumları kısa zamanda yeşermiş, Osmanlı'ya düşman olma ve topraklarından Osmanlı'yı çıkarma idealine dönüşmüştür. Batılı güçler ve özellikle İngilizler Arapları çok güzel kandırdılar. Onları büyük hedeflere (!) yönlendirdiler ve bu hedeflerinin önünde tek engel olarak da Osmanlı'yı gösterdiler. Arap topraklarının birçok yerinde, Arap milisleri Osmanlı'ya karşı İngilizlerle ve Batılı güçlerle işbirliği yaptılar. Ve beklenen son geldi, Osmanlı Arap topraklarından çıkarıldı. Şimdi Arap idealinin oluşturulması zamanıydı. Nedir Arap ideali?
Toroslardan Hint okyanusuna kadar uzanan Büyük Arap devleti idealiyle yola çıkan Araplar için tam bir hayal kırıklığı söz konusuydu. Osmanlı İmparatorluğu'ndan kurtulmuşlar; ama bu kez başka bir gücün boyunduruğu altına girmişlerdi. Üstelik yeni efendileri, hüküm sürdüğü 500 sene boyunca bölgeye barış ve istikrar getiren Osmanlı'nın aksine sömürgeci politikalar takip ettiler.
ABD, İngiliz ve İsraillilerin haçlı seferlerinin tarihsel tecrübesi, bu noktada gerek kendi ideallerine, gerekse Yahudî devletine yol gösterdi. Haçlılar, Ortadoğu'daki müslümanların birbirleri ile çekiştikleri, parçalanıp bölündükleri zamanlarda onlar başarılı olmuşlardır. Ne zaman müslümanlar birlik olmuşlar, bir lider etrafında toplanmışlarsa, Sultan Alparslan, Selahaddin Eyyûbî gibi liderlerin önderliğinde birleştiklerinde ise, onlar bozguna uğramışlardır. Dolayısıyla Yahudî devleti, muhtemel bir bozgundan sakınmak için kendisini çevreleyen Müslüman;Arap dünyasının birleşmesini kesinlikle engellemesi gerektiğini düşündü. Zaten bölünmüş olan Arap dünyasının mümkün olduğunca daha fazla bölünmesi, daha küçük parçalara ayrılması gerektiğini hesapladı. İsrailli stratejistlere göre, Arap ülkeleri, bir tür İslâmî ya da Pan;Arap bir "Enternasyonal" altında birleşmek bir yana, kendi mevcut "ulusal" birliklerini bile koruyamamalı, daha küçük parçalar oluşturacak şekilde dağılmalı, parçalara ayrılmalıydı. Bu plan günümüze kadar başarı ile uygulandı. Bugün ne yapmak istediğini bilmeyen bir Arap coğrafyası, küçük küçük devletçikler, bu devletlerin başında da kukla lider ve idareler; Sonuç, İsrail devletinin ekmeğine yağ sürmekten başka bir şey değil.



ORTADOĞU;DA
İSRAİLOĞULLARI GERÇEĞİ

Ortadoğu'da İsrailoğulları gerçeği inkâr edilemeyecek kadar açıktır. İsrailoğulları'nın tarih sahnesine çıkışı, İbrahim Aleyhisselâm'ın oğlu İshak'ın oğlu Yakub Aleyhisselâm ile başlamıştır. İsrailoğulları'nın atası Yakub Aleyhisselâm dır. Yakub Aleyhisselâm'ın milattan önce 2000 ; 2500 yılları arasında Filistin'de yaşadığı rivayet edilmektedir. Yakub Aleyhisselâm'ın oğlu Yusuf, başından geçen olaylar neticesinde Mısır'a gider. Mısır devletinin önemli makamlarından birinin başına geçer. Yaşanan kıtlık sebebiyle Filistin'de yaşayan İsrailoğulları ataları Yakub Aleyhisselâm'ın liderliğinde Mısır'daki oğlu Yusuf'un yanına gelip yerleşirler. İsrailoğulları'nın yaklaşık beş yüz yıl sürecek Mısır maceraları başlamış olur. Mısır'da Yusuf Aleyhisselâm'dan sonra işler iyi gitmez. Musa Aleyhisselâm ile Mısır'dan ve Firavunların zulmünden kurtulurlar.
İsrailoğulları insanlar içinde seçkin bir millet idiler. Bu durumu Kur'an şöyle bildirmektedir:
"Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti ve sizi (bir zamanlar) cümle âleme üstün kılmış olduğumu hatırlayın." (Bakara, 122)
Bu, Kur'an'ın bildirdiği bir gerçektir. İsrailoğulları cümle âleme üstün kılınmıştı. Ancak sonra ne oldu? İsyan ve bozgunculukları sebebiyle bu büyük nimet onlardan alındı ve lânete uğradılar. Musa ve Harun Aleyhimesselâm'dan sonra uzun bir suskunluk ve eziklik devresi geçirirler. Birçok kavim İsrailoğulları'nın başına musallat olur. Nitekim Davud ve Süleyman Aleyhimesselâm sayesinde İsrailoğulları, devletlerini kurarlar ve her geçen gün gelişirler. Bu olay, milattan bin yıl önce, bugünden de yaklaşık üç bin yıl önce meydana gelir. Süleyman Aleyhisselâm'dan sonra İsrail devleti fitne, fesat, iç çekişmeler ve bozgunculuklarından dolayı zayıflar ve nihayet yıkılır.
Ekleme Tarihi: 16.05.2004 - 22:04
asil_kalp_4 üyenin diğer mesajları asil_kalp_4`in Profili asil_kalp_4 Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: Sevmeli Insan
asil_kalp_4 su an offline asil_kalp_4  
s.a.
160 Mesaj -
ÇOK HARİKA Bİ ŞİİR ALLAH cc RAZI OLSUN ÇOK HOŞUMA GİTTİ..SELAMETLE KALIN..
Ekleme Tarihi: 16.05.2004 - 21:11
asil_kalp_4 üyenin diğer mesajları asil_kalp_4`in Profili asil_kalp_4 Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: niyet sevabi günaha günahi sevaba cevirir
asil_kalp_4 su an offline asil_kalp_4  
niyet sevabi günaha günahi sevaba cevirir
160 Mesaj -
Niyet sevabı günaha

günahı sevaba çevirir



Niyet, kalbin bir şeye yönelmesi, kasıt, maksat, gaye, hedef gibi manalar taşır. Ve kalpte verilen kararlara niyet denir.

Niyet, günahları sevaba, sevapları günaha çevirir. Niyet bir ruhtur. Onun ruhu da ihlâstır.

Niyet samimiyettir, samimiyet bütün hayırların anahtarıdır. Cenab;ı Hak ancak kalbe, yapılan amellere ve ameldeki maksada ve niyete bakar.

İyi niyet sahibi olanın her işi güzel olur, güzel sonuç alır; niyeti kötü olan da yolda kalır, niyetinin karşılığını görür. İyi niyetin güzel sonuç vermesi, amelin de sâlih olmasına bağlıdır. Kötü amelde güzel niyet olmaz. Haram bir iş, iyi niyetle helâl olmaz.

"Ameller, ancak niyetlere göredir; herkesin niyeti ne ise, eline geçecek olan da odur. Kimin hicreti, Allah ve Resûlünün rızası ve hoşnutluğu ise, onun hicreti Allah ve Resûlüne doğru sayılır. Kim de nâil olacağı bir dünya ve nikâhlanacağı bir kadından ötürü hicret etmişse, onun hicreti de hedeflediği şeye göredir." (Buhârî, Müslim)

İnsan bir işe karar verdiğinde niyeti Allah ve Resûlü ise, karşılığında onu bulur. Bu namazda da, oruçta da, zekâtta da, hacda da hep böyledir.

Fakat niyeti Allah için olmayan insan, bütün çaba ve gayretine rağmen, eğer gayesi bir kadınsa, bütün çektiği zahmetler bedeni bir zevk için çekilmiş ve bir bakıma katlandığı her şey hebâ olup gitmiştir. Niyet, Mevlâ'nın rızası, maksat Hakk'ın hoşnutluğu olmadıktan sonra ne yapılsa boştur; kimseye faydası yoktur.

"Mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır."

Mevlâ'nın engin rahmetidir ki, yapılan amelden çok, kişinin kalbindeki niyetine göre muamele etmektedir. Böylece niyetin kazandırdığı, yaptıklarından daha fazla olacaktır. Bu yönü ile niyet, kişinin amelinden hayırlıdır. Cihanlar Sultanı Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem:

"Dikkat edin! İnsanın bedeninde bir et parçası vardır. Eğer o salâh bulursa bütün ceset salâh bulur; eğer o bozulursa bütün ceset de bozulur. Dikkat edin o, kalptir" buyurur. (BuhariMüslimMüsned)

Niyetle âdet ve alışkanlıklar birer ibadet hükmüne geçer. Akşam yatarken gece ibadetine niyetli olan insanın uykudaki solukları dahi zikir yerine geçer. Mü'mine ötede ebedi bir hayat ve cennet lütfedilecekse bu, onun ebedi kulluk niyetine bahşedilecektir.

Evet kişi niyetindeki ebedi kulluk düşüncesiyle cennete hak kazanır. Kâfir de niyetindeki ebedi nankörlük azmiyle cehenneme... Evet, küçük;büyük amellerin hepsine ruh veren, değer kazandıran ancak niyettir.

Niyet edilmeden yapılan amelin bir değeri yoktur. (Beyhakî) Amellerin Yüce Mevlâ katında kabul veya reddedilmesinde esas olan kişinin niyetidir. Niyet iyi ise sonuç mutluluk ve kurtuluş, niyet kötü ise hüsran ve pişmanlıktır.

"İnsanlar, niyetleri üzere haşr olacaktır" (Buhari, Müslim)

Kişi hayır işleme niyetinde olduğu müddetçe devamlı hayır işlemiş ve bu niyeti sayesinde her saatini ibadetle geçirmiş olur. Niyet hâlis değilse, yapılan iş büyük;küçük olmuş hiçbir değeri yoktur. Niyeti halis olanın ise yardımcısı Allah Teâlâ'dır.

Nefis, insana dünyaya sarılmayı, ahireti unutmayı, zevke dalmayı, kalbi ve ruhu ihmal etmeyi;dinlememeyi telkin eder. Buna karşı insan, ancak kalbindeki güzel niyet ve ulvî duygular sayesinde doğru yola ulaşır.

İyiliklerde ise niyet, insana çok şey kazandırır. Bir iyiliğe niyet eden, onu yapmasa da yine bir sevap alır. Eğer onu yaparsa, durumuna göre bazen on, bazen yüz bazen de daha fazla sevap kazanır. Halbuki kötülükler, niyette kalsa günah yazılmaz, yapıldığı zaman da sadece bir günah yazılır. Günaha samimi tövbe edenin günahları affedilir. (Buhari s.31;Müslim.s.206)

Ötede herkesin amel defteri ellerine verildiği ve "oku kitabını" denildiği zaman nice kimseler: "Yâ Rabbi! Bu kitapta bir çok ameller yazılmış ki, ben onları işlememiştim" diyecek. Buna karşılık, "Sen samimi, ve iyi niyetle:

"İmkânım olsaydı Allah rızası için şu hizmetleri ben de yapsaydım" diyordun ya, işte o niyetine binaen o hayırları yapmış gibi sana sevap yazıldı. Hani hac mevsimlerinde niceleri akın akın enbiya ülkesine giderken sen, içtenlikle:

"Ah imkân olsaydı, mübârek Kâbe'ye ben de yüz sürseydim' diyordun ya, işte o samimi iştiyakın için sana îfa etmiş gibi bir hac sevabı da yazıldı." denecek. (Buhari)

Kişi Allah'a kulluk, insanlara iyilik ve çevresine faydalı olma yolunda olmalı. Buna imkân bulamadığı yerde ise, öyle bir imkânı bulduğu zaman o iyiliği yapma arzusunu taşımalı. Yüce Allah, iyi;kötü, küçük;büyük;işlenen hiç bir amelin karşılıksız kalmayacağını ferman ediyor. (Zilzâl:8)

Art niyetli, kötü maksatlı kişilerle ilgili olarak da şu Hadis;i Şerifler, müthiş birer ibret levhası halinde karşımızda durmaktadır:

"Bir kişi geri vermemek niyetiyle borç alsa veya bedelini ödememek niyetiyle mal satın alsa ve bu durumda iken ölse, o kişi hâin ve hırsızdır," (Ahmed bin Hanbel;Taberanî)

Öte yandan iyi niyetli ve samimi kişiler devamlı Allah'ın himayesinde, kötü niyetli kimseler ise, Allah'ın takibindedirler. Yine bir Hadiste:

Geri ödememek niyetiyle borçlanan ve bu haldeyken ölen kişiye kıyamet gününde:

"Kulumun hakkını almayacağımı mı zannettin?" diye nida edildikten sonra, bu kişinin borcuna karşılık olarak onun sevaplarından alınır ve borçlu olduğu kişiye verilir. Şayet sevabı yoksa, borçlu olduğu kişinin günahlarından alınarak bu kişinin üzerine yazılır." (Ve böylece cehenneme atılır.)" (Ahmed bin. Hanbel;İbni Mâce)

"Bir kimse az veya çok bir mihr, nikâh bedeli" üzerinde bir kadınla anlaşarak evlenir ve hakkını ödemek niyetinde olmayarak onu aldatırsa ve ödemeden ölürse, kıyamet günü zina yapmış olarak Allah'a kavuşur. (Taberanî)

"İki Müslüman kılıçları ile karşılaştıkları zaman ölen de öldüren de cehennemdedir."

"Ölenin suçu nedir?" diye sorulunca, "çünkü o da onu öldürmek istiyordu." (Buhari;Müslim) buyurdu ve niyetin yol açtığı müthiş âkıbeti duyurdu.

"Bir kimse, biraz uyuduktan sonra kalkıp namaz kılma niyetiyle gece yatıp uyusa ve sabaha kadar uyanamasa, Allah ona yapmaya niyet ettiği şeyin sevabını verir." (Ebu. Dâvud;Nesâî;İbni. Mâce)

"Şehid olmak niyet ve arzusuna sahip olan kimse, yatağında da ölse şehit olarak ölmüş olur. Savaş meydanlarında nice öldürülenler vardır ki, onların niyetini ancak Allah bilir." (Ahmed bin Hanbel) "Şüphe yok ki Allah, kulunun niyetine göre mükâfatlandırır veya cezalandırır" (Ahmed, Nesaî)

Türkistan Beylerinden bir beyi, vefatından sonra, keşif ehli çağın ünlü velisi, onu kabrinde, cennet asâ bir yerde görür ve:

"Bu büyük şerefe hangi hizmet ve tâat sayesinde nâil olduğunu" sorar. Devrin Türkmen Beyi: Cenâbı Hakk'ın kendisini bağışladığını ve mağfireti ile karşıladığını söyler. Büyük veli:

"Allah Teâlâ seni hangi amelinden dolayı mağfiret eyledi?" der.

O da: "Bir gün ordularımla filan dağa çıkmıştım. Orada, yenilmez orduma bakıp, kalpten derin bir hasretle şöyle demiştim:

"Keşke şu güçlü ordularımla "Bedir Savaşında" olsaydım, Uhud'da bulunsaydım da Peygamberim Aleyhisselâm'a saldıran o küfür ordusunun hakkından gelseydim. Efendimin hizmetinde olsa ve yardımında bulunsaydım" demiştim.

"Keremi sonsuz olan Allah, kalbimin derinliklerinden gelen bu dilek, bu arzu ve bu hasret için beni bağışladı" der.

Niyet ve âkıbetimizin hayır olması niyazlarıyla.
Ekleme Tarihi: 15.05.2004 - 14:22
asil_kalp_4 üyenin diğer mesajları asil_kalp_4`in Profili asil_kalp_4 Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: günümüzün hassas meselesi (TALAK)
asil_kalp_4 su an offline asil_kalp_4  
günümüzün hassas meselesi (TALAK)
160 Mesaj -
Günümüzün hassas meselesi

TALAK





Efendim! Geçenlerde hanımla aramızda bir münakaşa geçti ve ben bu münakaşa anında hanımıma üç kere boş ol, boş ol, boş ol veya üç talâkla boşsun dedim. Ne olur bana bir çıkış yolu gösterin!



İslâm Hukuku'nda şakayla yapılsa dahi ciddî sayılan ve son devirde toplum tarafından âdeta umursanmayan talâk (boşanma) müslüman toplumun çokça hassasiyet göstermesi gereken meselelerdendir. Aksi hâlde toplumda nikâhsız aileler çoğalacak ve nesebi sahih olmayan zürriyetler ortaya çıkacaktır. Bunun neticesinde toplumun temel taşları yerinden oynayacaktır.

Her müslümana, ilmihâlini öğrenmesi emrolunmuştur. Müslüman namaz kılacaksa, namazla ilgili hükümleri bilmesi ona farzdır. Aksi hâlde kıldığı namaz kabul olmayacaktır. Aynı şekilde bir müslümanın, evleneceği zaman nikâh ve talâkla (boşanmayla) ilgili meseleleri bilmesi gerekir. Bilmediği takdirde aile binası âdeta heyelân bölgesine yapılmış bir bina gibi olacaktır ve en ufak bir kaymada bir daha bir araya gelmemek üzere yıkılacaktır.

Toplumumuzda bugün gelinen nokta çok vahimdir. Birçok insan şuursuzca laflar edip, bunun akabinde ilim ehline müracaatta bulunuyor ve şöyle diyor:

"Efendim! Geçenlerde hanımla aramızda bir münakaşa geçti ve ben bu münakaşa anında hanımıma üç kere boş ol, boş ol, boş ol veya üç talâkla boşsun dedim. Ne olur bana bir çıkış yolu gösterin!"

Maalesef ilim ehli, bu gibi meselelerde bir çıkış yolu bulamıyor. Böylesine mühim bir meselenin toplumda küçümsenmesi, toplumun dinî hassasiyet konusunda geldiği noktayı ve cehaleti gözler önüne seriyor. İnanan bir insan olarak yapmamız gereken; talâkla ilgili meseleleri çokça okuyup, içinden çıkamadığımız yönlerini mutlaka ehline sormaktır. Burada talâkla ilgili fıkhî hükümleri açıklamayı faydalı gördük.

Fıkıh açısından

talâk (boşanma)

İslâm Hukuku'nda nikâhla kurulan evlilik bağını çözmeye ve ortadan kaldırmaya "Talâk" denir.(1) İslâm'da boşanma yetkisi erkeğe verilmiştir. Evlilik hayatında yüklendiği sorumluluk ve külfet açısından erkek buna daha lâyık görülmüştür. Ancak talâkın geçerli olabilmesi için de erkeğin bazı şartlara hâiz olması gerekir. Bu şartlarda erkeğin akıllı ve bulûğa ermiş olması gerekir. Nikâh akdinde şart koşulursa, talâk hakkı kadına veya üçüncü bir şahsa devredilebilir. Bu devir işine "Tefvizi Talâk" denir. Erkek dilerse, nikâhtan sonra da eşine boşama yetkisi verebilir. Ama bu tavsiye edilen bir şey değildir.

Talâkın Hikmeti

Evliliğin huzur ve mutluluk içinde devam ettirilebilmesi, her şeyden önce eşlerin birbirlerini sevip saymalarına bağlıdır. Hemen her evlilik bu düşünce ile kurulur. Fakat hepsinin bu hedefe ulaştığı söylenemez. Güzel ve samimî duygularla evlenenler, daha sonra mutlu olamamışlar ve olmaları da mümkün değilse, ömür boyu müşterek hayata katlanmalarının bir anlamı yoktur. Bu durumda evliliğe son vererek, bu ıstıraptan kurtulmaları gerekir.

İnsanı maddî ve manevî özellikleriyle ele aldığımızda, onun her yönüyle mükemmel olmadığını görürüz. Bu nedenle, taraflardan biri, evliliğin kuruluşunda veya devamı sırasında bir hata, kusur yapmış olabilir. Bu hata veya kusurların telâfisi imkânsız da olabilir. Tarafların bunun cezasını bir ömür boyu çekmeleri doğru değildir. Öyleyse çözüm, çekilmez hâle gelen evliliği sona erdirmek, tarafların belki de mutlu olabilecekleri diğer bir evliliğe imkân tanımaktır.



Talâkın Hükmü

İslâm gerçekçi bir dindir. Yani hükümleri, insan fıtratında varolan gerçekler dikkate alınarak konulmuştur. İnsanı en iyi tanıyan Cenâbı Hak, bu durumda, çekilmez hâle gelen evliliklere son verilmesine müsaade etmiştir: "Talâk (boşama) iki keredir. Sonra ya iyilikle geçinmek ya da güzellikle ayrılmak gerekir."agla2)

"Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınız zaman iddetleri vaktinde boşayın; iddeti de sayın.."agla3)

Hz. Peygamber de: "Allah nezdinde helâlin en sevimsiz olanı boşanmadır." buyurmuştur.(4)

Bu nasslardan da anlaşıldığı gibi talâk caizdir, mubahtır. Ancak, ihtiyaç ve zaruret hâlinde başvurulması gereken bir çaredir. Talâkın genel hükmü bu olmakla birlikte, bu hüküm, yerine göre değişir. Mesela bid'î boşamalar haramdır. Kusuru bulunmayan bir eşi, usulüne uygun olarak boşamak mekruh; dindar ve iffetli olmayan eşi boşamak mendub; geçimsizlik hâlinde hakemlerin gerekli bulduğu boşama farz; sevilmeyen eşin boşanması ise, caizdir.

Talâk sigasında

aranan şartlar

Talâk sigasında (söylendiği kalıp) aranan şartlar ikidir:

1Siga, açık (boşsun, seni boşadım, boş ol gibi) veya kinaye (iddet say, sen teksin, sen hürsün gibi) olarak talâka delâlet eden bir söz olmalıdır. Talâk sigası açık lafızla olduğu zaman niyete bakılmaksızın talâk vâki olur. Kinayeli lafızlarda ise, niyet muteberdir. Eğer bu kinayeli lafızlarda boşamaya niyet edildiyse, talâk vâki olur. Aksi takdirde talâk vâki olmaz. Talâk fiillerle de vâki olmaz. Meselâ karısına öfkelenip babasının evine gönderir, sonra da eşyalarını ve mehrinin kalan kısmını ona gönderir ve bütün bunlar olup biterken de talâk kelimesini telaffuz etmezse, bu yaptığı işler talâk sayılmaz.

2Talâk lafının kastedilmiş olmasıdır. Bir kimse karısına "sen hoşsun" diyeceği yerde "sen boşsun" derse, karısı dinen boş olmaz. Yani talâk vâki olmaz.(6)

Muhalaa yoluyla talâk

Herhangi bir nedenle evlilik hayatını sürdürmek istemeyen kadının, kocasına ödediği bir bedel karşılığında evlilik bağından kurtulmasına "Muhalaa" denir.(7) Bu evlenme biçiminde kadın istemediği evlilikten kurtulurken, erkek de uğrayabileceği maddî zararı telâfi ederek yeniden evlenme imkânını elde etmiş olur. Allah Teâlâ Kur'an–ı Kerîm'de: "Kadınlara vermiş olduğunuz bir şeyi geri almak helâl değildir. Meğerki karı koca Allah'ın çizdiği sınırlara riayet edememekten korkarlar. Şayet onların, ilâhî sınırlara riayet edemeyeceğinden korkarsanız, zevcenin kurtulmak için bir şey vermesinde ikisi için de günah yoktur."agla8) buyurarak muhalaa yoluyla boşanmayı meşru kılmıştır.

Hâkim kararıyla

boşanma (tefrik)

İslâm Hukuku'nda boşama, prensip olarak, kocanın iradesiyle ve mahkeme kararına gerek olmaksızın meydana gelir. Koca bizzat boşayabileceği gibi, vekil aracılığı ile de boşanabilir ya da karısına boşama yetkisi (tefviz) verebilir. Ancak bazı boşanma sebepleri ortaya çıkınca kadının da mahkemeye başvurarak evliliğe son verdirmesi mümkündür. Evliliğin bu şekilde sona erdirilmesine "Tefrik" denir. Bu boşama sebeplerini dört maddede toplayabiliriz.

1) Hastalık ve kusur,

2) Nafakayı kesmek,

3) Kayıplık,

4) Şiddetli geçimsizlik.

1Hastalık ve Kusur

Evlilik akdi sırasında mevcut olan ve daha sonra meydana gelen bazı hastalık ve kusurlar sebebiyle kadının boşanma davası açma hakkı vardır. Kocanın mahkemeye başvurmadan evliliğe son verme imkânı her zaman bulunduğu için, bu durumda onun dava açma hakkı söz konusu olmaz. Ebû Hanife ve Ebû Yusuf'a göre; kadına boşanmak için hâkime başvurma imkânı veren kusurlar beş tanedir.

a.Kocanın iktidarsız olması,

b.Husyelerinin çıkarılmış bulunması,

c.Cinsiyet uzvunun çıkarılmış olması,

d.Onun büyü, sihir vb. etkilerle bağlı olması,

e.Erkeğin cinsiyetinin kadın mı erkek mi olduğunun belli olmaması.

Ancak bu kusur ve hastalıklar bilinerek evlenilmişse, artık bunlara dayanarak boşanma talebinde bulunamayacağı konusunda görüş birliği vardır.

2Nafakayı Kesmek

Bir erkek hanımının maişetini sağlamakla yükümlüdür. Koca bunu kendiliğinden sağlarsa, sorun kalmaz. Aksi hâlde kadının başvurusu üzerine hâkim nafakaya hükmeder. Ancak koca fakir olur ve hâkimin hükmettiği nafakayı ödeyecek malı bulunmazsa, durum ne olur? Acaba kadın buna dayanarak, boşanma davası açabilir mi? Bu konuda iki görüş vardır:

a. Ebû Hanîfe'ye göre bu sebebe dayanarak hâkimin boşamaya karar vermesi caiz değildir.

Kadının sabretmesi gerekirse, kocasının izniyle çalışması ve kocasının nafakayı borçlanması gerekir. Kadın bu şekilde de nafakayı temin edemezse, kocası ölseydi ona kim nafaka verecek idiyse, ondan alır. Bunlar sonradan kocaya rücû eder.

b. İmam Şafiî, Mâlik ve Ahmed bin Hanbel'e göre; kadın bu sebeple boşanma davası açabilir. 1917 tarihli "Osmanlı Hukukı Aile Kararnamesi" bu konuyu Ebû Hanîfe'nin görüşüne uygun olarak düzenlemiştir.

3Kayıplık

Bulunduğu yer veya hayatta olup olmadığı bilinmeyen kimseye "mefkûd" denir. Hayatta olduğu hâlde evine gelmeyen kişiye de "gâib" denir. Ebû Hanîfe ve Şafiî'ye göre; mefkudun ölümüne hükmetmek için, karısı ve malı için akranlarının hayatı kadar bir süre beklemek gerekir. Böyle bir karar, evliliği de sona erdirir. Gâiblik hâlinde ise, boşanma davası açma hakkı bulunmaz. İmam Mâlik ve Ahmed bin Hanbel'e göre; hâkim, kocanın yeri bilinmez ve üzerinden bir yıl da geçmiş bulunursa, kadının isteği üzerine evliliğe son verilir. Yeri bilinen gâib kocayı ise, ihtar eder ve eve dönmesi için makul bir süre tanır. Bu süre geçtiği hâlde eve dönmezse, evliliğe son verir.

4Şiddetli Geçimsizlik:

Koca, eşine iyi davranmaz ve zulme varan muamelelerde bulunursa, kadın, hâkime başvurarak boşanma davası açabilir mi? Prensip olarak, kadın, kocanın zulmünü önlemek için her zaman mahkemeye başvurabilir. Hâkim zulmünü önler ve ona, karısına iyi muamele etmesi için nasihatte bulunur. Geçimsizlik her iki eşten olabilir. Mağdur olan eş, hâkim yoluna başvurabilir.



TALÂKIN KISIMLARI

1) Sünnî Talâk

Bu kısım talâk, Kur'an ve sünnetin talimatına uygun olan boşanma biçimidir. Bu talâk biçiminin üç temel şartı vardır:

a.Kadının hayız hâlinde bulunmaması,

b.Hayızdan temizlendikten sonra cinsî münasebetin bulunmaması,

c.Boşanmanın yalnız bir talâkla veya üç temizlikte birer talâkla yapılması.

2) Bid'î Talâk

Kadını hayız günlerinde veya temizlik hâlinde cinsî temastan sonra yahut temizlik hâlinde, birden fazla boşamaktır. Hanefî, Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre; "Bid'î Talâk"la boşama hukukî açıdan muteberdir. Ancak bu yola baş vuran kimse, İslâm'ın koyduğu kurallara uymadığı için günahkâr olur.

3) Ric'î Talâk

İddet içerisinde yeni bir nikâh akdi yapılmadan ve hanımın rızasına bakılmadan kocanın, karısına "sana döndüm" sözüyle veya eşini öpmesi veya şehvetle yaklaşması gibi fiilî bir hareketle geri dönmesine denir.(5)

4) Bâin Talâk

Yeni bir nikâh akdedilmeden erkeğin normal evlilik hayatına dönüşüne imkân vermeyen boşanma şekline denir.

BOŞANMA MEHRİ

Mehir, evlenirken erkeğin karısına vermesi gereken maddî bir meblağdır. Bu, para, altın, gümüş, ev, tarla vb. olabilir. Aslolan mehrin nikâh anında peşin verilmesi iken, kadın kabul ederse mehrinin tamamını veya bir kısmını kocasına te'cil edebilir. Yani kocasının ödeme işlemini sonraya bırakabilir. İsterse, aldığı ya da alacağı mehrin tamamını veya bir kısmını kocasına hibe edebilir. Erkek, karısını boşadığı zaman, daha önce ödememişse mehrini ödemek mecburiyetindedir. Bu mecburiyet, bir nevi geçici boşama olan ric'i talâkta değil, boşamanın tamamen kesinleşmiş hâli olan bain talâkta ortaya çıkar. Erkek nikâhlandığı karısını, birleşme veya sahih halvetten önce boşarsa, mehrinin yarısını verir. Birleşme veya sahih halvetten sonra boşarsa, mehrinin tamamını vermesi gerekir. Birleşme veya sahih halvetten önce, kadının sebep olmasıyla ayrılık vâki olursa, kadının mehir alma hakkı olmaz, yani mehir düşer. "Sahih halvet", kimsenin göremeyeceği ve ansızın gelemeyeceği bir yerde nikâhlı çiftlerin baş başa kalmalarıdır. Bu şartlar bulunmaksızın çiftlerin bir arada bulunmasına da "fâsid halvet" denir. Meselâ, nikâhlı çiftlerin sokakta, kapı önlerinde yan yana gelmeleri gibi.

Nikâh kıyılırken mehir tayin edilmemişse, böyle bir kadını boşayan kocanın "mehri misil" (benzer mehir) ödemesi gerekir. "Mehr–i misil", kadının emsâline bakılarak takdir edilen mehirdir. Bu hususta göz önüne alınacak ölçüler; yaş, güzellik, servet, yaşadığı çevre, dindarlık, bekârlık veya dulluk, bilgi, güzel ahlâk, sosyal ve kültürel seviye gibi hâllerdir.
Ekleme Tarihi: 15.05.2004 - 14:14
asil_kalp_4 üyenin diğer mesajları asil_kalp_4`in Profili asil_kalp_4 Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: sevgi safsataya dönüstügünde
asil_kalp_4 su an offline asil_kalp_4  
sevgi safsataya dönüstügünde
160 Mesaj -
Sevgi "safsata"ya dönüştüğünde;

Gerçek sevgi iki kelimeye sığmaz. Onu kelimeler anlatamaz. Asıl sevgide sadece dil değil; tüm beden ve tüm ruh birlikte hareket eder. Dilden ziyade hâl anlatır sevgiyi.

Safsata ve sevgi Birbirinden çok uzak; hatta iki zıt kavramdır. Safsata kelimesi sevgi için kullanılan en ağır bir sözdür belki de. Fakat ben safsatayı gerçek sevgiye, sevginin kutsallığına, Mevlâ'dan gelen sevgiye değil; bilinçsiz bir şekilde "Seni seviyorum!" diyenlere, sevginin ne anlama geldiğini bilmeden, anlamadan, kaynağını nereden aldığını telâkki etmeden söyleyenlere; kim için ve neye dayanarak sevdiğini bilmeden daha doğrusu sevdiğini ya da sevildiğini zannedenlere ve bu iki kelimeyi ağızlarında sakız edenlere söylüyorum. Evet, "seni seviyorum" sözü yalandır, safsatadan başka bir şey değildir. Aşk üzerine oynanan oyunların temel parçası olarak kullanılır. Seni seviyorum sözü kandırmacadan ibarettir. Aşk gözyaşları dökmemek için söylenilen bir sözdür. Sadece iki kelimeye indirgenmiş aşk düzenbazlıklarının yok olmaması içindir. Bu iki kelimeyi söylemediğinde ya da duymadığında aşkın biteceğini düşünenlerin yalanıdır: "Seni seviyorum Hem de kocaman bir yalan ve müthiş bir safsata... Çünkü gerçek sevgi iki kelimeye sığmaz. Onu kelimeler anlatamaz. Asıl sevgide sadece dil değil; tüm beden ve tüm ruh birlikte hareket eder. Dilden ziyade hâl anlatır sevgiyi. Söylemeye, ifade etmeye, anlatmaya gerek kalmaz. Sevgi anlaşılır ve sevgi yaşanır

İsterseniz, gelin, beraberce karlı bir güne gidelim. Her yer bembeyaz ve bir adam en çok sevdiği, zevk aldığı bembeyaz karların üzerinde yürüyor. Ne mi olmuş? O hâlde karlı bir günü birlikte yaşamaya hazır olun. Yürüyen adamdan dinleyelim:

Karlı bir gün

Her yer kar ve her yer bembeyaz

Ve yürüyorum yavaş yavaş

Açıkçası nereye yürüdüğümü hiç önemsemeden atıyorum her adımımı. Bir türlü bitmek bilmeyen dünyanın dertlerini ve meşakkatlerini bir tarafa bırakmış olduğum hâlde yürüyorum

Yürüdüğüm için mi düşünmeye başlamıştım; yoksa düşündüğüm için mi yürümeye devam ediyordum; onu da anlayamamıştım, o kadar da önemli değildi zaten. Çünkü yürüyordum ve yürüdükçe rahatlıyordum. Fakat yürüyen sadece ben değildim o karlı günde Dünyayı ve içindekileri bir tarafa bırakan iki kişi daha vardı yürüyen ve bana doğru gittikçe yaklaşan. Tıpkı benim gibi onlar da yürüdükleri yola bakmıyorlardı. Kim bilir belki onlar da nereye gittiklerini bilmeden yürüyorlardı. Daha doğrusu onlar yola bak(a)mıyorlardı, yol önemli değildi onlar için Çünkü görme işlevini icra eden göz, onlara yolu değil birbirlerini gösteriyordu. Birbirlerinin gözlerine, gözbebeklerine bakarak yürüyorlardı. Bir başkasının gözünde yine kendisini, kendi varlığını görmek için yürüyorlardı sanki… Yürüdükçe mesafeler azalmış ve iyice yaklaşmıştık birbirimize. Ben onları tüm varlığımla fark etmeme rağmen; onlar beni görmüyorlar yahut görmek istemiyorlardı. Ki zaten dünyayı ve içindekileri bir tarafa bırakmış bir hâlde yürüyorlardı; beni görseler bile ne değişecekti? İşte tam o anda safsata hareketi başlamıştı benim için: "Seni seviyorum! Seni çok seviyorum!" demişti kız, erkeğin gözüne bakarak "Seni sevdiğimi daha ne kadar söylemem gerekiyor, niçin beni anlamıyorsun?" diye de eklemişti. Ondan sonrasını hatırlamıyorum bile. Ne oldu, ne değişti, erkek kıza ne dedi, kız hangi cevabı verdi umurumda değildi

Sonra ben daha ne kadar yürüdüm ve nereye kadar gittim, bilmiyorum. Bildiğim şey, o karlı günümün: "Seni seviyorum!" sözüne, bu iki kelimeye, bu safsataya odaklanmış ve bu iki kelimeyle yoğrulmuş olduğu Seni seviyorum demekle acaba: "Senin beni sevdiğini sevmek istiyorum" ya da "senin, benim bu sevgimi fark etmeni, anlamanı, bilmeni seviyorum" mu demek istemişti? "Seni seviyorum" deme ihtiyacı duyuyorsa bir kişi: Sevmeyi değil; sevilmeyi istiyor demektir. Ben seni seviyorum Sevilen kim: "Sen!" O hâlde bu sevgimi fark etmeli, anlamalısın. Beni fark et, beni gör ve beni anla. Ben seni seviyorum; bu sevgime karşılık ver

İyi de insan, sevdiği bir insana, kendisini zorla fark ettiriyorsa, bu sevgi ne derece yükselebilir? Nereye kadar gidebilir? Sevgi, kalp aynasında kendine yer bulamıyorsa, dil sonsuza kadar "Seni seviyorum" dese bile ne değişecektir? Kalp aynası, o sevgiyi yansıtmadıktan sonra kelimeler anlamını yitirir. Sözcükler yetim kalır. Dil söyler; ama kelimeler kalbe ulaşmaz. Oysaki sevgide asıl önemli olan, dil değil hâldir. Sevginin yükselebilmesi için, ilahî bir boyuta doğru yol alabilmesi için ve "Muhabbetullah" derecesine ulaşabilmesi için, Yüce Yaratıcı'nın lutfetmiş olduğu sevgi pınarından beslenmesi gerekmektedir. Yaratıcı'ya ulaşmayan ve ulaştırmayan sevgi, sevgi değildir; olsa olsa safsatadır. Evet, Allah'tan gelmeyen her sevgi, safsatadan başka bir şey değildir. Allah'a ulaşmayan ve ulaştırmayan sevgiler yok olmaya mahkûmdur.

O karlı günde, bu iki kelimeden zihnimde kalan çok küçük parçalardı bunlar. Bu iki kelimeden dolayı ben o gün bunları düşünmüştüm. Sevgisine karşılık bekleyen, karşılık görmediğinde yıkılan, kahrolan, dünyası alt üst olan insanları düşünmüştüm. Derin muhtevası hiç anlaşılmadan, kaynağının nereden geldiği hiç düşünülmeden, yaşanmadan söylenilmiş ve söylenmeye devam edilen bir söz olmuştu: "Seni seviyorum Bu yüzden artık bu söz de gerçek anlamını yitirmiş, asıl anlamından çok uzaklaşmıştır. "Seni seviyorum", karşılık bekleyen bir söz hâline gelmiştir: "Ben seni seviyorum, ya sen? Sen de beni seviyor musun?" Karşılık gelmediğinde ise, sevgi hüsrana dönüşmektedir. İnsan, yaşadıklarını "aşk" olarak görüyor; fakat karşılık bulamayınca dünya ona zindan oluyor, iç dünyasında fırtınalar kopmaya başlıyordu. Yıkılıp kahroluyor, yakıp yıkıyordu "Nerede hata yaptım? diye sızlanmalar başlıyordu daha sonra. Aşka bir suçlu aranıyordu ve suçlu olarak aşka hüküm biçiliyordu: "Bir daha asla âşık olmayacağım Bir daha hiç kimseyi sevmeyeceğim Lânet olsun aşka ve lânet olsun sevgiye

Bununla da bitmiyordu her şey Kişi, başta kendisi olmak üzere toplumdan kopuyordu. Toplumdan uzaklaştıkça kendi yalnızlığına bürünüyor, bunun sonucunda ise, hem kendisine, hem de tüm dış dünyaya karşı bir yabancılaşma başlıyordu. Kendisini değersiz, bir "hiç" olarak görerek kendisinden nefret ediyor; insanlardan koptukça toplumdan uzaklaşıyor; toplumdan uzaklaştıkça kendi yalnızlığına gömülüyor ve artık tüm insanlık onun için "iğrenç mahlûklar" oluveriyordu. Zindana dönen bu melankolik dünyadan kurtulmak için tek bir yol kalıyordu geriye: İntihar

Tüm bunlardan sonra bir soru dolaşıyordu zihnimde: "Seni seviyorum!" demekle her şey hallediliyor muydu? Sevgi bu muydu? Sevgi iki kelimeye indirgenebilir miydi? Oysa gerçek sevgi iki kelimeye sığmıyordu. Gerçek sevgiyi kelimeler anlatamıyordu. Kelimeler, sözcükler, cümleler asıl sevgi karşısında anlamlarını yitiriyordu.

Zannetmeyin ki, ben, sevginin ifade edilmesine karşıyım. Hayır, sevgi yeri ve zamanı geldiğinde elbette ki söylenmeli, ifade edilmelidir. Kişi sevdiğine, bu sevgisini iletmeli, onunla da paylaşmalıdır. Ben sevginin ifade edilişine değil; onun sadece dilde, sözde kalışına, hayata aktarılmayışına tepki gösteriyorum. Sevginin ne demek olduğunu, kimin adına başlayıp, nereden nereye götürdüğünü bilmeden, anlamadan sadece "Seni seviyorum!" diyenlere ise, tekrar sesleniyorum: Sevgi anlatılamaz, yaşanır. Gerçek sevgiyi yaşayanlar bilir. "Seni seviyorum!" demekle ne sevgi yücelir, ne de "aşk''Gerçek sevgi "Leyla"dan, "Mevlâ"ya ulaşan sevgidir. Leyla amaç değil; araç olmalıdır ki, böylece Arş'a çıkıp Mevlâ'ya yükselebilsin.

İş bu hâlden sonra Fuzûli'nin dediği gibi diyebilmektir gerçek sevgi:

"Çekil önümden Leyla! Ben LEYLAM'A gidiyorum."



Sonuç olarak;



Allah'tan gelmeyen, Allah'a ulaştırmayan ve Allah için olmayan her sevgi ve her aşk yok olsun diyor ve hem aşkın, hem de sevginin en yücesine ulaşabilmek için, hep birlikte, Ebû Nuaym Radıyallahu Anh'ın rivayet ettiği, Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in duasıyla dua etmeyi teklif ediyorum:

"Allahım! Bana senin sevgini, seni sevenin sevgisini, senin sevgine ulaştıracak olan her sevgiyi nasip et."
Ekleme Tarihi: 06.05.2004 - 15:44
asil_kalp_4 üyenin diğer mesajları asil_kalp_4`in Profili asil_kalp_4 Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: ASK DEDİGİN SONSUZ OLMALI
asil_kalp_4 su an offline asil_kalp_4  
ASK DEDİGİN SONSUZ OLMALI
160 Mesaj -
AŞK DEDİĞİN SONSUZ OLMALI

Sordum kendime: "Aşk nedir?" diye

Elbette bu soruyu önce kendime sormalıydım ve önce kendim cevaplamalıydım. Defalarca sordum aşkı kendime ve cevap verdi içimdeki ben:

"Aşk" dedi, "aşk tarif edilemez, tanımlanamaz, aşk şudur yahut aşk budur denilemez. Onu yaşamak gerek, onu hissetmek gerek, tüm benliğinle onu duymak, algılamak gerek

Onun için aşkı anlatmayacağım size, aşkı tanımlamayacağım. Tariften uzak olanı tanımlamaya çalışmanın adı tanımsızlık olsa gerek. Bu nedenle tanımlamaktan ziyade tanımayı, anlatmaktan ziyade anlamayı tercih edeceğim.

Aşk dediğin ya Allah'tan gelmeli, ya Allah için olmalı ya da Allah'a ulaştırmalı; yoksa yerle bir olmalı. Aşk "sevgi" boyutuna ulaşmıyorsa adı batmalı Sevgi ki, Allah'ın varlıkları yaratmasındaki yegâne gayesi. Sevgi ki, Allahu Teâlâ'nın kullarına yerleştirdiği en güzel hediye. O'ndan gelen ve O'na dönecek olan en anlamlı duygu

Mutlak bir varlık olan Allah'tan besleyemediklerinde sevgilerini, o sevgi yok olmaya mahkûm olacaktır. Kaynağı Allah'tan gelmeyen tüm aşklar yok olmaya, batmaya mecburdur çünkü.

Yaratılış itibari ile tüm insanlarda sevgi mayası vardır. Her insana bahşedilmiş olan bu hazineyi kullanabilenler, önce aşk sonra da bütün sevgileri içine alan "Muhabbet" derecesine ulaşabilirler. Onun için "Aşk"ı, aşktan ayırmak gerekmektedir. Günümüzde aşk denilince anlaşılan, cinsellikten başka bir şey değildir. Aşk bu kadar küçültülemez, aşk bu kadar basitleştirilemez. Aşkı cinsellikle aynı seviyeye indirgeyenler, ne yazıktır ki, birçok konuda olduğu gibi bu konuda da bir kavram karmaşası yaşadıklarını anlayacaklardır. Toplumumuzun en fazla acı çektiği bu gibi kavram karmaşaları yüzünden neredeyse her alanda iletişim sorunları yaşanmaktadır. Bu durumdan "aşk" da nasibini almış ve asıl boyutundan uzaklaşmış, çok farklı bir anlam yüklenmiştir. Her gün gazete ve dergi sayfalarında çok rahat karşılaştığımız yazıları şöyle bir analiz ettiğimizde şunu görmekteyiz:

Aşk, sahiplenme motifinin en üst düzeyi olarak görülmektedir. Özellikle eğitim sistemimizin kanayan yarası hâline gelen, aşkı (!) için derslerini aksatan, eğitimini tamamlayamayan, günlerini ve gecelerini hep onu düşünmekle geçiren, her şeyi göze alan hatta aşkı (!) için ölümü bile göze alıp: "ya benimsin ya toprağın!" diyerek önce âşık olduğu insanı sonra da kendini öldüren, "Aşk ki, aşktır varsa sonunda ziyan" nidâlarıyla hiçbir şeyi umursamayan ve "aşk cellâdı" kesilen insanlara bir bakın. Aşktan anlaşılan şey bu mudur? Aşk bu mu olmalıdır? Bunun adına aşk mı denir?

"O bedenimdeki ruhtu. O bendim. Ben onda anlam kazanıyordum. Tüm varlığımla ben ondaydım. Kendi iniltimi onda duyuyordum. O benim her şeyimdi Onsuz hayat benim için hayat değildi. Ne ben anlatabiliyordum, ne de o anlayabiliyordu. Bu nasıl bir duyguydu? İnsan niçin sevilme ihtiyacı duyuyordu? Kendimi ona farkettirmek için elimden geleni yapmıştım. Onun beni farketmesi, benim için neden bu kadar önemliydi? Çileyse çile, dertse dert, acıysa acı; yeter ki onunla olaydım, her şeye razıydım. Onun yanında; yeter ki, yeter ki (hıçkırıklar ve gözyaşları)... Ben bu aşka yenik düştüm diyerek başlıyordu dinlemiş olduğum bir aşk hikâyesi.

Aşk bu kadar ağır mıydı? İnsanlar niçin aşka yenik düşüyordu? İnsanlar, aşkta huzur ve mutluluk bulmaları gerekirken; niçin acı, elem, dert ve keder çekiyorlardı? Âşık olduğu için acı çeken, kendisini mahveden binlerce insan aşkı anlayamamışlar mıydı; yoksa aşk mı kendini anlatamamıştı?..

Hayır! Aslında sorun aşkta değil; insanların aşka bakış açılarındaydı. Yerli ve yabancı tüm dizilerin temel konusu "aşk"tı; fakat cinsellikten öteye gitmeyen bir aşkı anlatıyorlardı insanlara. Filimler aşka değinmeden edemiyorlardı; fakat bu nasıl bir aşktı?.. "Seni seviyorum!" demekle aşk kelimelere mi bürünüyordu. Kelimelerle anlatılamayan bir olgu, nasıl oluyordu da kelimelere sığdırılmaya çalışılıyordu? Aşkın karşısında kelimeler anlamını yitirirlerken, cümleler yetim kalırken filimler, diziler, romanlar ve diğerleri aşkı anlatmaya kalkışıyorlardı. "Seni seviyorum!" Ya sen? Sen de beni seviyor musun?..

Tam bu noktada şunu vurgulamak gerekir: Aşk, başkasını sevmekmiş gibi görülse de aslında hiç de öyle değildir. Aşk ve sevgi ilişkilerinde sevmekten ziyade sevilmek; önemsemekten ziyade önemsenmek; değer vermekten ziyade değer verilmek vardır.

Aşk konusunda kimse yalan söylememeli. Günümüzde aşkın bir başkasını sevmek olduğunu söylemek koca bir yalandır. Aşk, karşılıksız yaşayamaz olmuş, aşkı besleyen sevilme ve önemsenme duygusu olmuş. Aşk dedikleri şey, iki "yok"un birleşmesi anlamına gelmiş. Aşk, bu anlamda bir başkasının dünyasında var olma çabası hâline dönüşmüştür.

Aşk tutkuya dönüşmüş; duygular aklın önüne geçer olmuş Saatlerce hayaller kurmalar, dalıp gitmeler insanın kendi varlığına gölge düşürmüş. Duygular melankolikleşmiş. Hayatın en büyük amacı, "o kişi"yi kazanmaktan ibaret sayılır olmuş. Toplumumuz dizilerle, filimlerle, sinemalarla aşka özendirilmiş; fakat aşk cinsellikle aynı kefeye konulur olmuş. Sonra ortaya çıkan ruhsal çöküntülerin ve psikolojik bozuklukların önüne geçilemez olunmuş. Ruhsal sorunların yol açtığı fiziksel bozukluklar ise, psikosomatik rahatsızlıklara geçit vererek, ciltte tahribatların meydana gelmesine, tansiyonda ve kalpte görülen değişikliklere ve daha birçok fiziksel rahatsızlıklara neden olmuştur. Siz de küçücük bir sivilceyi kendisine sorun eden insanlarla elbet karşılaşmışsınızdır!

Günümüzde birçok şey gibi aşk da anlamını yitirmiştir. İnsanlar kendilerine verilen bu üstün duyguyu tanıyamamışlar ve yanlış yerlerde, yanlış zamanlarda ve yanlış kişilerde kullanır olmuşlardır. En nihayetinde de aşk, masum olmayan bir görünüme bürünmüştür: Âşık olduğu insanı yüceltmeler, kutsamalar, ilahlaştırmalar "O benim her şeyimdi; onsuz yapamıyorum. O yoksa bu benim için yaşamak değil diyen henüz on dokuz yaşındaki genç bir insanın aşktan acı duyması, hayatının anlamını kaybetmesi sizce ne anlama geliyor? Onunla mı dünyaya geldi, o da kendisi gibi bir insan değil miydi, o da "yok" olacaklar arasında yer almıyor muydu? Allah'tan başka her şey yok olmayacak mıydı? O hâlde sorun nereden kaynaklanıyordu? Aşk ve sevginin yüceliğinin anlaşılamamasından mı; yoksa bunları kendimizce yüceltirken aslından uzaklaştırmamızdan mı?

O halde aşk nasıl

sonsuz olur?

Aşkı sonsuza ulaştırabilecek en kısa yol sevgidir. Allah'tan gelen, Allah için olan ve Allah'a ulaştıran bir sevgi. Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in buyurduğu gibi:

"Allahım! Bana senin sevgini, seni sevenin sevgisini, senin sevgine ulaştıracak olan her sevgiyi nasip et."

Sevgiyi anlamadan "aşk"ı anlayamayız. Her ailede bulunması gereken ve her aileyi "Örümcek ağları"ndan kurtaran yegâne güçtür sevgi... Öyleyse sonsuz bir aşka kapılarımızı sonuna kadar açmak istiyorsak, önce sevginin ne demek olduğunu, kimin adına başladığını, kaynağını nereden aldığını ve bizi nereye ulaştırması gerektiğini bilmek zorundayız.

Kapılarınızı sevgiye açmak için hazır mısınız?

Sevgiye bir çağrıdır her varlık ve her güzellik: "Gel beni sev" der kendi hâlince. Sevgi kâinatın mayasında vardır. Sonsuzluk içinde sadece sevgi hayata bir mâna verir. Sevgi olmasaydı, insan yaşayamazdı bu dünyada öleceğini bile bile Bir şey ne olursa olsun, sevmeden ona inanamazsınız. İnanmadığınız şeyi ise kesinlikle yapamazsınız. İnsanın sevmediği, inanmadığı bir şeyi isteyerek, canı gönülden yaptığı görülmemiştir. Her şey sevgiyle başlar; şu anda bizim dünyada oluşumuz, yaşıyor oluşumuz, mücadelemiz, hatta hırs ve gururumuz bile. Sevmeyen çaba göstermez çünkü; sevmeyen bir şeyler yapmak, koşuşturmak, mücadele etmek istemez.

Sevgi, sevgi, sevgi...

Sevgisiz yürek cehennem, sevgisiz hayat zindan oluyor. Mevlânâ'yı döndüren, Yunus'u peşinde koşturan sevgi değil de neydi? Büyük ve ünlü liderleri, lider yapan neydi? İnsan, önce sevmeyi öğrenmelidir. Ya siz! Siz neresindesiniz sevginin? Hep başkasının sizi sevmesini bekleyemezsiniz; sevgiyi her zaman "başka"larında arayamazsınız, buna hakkınız da yok.

Hiç düşündünüz mü dünya neden bu kadar güzeldir ya da öyle görünür? Niçin sevilir ve sevilmeye lâyıktır tüm güzeller? Niçin şu koca dünya küçücük bir kalbi dolduramayacak kadar küçük kalır? Çünkü sonsuz bir sevgi barınır kalpte. Sonsuzun yanında dünya da küçük kalır, içindekiler de. İnsan bir sevdi mi, ne dünya kalır, ne de içindekiler. Öyleyse bu sonsuz sevgiye lâyık olan kimdir? Ya da sonsuz bir sevgi var mıdır gerçekten? Varsa kaynağı nereden gelmektedir? Hayat, sevgisiz de hayat olmaz mıydı?

Sevgiyi anlatmak için bir değil binlerce dil yetmez, hatta kâinat bile yetmez. Çünkü her sevgi O'nun sevgisinden bir iz taşır. O'nun kullarına olan muhabbetini dile getirir. O'nun nasıl bir sevgiyle sevilmeye layık olduğunu anlatmak ister. Fuzuli'ye:

"Çekil önümden Leyla; ben "LEYLA"ma gidiyorum" dedirten bu sevgidir. Fakat şunu iyi bilmeliyiz ki, Fuzuli'ye bunu dedirten önce insanı sevmesiydi. İşe bireyle, insanla başlamasıydı. İnsana, "insan" olduğu için değer vermesiydi. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e:

"Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız" dedirten şey de kim bilir belki bu derin ve anlamlı ayrıntıda gizliydi. Bizler önce birbirimizi sevmeliyiz, daha sonra asıl sevgiliyi. Yaratılanı sevmeden, Yaratan'ı asla sevemeyiz. Basit, sıradan ve banallaşmış üç günlük sevgi değil benim anlatmak istediğim sevgi; ne olursa olsun sonuna kadar giden, gidilmeye lâyık olan sevgi.

Siz hiç sesiniz çıktığı kadar haykırdınız mı: "Seviyorum! Seviyorum!" diye.

Sevmediyseniz, sevemediyseniz diyemezsiniz. Çünkü sevgi demek, coşku demektir, sınır tanımamaktır, gittiği yere kadardır yani. Ya hiç içine girmeyeceksiniz ya da girdiğiniz zaman geriye dönüp bakmayacaksınız, geriye dönmeyi aklınızdan bile geçirmeyeceksiniz. Sevgiye sınır koyduğunuzda bitmiş, yok olmuş, hiçlik deryasına gömülmüş demektir.

Sevgi, sevgi, sevgi, yine sevgi, her zaman, her yerde yine sevgi Sevmeyen eleştiremez, yorumlayamaz, anlayamaz ve algılayamaz. Çünkü o anlamsızlaşmıştır.

Anlam demek, sevgi demektir. Sevgi ne demektir öyleyse?

"Anlam" mı, dediniz?

Peki, anlam ne demek? Öyle ya sevgi anlam demekse, anlam ne anlama geliyor?

Anlam demek, Allah demektir.

Sonuç, sevgi Allah demektir.
Ekleme Tarihi: 06.05.2004 - 14:47
asil_kalp_4 üyenin diğer mesajları asil_kalp_4`in Profili asil_kalp_4 Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: IMAM GAZALI!
asil_kalp_4 su an offline asil_kalp_4  
IMAM GAZALI!
160 Mesaj -
Ebu Hâmid Muhammed b. Muhammed b. Ahmed' (H. 450/505/m. 1058-1111) Tus sehrinde dogdu. Yasadigi yüzyil siyasî bakimdan çalkantili, fakat Ilmî ve dinî hayat bakimindan Islâm dünyasinin ve hatta o günkü dünyanin en parlak dönemini teskil eder

. Ayrica Gazzâlî, yalniz döneminin degil, bütün Islâm düsüncesi tarihinin en önde gelen düsünürlerindendir. Ehl-i sünnet inancina yaptigi hizmet, kendisine Huccetü'l-Islâm lakabinin verIlmesine sebep oldu. FIkihta Sâfiî, kelâmde Es'ariyye ekolünü benimsemis olan Gazzâlî ömrünün sonlarini tasavvufî bir hayat içinde geçirdi.

Gazzâlî; Kelâmcilar, sûfiyye, bâtinîler ve özellikle yunan kaynakli felsefe dahil, devrinin bütün düsünce sekillerini olabildigince tahlil ve tenkitten geçirdi (De Boer, Islâm'da Felsefe tarihi, Çev, Yasar Kutlay s. 109).

Eserleri, Islâm dini ve düsüncesinin hemen her alani ile ilgili oldugu gibi, her zihin seviyesindeki Insan a hitabedecek sekilde de hem yaygin hem yüksek bir özellige sahiptir. Baslicalari; 0hyâ'ü-Ulûmi'd Dîn: Sam'da inzivada bulundugu sirada yazdigi, 0nanç, Ibâdet ve tasavvufa dair konulari içine alir. El-Munkiz'u-mine'd-Dalâl: Düsünce hayatini ve kendisinin geçirdigi ruhâ-manevî merhaleleri anlattigi eseridir. Bu eser degeri bakimindan Augustin'in "Les C onfessions" (itirafla) ina; Descardes'in "Metod üzerine Konusma" sina ve Rousseau'nun "itiraflar" ina benzetilir (HIlmi Ziya Ülken, Islâm Felsefesi-Kaynaklari ve Tesiri, Istanbul, 1967, s. 120). Mekâsidu'l-Felâsife: Felsefenin mahiyetini ve filozoflarin delillerini sergiler. Daha sonra tenkit edecegi Islâm messaî (Aristocu) felsefesinin güzel bir tanitimi mahiyetindedir.

Mi'yâru'l-Ilm ve Mihakkü'n-Nazar: Bu Iki eser, klâsik mantigin temel problemlerini sergiler ve mantigin öneminden bahseder.

el-Iktisad fi'l-i'tikad, Ilcamu'l-Avân an Ilmi'l-Kelâm, Mizânu'l-Amel, Miskâtu'l-Envâr, Cevâhiru'l-Kur'ân, er-Risâletü'l-ledunniyye Faysalu't-Tefrika, Kimyayi Saadet, Mearicü'l-Kuds, el-Mustasfa isimli eserleri ise Kelâm, tasavvuf ve ahlâka dairdir. Gazzâlî, sözü geçen eserleriyle Islâm inanç ve düsünce hayatinin günümüze kadar gelen meselelerinin hemen hepsiyle ilgilendigini göstermektedir.

Bütün endisesi Islâm akidesini, buna bagli olarak da Islâm ahlâkini ve düsüncesini savunup yaymak olan Gazzâlî, din ile dogrudan ilgili bulunmayan diger ilimleri de Islâm dinini esas alarak degerlendirmistir. Bu sebeple de devrinin gelenegine uyarak bütün ilimleri, Islâm inancini esas kabul ederek bir siniflamaya tâbi tutmustur.

Buna göre, ilimler önce;

a-Ser'î (dinî) ilimler: Usûl, yani Tevhid Ilmi ve furu' amelî ilimler.

b-Aklî ilimler: Rîyazî ve mantikla ilgili olanlar; Tabiî ilimler, metafizik (varlik Ilmi) diye ana bölümlere ayrilir. Daha sonra, Ilâhiyât, Siyâset ve Ahlâk da ayn ilimler olarak yer alir (Gazzâlî, Makasidu'l Felâsife Nsr. Süleyman Dünya, Kahire,1960, s. 134 vd).

Gazzâlî'nin ilimleri degerlendirisi, din-ilim ve din-felsefe iliskileri gibi, günümüz Insanini yakindan ilgilendiren hususlara isik tutacak mahiyettedir. Ona göre, matematik, Geometri ve Astronomi gibi ilimlerin olumlu veya olumsuz denebilecek sekilde din ile ilgili bir yönü bulunmamaktadir. Bu ilimlerin meseleleri, aklî delillerle ispat edilen konular olup, ögrenildikten sonra inkâra mahal bulunmayan hususlardir. Din adina bu gibi ilimlere karsi çikmak, dine zarar verir. (Gazzalî, el-Munkiz'u-mine'd-Dalâl, çev. HIlmi Güngör, Istanbul 1948 s. 18). Mantik Ilmi de dinin esaslariyla ilgili bulanmadigindan, onun reddedIlmesi dogru degildir. Sayet, yukardaki bu söz konusu ilimler din adina reddedilecek olursa, reddedenin aklinda hatta dininde bir kusur oldugu süphesi uyanabilir (Gazzâlî, a.g.e., s. 20-21).

Tabiati kendine konu edinen ilimlere gelince, bunlar, âlemdeki cisimlerden yani, gökler, yildizlar, yerdeki su, hava, toprak, ates gibi basit cisimlerden, hayvanlar, bitkiler, madenler gibi bilesik cisimlerin degisme ve gelismelerinden bahseder. Din, tip Ilmini oldugu gibi, bu çesit tabiata dair ilimleri de inkâr etmez. Ancak, felsefeciler (felâsife) ilâhiyata dair ve metafizikle ilgili konularda yanIlmislardir der (Gazzâlî a.g.e., s. 22-25).

Gazzâlî, Islâm dünyasinin siyasî çalkantili döneminde ve Islâm inancinin çesitli düsünce akimlariyla mücadele ettigi bir sirada yasadigindan, inanç konularini ele alip savunun kelâm Ilmini, aklî meseleleri isleyen felsefeyi ve dini hayati bu Ikisinin üstünde ve disinda tamamen ruhî bir yaklasim içinde görmeye çalIsan tasavvuf ekollerini ciddi bir tenkit ve tahlilden geçirme ihtiyaci duymustu. Onun birinci gayesi, Islâm inancina ve ehl-i sünnet akidesine gelebilecek her çesit hücuma karsi koymakti (Mâcit Fahri, Islâm felsefesi Tarihi, Çev. Kasim Turhan, Istanbul 1987, s. 174). Bu sebeple, günümüz müslümanlarina da isik tutacak bazi temel Ilkeler tesbit etmisti. Buna göre,

Kelâmcilar, Islâm dininin inanç esaslarini bid'at ehline yani, ehl-i sünnet ve'l-cemaat yoluna uymayan her çesit inanç ve düsünceye karsi savunurken, onlarin delillerini ve mantigini da kullanmak durumunda kalmislar, sadece karsilarindakilerin fIkirlerinin yanlisligiyla ugrasmamislardir. Oysa Gazzâlî'ye göre bu usûl ile halki bile ikna etmek mümkün degildir. Yine, kelâmcilar bu Ilmin amaci disina çikmislardir. Çünkü, herkes için yararli olmayacak olan bu Ilmi çok yayginlastirmislardir. Gazzâlî, Islâm inanç esaslarini bir savunma araci olan kelâm Ilmini, süpheye düsmüs zeki kimselerin süpheden kurtulmak gayesi ile ve Islâm inancini savunan bilginlerin' dini savunmak için ögrenmesinin uygun olacagini söyler.'

Gazzâlî'nin en mühim yönlerinden biri de, felsefe ile olan iliskisidir. Onunun felsefe çalismasi, Islâm düsüncesinde ve ilâhiyet alaninda kendisinden sonra gelen düsünürlerin ve düsünce alanlarinin herbirinde etkili olmustur. Bu konuda kullandigi metot ise, felsefesine karsi oldugu, Aristo mantigini kabul ederek ve felsefeyi yakindan taniyarak, felsefe tenkitçiligi seklinde ortaya çikar. (W. Montgommery Watt, Islâmî Tetkikler, Islâm Felsefesi ve kelâmi, çev. Süleyman Ates, Ankara 1968, s. 108 vd.).

Gazzâlî'nin bir felsefe tenkitçisi olarak Islâm dünyasinda derin etkisine ek olarak, onun "süphe, hakki götürür." prensibiyle Fransiz düsünürü Descartes'e "Sebep ile sonuç arasinda zorunlu bir baglilik yoktur" düsturu ile David Hume'a ve "Aklin bütün meseleleri kavrayamadigini" ileri süren Ilkesiyle de Alman düsünür Kant'a öncülük ettigi söylenir (Cavid Sunar, Islâm Felsefesi Dersleri, Ankara,1967, s. 115).

Gazzâlî'nin felsefe'den amaci, dinin felsefeden üstün oldugunu göstermektedir. Uasmak Istedigi sey de, her türlü süpheden uzak kesin (yakînî) bilgidir. O, aradigi kesin bilgiyi dünya ile ilgilerini kesmis olan kalbin safiyetinde bulur. bu tavriyla da genelde tasavvufa meyleder. Allah hakkinda bir bilgiye sahip olmanin sarti; mal, evlat, makam, mevki, vb. dünya ile ilgili baglardan kurtulma, dilin daima Allah'i zikretmesi ve nihayet dildeki zikrin kalbe intikâl edip, hatta kisinin kalbinden de lâfiz ve kelimelerin silinip, sadece onlari manasinin kalmasidir. Kisi ruhu temizleme yoluna girip, bu yolun gerektirdigi seyleri uygulamaya baslayinca, kendisinde Allah'i taniyip bIlmeye yarayan kesifler ve müsâhadeler zuhûr etmeye baslar (Gazzâlî, ihya, III, s. 19).

Hayatinin sonlarinda yazdigi ve bir otobiyografik eser olan el-Munkiz'u mine'd Dâlâl'de Gazzâlî kendi zihnî ve ruhî durumunu anlatir. Burada derin ve hakikati arayan bir süphe sergilenir. O, bu yipratici süpheden Allah'in lütfu ile kalbine attigi bir nur yardimiyla kurtulur. Böylece, apaçik hakikatleri aklin, akil yürütmenin ve mantigin yardimi olmaksizin yani delilsiz ve ispatsiz bir sekilde birdenbire kavramasi mümkün olmustur (Gazzâlî, el-Munkiz, s. 8), Allah'in kereminden gelen bu nur ile gerçege ulastiktan sonra, kendi zamanindaki hakikat arastiricilarini bu sahip oldugu ölçüye göre dört sinifa ayirir ki, bu tasnif, Islâm düsüncesindeki ana ekollerin bir elestirisi demektir.

a) Kelâmcilar: Bunlar, dinin esaslarini mantiktan çikardiklari delil ve kaidelere göre savunmaya çalisirlar. Fakat bunlar, "Hâl gözüyle" kesfedIlmemis apaçik dayanaklardan çikmadigi iç in yeterli gayretler degildir.

b) Felsefeciler (felâsife): Kendi gayretleriyle arastirdigi felsefede Gazzalî filozoflari üç ana grupta toplar:

1- Dehriyyûn (Materyalistler): Allah'in varligini ve ruhu inkâr eden; âlemin ezelî ve ebedî (baslangiçsiz ve sonsuz) oldugunu ileri sürenlerdir. Bunlar, kâfir ve zindik bir guruptur.

2- Tabîiyyûn (Natüralistler): Gazzâlî'ye göre bunlari da inkârci (zindik) saymak gerekir. Çünkü onlar, âlemi taniyinca, Allah'in varligini kabul ettiler fakat, ruhun ölmezligini ve ahiret hayatini inkâr ettiler.

3- 0lâhiyyun: Gazâlî'ye göre bu gurubun da iman esaslarina uygun bulunan yönlerinin yaninda, imanla uyusmayan taraflari da vardir. F elâsife (felsefeciler) zümresini teskil eden bunlarin önde gelenleri, Eflâtun ve Aristoteles'in düsüncelerini Islâm dünyasinda devam ettirenlerdir. Gazzâlî'ye göre felsefecilerin en mühim yanlislari, ilâhiyyat konusudur. Aristocu (messâî) diye bilinen bu filozoflar, gurubunun Tehâfütü'l-Felâsife (Filozoflarin tutarsizligi) adli ünlü eserinde üç meselede küfre, onyedi meselede de bid'at ve sapikliga düstüklerini ileri sürer (Gazzâlî, Tehâfütü'l-Felasife (Filozoflarin tutarsizligi) çev. H. Bekir Karliga, Istanbul 1981 s. 14-16). Buna göre felâsife; Kiyamet günü hasrin beden ile olmayacagini yani sadece ruhen vücud bulacagini, Allah'in âleme ait teferruati degil de sadece Küllî (genel kanunlari bildigi), Üçüncüsü de, âlemin kadîm (ezelî) oldugunu ileri sürdükleri için Gazzâlî'ye göre küfre girmisler yani, Islâm dini açisindan inkârci durumuna düsmüslerdir.

c) Bâtinîler: Gazzâlî'nin ehl-i sünnet inanci karsisinda degerlendirdigi ve reddettigi diger bir grup da, kendi döneminde Islâm akidesi için büyük tehlike teskil eden bâtinîlerdir. Bunlar, herseyin zahirî (dis) ve bâtinî (içderûnî) manalari bulundugunu iddia edenlerdir. Bunlara göre, bütün farzlarin ve sünnetlerin zahirleri birer Isaret ve remizden ibarettir, gerçek manalar ise, bâtinda gizlidir. Bâtinîler bu iddialarindan yola çikarak Ayetler Hadisler ve din ile ilgili her hususu bâtinî bir yoruma (te'vile) tabî tutarlar. Halbuki bu durum Islâm dinine uygun degildir.

Gazzâlî zamaninda Hasan Sabbah gizli bir teskilat kurup, etrafindaki fedâilerle dehset saçari hareketlere girismisti, kendini de ma'sum (hata etmez ve günahsiz) Imam diye tanitmisti. Bu durum, Islâm dini için hem inanç bakimindan hem de siyasî olarak bir tehlike olusturmustu. Onlarin temel Ilkeleri, birligi te'min etmek için bir Imam-i masum'â baglanmak ve bütün bilgileri ondan ögrenmek gerektigi seklindeydi (Gazzâlî, Munkiz, s. 31, vd.) Gazzâlî, onlara karsi, müslümanlarin Imam-i masum'u Hz. Muhammed (s.a.s)'dir. Biz, Allah tarafindan ona indirilen Kur'an-i Kerîm'e ve onun sünnetine bagliyiz diyerek, bâtinîligi kesinlikle reddeder (0brahim Agah Çubukçu, Gazzâlî ve Bâtinîlik, Ankara 1964 s. 51, 70).

d) Mutasavvife: Tasavvuf ehli

Gazzâlî, yukarda sözü edilen üç zümreyi Islâm dini karsisinda tenkit ettikten sonra, derinlemesine sûfileri tenkid eder. Ona göre sûfiler, Ilmin yaninda amelin de lüzumuna inanmis olan gurubu teskil eder. Onlarin gayesi, nefsi kötülüklerden temizlemek ve zIkir yoluyla kalpten, Allah sevgisinden baska her seyi atmaktir. Düsünce ile fiili (ameli) birlestiren tek yol buydu. Ona göre büyük sûfilerin arzu ettikleri sey, tatmak ve yasamakti. Nefsin arzularini yok etmek, kalbin dünya ile alâkasini kesmek, gurur, kibir, söhret ve gelecek endiselerini asmak onlarin baslica faziletleridir. Bu faziletler gerçeklesince Insanda kalp gözü açi lir. Gazzâlî'nin kalbin mahiyeti ve Kalp Gözü hakkindaki açiklamalari 0hya, Mizânu'l-Amel, munkiz, Risâletü'l-Ledunniyye ve Mikatü'l Envâr isimli eserleri basta olmak üzere, diger eserlerinde de yay Ilmis durumdadir. Burada onun kalp ve kalbî bilgi hakkindaki düsüncesi söyle özetlenebilir:

Kalp, Allah hakkindaki bilginin dogdugu yerdir. O, bir çesit cevherdir, Insan hakikati onunla kavrar. Kalp, Insan ruhunun kesf ve sezgi gibi en yüksek derecesini teskil eder. Ve bir ayna gibi esyanin aslini kavrar. Kalp, akilli kimseyi hayvandan, küçük çocuktan, deliden, ayiran bir mana tasir, maddî göz yani beden gözü disi (zahiri) görür fakat içi görmez. baskasini görür, kendisini görmez, sonluyu görüp kavram sonsuzu kavrayamaz. Kalp gözündeki nur ise bir olgunluk (kemâl)'tur, yukarda maddî göz için söylenen eksiklikler onda yoktur. O, baskasini idrak ettigi gibi, kendini de idrak eder. Ona, uzak-yakin birdir, esyanin sirlarina nüfûz edebilir. Kalp gözüne Akil, Ruh, Insanî nefs gibi isimler verilir. (Necip Taylan, Gazzâlî'nin Düsünce SIsteminin Temelleri, Bilgi-mantik-iman, Istanbul, 1989, s. 91 vd.).

Gazzâlî bu fIkirleriyle, soyut düsünce ve mantiga karsi, yasanmis tecrübeyi ve zevki koyarak, bunu hakikate ulastiran bir yol olarak görmüstü. Ona göre tasavvufun asil degeri de akil üstü (irrasyonel) âleme açIlmis bir kalp gözü olmasindan, nazârî olan ile amelî olani birlestirmesinden, hakikati bizzat yasanan tecrübeden çikarmasindan ve ahlâkî hayat için bir örnek olmasindan geliyordu.

Görüldügü gibi Gazzâlî, sûfîlerin zevk ve dînî tecrübe metotlarini benimser, fakat burada yanlis bir hükme varanlari da tenkit eder, meselâ; Allah ile birlestigini, ona hulûl ettigini, dînî cezbe ve istigrak (ekstaz) halinde, kendilerini her türlü dînî emrin üstüne çikmis diye kabul eden bazi sûfilerin bulundugunu, oysa, bu gibi durumlarina dine tamamen aykiri seyler oldugunu söyler (Gazzâlî el-Munkiz, s. 44, vd.; Necip Taylan, a.g.e. s. 108. vd.).

Gazzâlî'nin üzerinde durdugu çok önemli kavramlardan biri de Akil kavrami ve aklin din ile olan iliskisidir. O, akli çesitli anlamlarda kullanmistir. Meselâ; nazarî bilgileri kavramak için Insanin yaratilistan sahip oldugu kâbiliyettir. Insan, hayvandan bu hususiyeti ile ayrilir. Bazan, tecrübeden elde edilen bilgilere de akil denir. Nitekim, tecrübeli kimseye akilli kisi denIlmektedir. Ayni sekilde devamli olan mutlulugu kazanma kabiliyetine de akil denir. Bundan hareketle Gazzâlî'ye göre aklî ilimleri ser'î (dinî) ilimlere aykiri diye görenler câhillerdir. Akil, dogru yolu serîatsiz bulamadigi gibi, serîat (din) da ancak akil ile anlasilip açikliga kavusabilir, Bu anlamda akil göze, serîat da isiga benzer. Baska bir ifadeyle, din binadir, akil ise, onun temelidir. Binasiz temel anlamsizdir, temelsiz bina ayakta duramaz.

Akil ile Nakil (nass) iliskisinde yorum (te'vil) yapanin durumunu da Gazzâlî söyle tesbit eder. Te'vil yapanlar söyle gruplandirilabilir: 1- Yalniz nakle deger verenler, 2- Sadece Akla deger verenler. 3- Akli esas tutup nakli, akla tabi kilanlar. 4- Nakli esas alip, akli nakle tabi kilanlar, 5- Hem nakli hem akli esas alip Ikisine birden deger verenler. Gazzâlî'ye göre en dogru yolu bu besincisi bulmustur. KIsaca Gazzâlî'ye göre akil ve din birbirini tamamlar. Aslinda bu Iki taraf, birbirine aykiri da degildir. Din aklin degerini inkâr etmedigi gibi, onun önemini vurgulayan ve Insani düsünmeye yönlendiren bir çok Ayet-i Kerime ve hadisler vardir. Böylece Gazzâlî akil-din iliskisini karsilikli bir ihtiyaç ve uzlasma tarzinda yorumlayarak, aklî ilimler ile dinî ilimleri, din ile dine aykiri düsmeyen düsünceyi uzlastiran bir yol tesbit eder.

Gazzâlî'nin yasadigi dönemin dinî bakimdan oldugu gibi siyasî bakimdan da önemli oldugunu biliyoruz, o, siyasetle ilgili düsüncelerini et-Tibri'l-Mesbuk fi Nasaihi'l-Mülûk, el-Munkiz, ihya, Kimyay'i-Saadet, el-Iktisad fi'l-0'tikad gibi eserlerinde ilgisi oldukça belirtmistir. 0limler siniflamasinda siyasete ayri bir yer vermis ve siyasetin Insan ve toplum hayati için geregini belirtmistir.

Gazzâlî'ye göre siyaset, Insani iyi yola yönlendiren bir ilim olan ahlâkin yaninda yer alir. Insan hayati için bu dünyada belirlenmis davranis Ilkeleri gereklidir. Çünkü, onlar ayni zamanda ahiret hayatina hazirligin da bir geregidir. Saglam bir dünya teskilati ve çalismasi olmadan ahiret hayati içinde istikrar içinde çalIsamaz. Bir yerde kanun ve nizamin temin edilememesinden dolayi siyasî bir istikrarsizlik varsa, orada Allah'a hizmet edebilecek zihnî bir sükunet de olamaz onun için Insan dünya-ahiret uyumunu kurmalidir.

Gazzâlî, Insanin tek basina yasayamayacagi yani daima hem cinsine muhtaç oldugu Ilkesinden hareketle Islâmî yönetimi yani devletin gerekliligini belirtir. Bu durum, neslin devaminin sarti oldugu gibi, ihtiyaçlarin karsilikli iliskilerle temin edIlmesinin de sartidir. Fakat Insanlar toplum halinde yasarken, karsilikli iliskiler içinde bulunacaklarindan, aralarinda bazi kavga ve anlasmazliklar da tabiî olarak çikacaktir. Bunu önlemek için bir hukuk sIstemi ve hükümet gerekli bulundugu gibi, bu siyâsî nizami sagliyacak bilgi, basiret ve önderlik vasiflarina sahip kimselerinde bulunmasi gereklidir.

Gazzâlî, Islâm devlet baskanligi için altisi yaratilistan, dördü müktesep on özelligin bulunmasi gerektigini belirtir. Bunlar, bulûg çagina gelmis olmali, akilli, hür, erkek, duyu organlari saglam olmali, cesaretli ve otoriter olmali, adil olmali, çikacak yeni durumlara göre en uygun yolu seçebIlmeli, takva sahibi, cömert ve bilgili olmali (Harun Han Sirvanî, Islâm da siyasî Düsünce ve 0dare, s. 97. vd).

Gazzâlî'nin düsünce sIsteminin orjinal kabul edilen yönlerinden biri de, kendisinin bu konuda batili filozoflarla karsilastirIlmasina gerek duyulan sebeplilik (nedensellik) meselesidir. Tehâfütü'l-Felâsife isimli eserinde filozoflari tenkit ettigi en önemli felsefe problemlerinden biri olan bu konu, sebep-sonuç arasinda görülen iliskinin mutlak ve zarurî olmadigi seklinde özetlenebilir. Oysa, sebep-sonuç münasebeti felsefe ve mantikta birbirine kesin ve zarurî olarak bagli görülmektedir. Gazzâlî, böyle bir düsüncenin mucizeyi inkâr etmek olacagi anlayisindan hareketle, sebep-sonuç iliskisinin neticesini bir zarûret (vucûb) degilde olabilir (caiz) olarak görür. Çünkü sözkonusu Iki taraftan birinin varligi, digerinin de var olmasini gerektirmez ve böyle bir gereklilik anlayisi aliskanliktan kaynaklanir. Meselâ; susuzlukla su içmek, bunun kesIlmesiyle ölüm, ilâç ile sifa bulmak, gibi iliskilerin sonuçlari kaçinIlmaz degildir. Bunlarin birbirine bagliligi, Allah'in takdirinden dolayidir. Ve Allah kendi kudretiyle Isterse bunlari yaratmayabilir (Gazzâlî, Tehâfütü'l-Falâsife, s. 85)

Eserleri ortaçagda Lâtinceye çevrilen Gazzâlî, el-Gazel adiyla meshur olmustur. Özellikle yukarda degindigimiz sebeplilik konusunda Ockhamli William, Nikola ve Peter gibi hristiyan filozoflari etkilemisti. Bunun yaninda Gazzâlî, bilhassa Endülüslü Iki filozof olan Ibn Rüsd ve Ibn Tufeyl tarafindan ciddi sekilde tenkit edildi. Ancak Gazzâlî, onbirinci yüzyildan günümüze kadar ehl-i sünnet akidesinin saglam bir sekilde devam edip gelmesinden ve tasavvufta Ilmî otoritesiyle kendini daima hissettirmistir. Zamanimizda da Kelâm, FIkih, Islâm Hukuku, Tasavvuf, Ahlâk ve Felsefede önemli yerini muhafaza etmektedir.
Ekleme Tarihi: 26.02.2004 - 19:48
asil_kalp_4 üyenin diğer mesajları asil_kalp_4`in Profili asil_kalp_4 Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: ANNE,BABA,COCUK,İSİM VE YETİMLE İLGİLİ HADİSLER!!!
asil_kalp_4 su an offline asil_kalp_4  
ANNE,BABA,COCUK,İSİM VE YETİMLE İLGİLİ HADİSLER!!!
160 Mesaj -
710. Bir adam, Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme gelip, şöyle dedi:
"Ey Allahın Resûlü! Kendisine iyilik yapmaya kim daha lâyıktır?"
"Annen, sonra annen, sonra baban, sonra yakınlık derecelerine göre diğer yakınların," buyurdu.
Ebû Hureyre radıyallahu anh. Buhârî.


711. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Yanında ana babası, ya da onlardan biri yaşlanıp da, gerekeni yaparak cennete giremeyen kimsenin burnu sürtülsün!"
Ebû Hureyre radıyallahu anh. Müslim.

712. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Allahın hoşnutluğu babanın hoşnutluğunda, öfkesi de babanın öfkesindedir."
İbn Amr radıyallahu anh. Tirmizî.

713. Cahime dedi:
"Ey Allahın Resûlü! Harbe katılmak istiyorum, sana danışmaya geldim."
"Annen var mı?"
"Evet."
"Onun yanından ayrılma! Çünkü cennet, onun ayakları yanındadır."
İbn Cahime radıyallahu anh. Nesêî.

714. Esma: Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme sordum:
"Müşrik olan annem yanıma geldi. Ona yardım edeyim mi?"
"Evet. Annene yardım et!" buyurdu.
Esma radıyallahu anha. Buhârî.

715. Bir adam Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme dedi ki:
"Ey Allahın Resûlü! Çok büyük bir günah işledim, acaba tevbe edebilir miyim?"
"Annen var mı?" buyurdu.
"Hayır."
"Teyzen var mı?"
"Evet."
"Öyleyse ona bir iyilikte bulun!" buyurdu.
İbn Ömer radıyallahu anh. Tirmizî.

716. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, bir gün oturuyordu. Süt babası geldi. Ona hemen elbisesinin bir tarafını serdi. Süt babası onun üzerine oturdu. Sonra süt annesi geldi. Elbisesinin öbür tarafını da ona serdi. O da onun üzerine oturdu. Sonra süt kardeşi geldi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hemen ayağa kalktı, onu önüne oturttu.
İbn Sâib radıyallahu anh. Ebû Dâvud.

717. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Ana babasına iyilik yapana ne mutlu! Allah onun ömrünü artırsın!"
İbn Enes radıyallahu anh. Taberânî.

718. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Babalarınıza iyilik edin ki, oğullarınız da size iyilik etsin.
Siz kendiniz namuslu olun ki, kadınlarınız da namuslu olsunlar."
İbn Ömer radıyallahu anh. Taberânî.

719. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"En iyiniz, ailesine iyi davranandır. Ben, ailesine en iyi davrananızım."
Aişe radıyallahu anha. Tirmizî.

720. Yanıma bir kadın geldi. Beraberinde iki kızı vardı. Yanımda bir hurmadan başka yiyecek de yoktu. Hurmayı ona verdim. Onu iki kızına paylaştırdı. Kendisi bir şey yemedi. Sonra çıkıp gitti.
Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem gelince, bu olayı ona anlattım. Şöyle dedi:
"Kimin bu şekilde kızları olup da, onlara iyilik ederse, onun bu iyiliği, ateşe karşı bir perde olur."
Aişe radıyallahu anha. Buhârî.

721. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Bir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha iyi bir miras bırakamaz."
İbn As radıyallahu anh. Tirmizî.

722. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Kim üç kıza, ya da kız kardeşe, yahut iki kız kardeşe, veya iki kıza bakıp, onları güzelce terbiye edip yetiştirir, sonra da evlendirirse, cenneti hak eder."
Ebû Saîd radıyallahu anh. Tirmizî.

723. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Kim, erginlik çağına erişinceye kadar iki kızı yetiştirirse, kıyamet gününde, o ve ben yanyana iki parmak gibi oluruz."
Enes radıyallahu anh. Müslim.

724. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Kıyamet gününde, siz kendi isimleriniz ve babalarınızın ismi ile çağırılacaksınız. isimlerinizi güzel takın!"
Ebû Derda radıyallahu anh. Ebû Dâvud.

725. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Muhammed adını koyarsanız, onu dövmeyin ve yoksun etmeyin!"
Ebû Rafi radıyallahu anh. Bezzâr.

726. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, çirkin ismi değiştirirdi.
Aişe radıyallahu anha. Tirmizî.

727. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, "Asiye" adını değiştirip yerine "Cemîle" ismini taktı.
İbn Ömer radıyallahu anh. Müslim.

728. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Ben ve yanakları solmuş dul kadın, kıyamet gününde, yanyana iki parmak gibi beraber olacağız. Mevki ve güzellik sahibi bu kadın, kocasından dul kalmıştır. Kendini yetimlerine adamış ve bu durum onlar evleninceye, ya da ölünceye dek böyle devam etmiştir."
İbn Mâlik radıyallahu anh. Ebû Dâvud.

729. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem, parmaklarını yanyana getirerek şöyle buyurdu:
"Ben ve yetime bakan kimse cennette iki parmak gibi yanyanayız."
Sehl radıyallahu anh. Buhârî.

730. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Kim, müslümanların arasından, bir yetimi yedirip içirirse, Allah onu elbette cennete koyar. Bağışlanmayacak günahı varsa o başka."
İbn Abbas radıyallahu anh. Tirmizî.

731. Bir adam, Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme, kalbinin katılığından yakındı.
Bunun üzerine şöyle buyurdu:
"Yetimin başını okşa, yoksulu doyur!"
Ebû Hureyre radıyallahu anh. Ahmed.

732. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Sofralarında yetim bulunduran kimselerin sofrasına şeytan asla yaklaşamaz."
Ebû Mûsa radıyallahu anh. Taberânî.

733. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Dul kadınların ve yoksulların yardımına koşan kimse, Allah yolunda savaşan, bıkmadan gece namazı kılan ve devamlı oruç tutan gibidir."
Ebû Hureyre radıyallahu anh. Buhârî.
Ekleme Tarihi: 25.02.2004 - 22:46
asil_kalp_4 üyenin diğer mesajları asil_kalp_4`in Profili asil_kalp_4 Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: EVLILIK,KADIN,DUGUN VE MAHREMLE İLGİLİ HADİSLER!!!
asil_kalp_4 su an offline asil_kalp_4  
EVLILIK,KADIN,DUGUN VE MAHREMLE İLGİLİ HADİSLER!!!
160 Mesaj -
456. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Ey gençler topluluğu! Gücü yeteniniz, evlensin. Çünkü bu, gözü haramdan daha iyi korur, edep yerini de.
Gücü yetmeyen ise, oruç tutmalıdır. Çünkü orucun, şehveti kırma özelliği vardır."
Alkame radıyallahu anh. Buhârî.


457. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Dünya bir metadır. Onun en iyi metaı ise, saliha bir kadındır."
İbn Amr radıyallahu anh. Müslim.

458. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Evlenen, îmanın yarısını tamamlamış olur, kalan yarısı hakkında ise Allahtan korksun!"
Enes radıyallahu anh. Taberânî.

459. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Karısı olmayan adam yoksuldur, yoksul."
"Çok malı olsa da mı?"
"Çok malı olsa da."
"Kocası olmayan kadın yoksuldur, yoksul!"
"Çok malı olsa da mı?"
"Çok malı olsa da."
İbn Ebî Necih radıyallahu anh. Buhârî.

460. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Kadınla dört şey için evlenilir: Malı, soyu, güzelliği ve dini için. Öyleyse, elleri toprak olası, sen dindarını al!"
Ebû Hureyre radıyallahu anh. Buhârî.

461. Evlenmiştim. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem sordu:
"Kiminle evlendin?"
"Dul bir kadınla..."
"Neden dul kadınla evlendin. Onun seninle, senin de onunla cilveleşeceğiniz bakire yok muydu?" buyurdu.
Câbir radıyallahu anh. Buhârî.

462. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Biriniz bir kadınla evlenmek isterse, evlilik kararı vermede önemli olacak yerlerine baksın!"
Câbir radıyallahu anh. Ebû Dâvud.

463. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Biriniz ailesiyle cinsel ilişki kurarken, "Bismillah! Allahım! Şeytanı bizden uzaklaştır, bize lütfedeceğin çocuktan da onu uzaklaştır," diye dua edip, sonra aralarındaki bu ilişkiden çocuk yaratılırsa, ona şeytan asla zarar veremez."
İbn Abbas radıyallahu anh. Buhârî.

464. Allah Resulü sallallahu aleyhi ve selleme, kadının gebe kalmaması için döl suyunu dışarıya akıtma meselesini sorduk.
"Yapmanızda hiçbir sakınca yoktur. Eğer kıyamete kadar canlı bir varlık yaratılıp meydana getirilecekse, mutlaka yaratılır, meydana gelir. Olacak olur," buyurdu.
Ebû Saîd radıyallahu anh. Buhârî.

465. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Evlenme işi için, iki kişi arasında aracılık yapmak, en üstün aracılıklardandır."
Ebû Ruhm radıyallahu anh. İbn Mâce.

466. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Dul, kendisini evlendirme hususunda velîsinden daha yetkilidir. Kızdan izin istenir, susması izin sayılır."
İbn Abbas radıyallahu anh. Müslim.

467. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Dininden ve ahlâkından hoşnut olduğunuz biri sizden kız istemeye gelirse, verin! Vermezseniz, yeryüzünde kargaşa ve büyük bozgunculuk olur."
Ebû Hureyre radıyallahu anh. Tirmizî.

468. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Rabbiniz bir, babanız bir. Arabın arap olmayana, kırmızının karaya üstünlüğü yoktur! Üstünlük, günahlardan sakınıp iyi kulluk etmekledir."
Ebû Saîd radıyallahu anh. Taberânî.

469. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Kadınlarınızın hayırlısı ile evlenmeye bakın. Denginiz olanlarla evlenin! Birbirlerine denk olanları evlendirin."
Aişe radıyallahu anha. İbn Mâce.

470. Ebû Talha, Ümmü Süleym ile evlenmek istedi. Onun cevabı şu oldu:
"Ey Ebû Talha! Vallahi, senin gibisi geri çevrilmez, fakat sen kâfir bir adamsın, bense müslüman bir kadınım. Seninle evlenmem helâl olmaz. Müslüman olursan, bunu mehir yerine kabul ederim. Bundan başka da senden hiçbir şey istemem."
Hemen müslüman oldu ve müslüman oluşu onun, evlenmede erkeklerin kadınlara vermekle yükümlü oldukları para ya da mal yerine geçti.
Enes radıyallahu anh. Nesêî.

471. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Bu evlenmeyi duyurun! Evlenme işlerini mescidlerde yapın! Üzerine de defler çalın! Çünkü, helâl ile haramı ayıran şey, onu duyurmaktır."
Aişe radıyallahu anha. Rezîn.

472. Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem, kızı Fatımayı, bir yatak, bir su kabı ve bir de içi ot dolu bir yastıkla gelin gönderdi.
Atâ radıyallahu anh. Nesêî.

473. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Düğün yemeği birinci gün haktır, ikinci gün sünnettir, üçüncü gün ise gösteriştir. Her kim gösteriş yaparsa, Allah onu herkese açıklar."
İbn Mesûd radıyallahu anh. Tirmizî.

474. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"En kötü yemek, zenginlerin çağırılıp, fakirlerin çağırılmadığı düğün yemeğidir. Kim davete gelmezse, Allah ve Resûlüne âsi olur."
Ebû Hureyre radıyallahu anh. Buhârî.

475. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"iki kişi yemeğe çağırırsa, kapı bakımından hangisi yakınsa onunkini kabul et, çünkü kapıca yakın olan, komşu olarak da yakındır. Eğer birisi önce çağırmış ise, onun davetini kabul et."
Humeyd radıyallahu anh. Ebû Dâvud.

476. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Haram, helâl olanı haram kılmaz!"
İbn Ömer radıyallahu. İbn Mâce.

477. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Allah, soydan haram kıldığını sütten de haram kılmıştır."
Ali radıyallahu anh. Tirmizî.

478. Gaylan bin Seleme müslüman oldu. Câhiliye döneminde on tane karısı vardı, onlar da onunla birlikte müslüman oldular.
Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem, ona dört tanesini alıkoyup gerisini boşamasını emretti.
İbn Ömer radıyallahu anh. Tirmizî.

479. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Ey insanlar! Ben size, kadınlarla "mutâ" nikâhı yapmak hususunda izin vermiştim. Allah, şimdi süresi sınırlı olan bu tür nikâhı Kıyamete kadar haram kılmıştır. Kimin de yanında bu çeşit kadınlardan biri varsa, ondan hemen kurtulsun, verdiklerinden hiçbir şeyi de geri almasın."
Sebre radıyallahu anh. Müslim.

480. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Karı koca birbirlerine bir sır söylerler de, sonra onlardan birisi ötekinin sırrını yayar. Kıyamet gününde, mertebe bakımından o Allah indinde en kötü insandır."
Ebû Saîd radıyallahu anh. Müslim.

481. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Eğer bir kimsenin bir kimseye secde etmesini emretseydim, kadının, kocasına secde etmesini emrederdim."
Ebû Hureyre radıyallahu anh. Tirmizî.

482. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Herhangi bir kadın, kocası kendisinden hoşnutken ölürse, cennete girer."
Ümmü Seleme radıyallahu anh. Tirmizî.

483. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Kadın, kocasının yatağını terkederek gecelerse, yatağa dönünceye kadar melekler ona lânet eder."
Ebû Hureyre radıyallahu anh. Buhârî.

484. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"En hayırlı kadın, kocası kendisine bakınca onun gönlüne huzur veren, emrettiği zaman itaat eden, nefsinde ve malında kocasının hoşlanmadığı bir şey yapmayan kadındır."
Ebû Hureyre radıyallahu anh. Nesêî.

485. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Bir kadın, beş vakit namazını kılarsa, Ramazan orucunu tutarsa, namusunu korursa, kocasına itaat ederse, ona, "Cennetin kapılarından hangisini istersen oradan gir," denilir."
Abdurrahman radıyallahu anh. Ahmed.

486. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Allahın dişi kulları olan kadınlarınızı dövmeyin! Muhammed ailesine birçok kadınlar geliyor, kocalarının kendilerini dövmelerinden yakınıyorlar.
Onları dövenler en hayırlılarınız değildir!"
iyas radıyallahu anh. Ebû Dâvud.

487. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Cehennemliklerden olup da, henüz görmediğim iki sınıf insan:
Ellerinde sığır kuyrukları gibi kamçılar, durmadan insanları dövüyorlar.
Giyinik, çıplak, başları deve hörgücü gibi, eğilim duyan ve kendine eğilim duyuran kadınlar sınıfı.
İşte onlar cennete giremeyecekler ve kokusunu da bulamayacaklar."
Ebû Hureyre radıyallahu anh. Müslim.

488. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Benden sonra, erkeklere, kadınlardan daha zararlı bir sınanma nedeni bırakmadım."
Üsame radıyallahu anh. Buhârî.

489. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Kocası evde olmayan kadınların yanına sakın girmeyin. Çünkü şeytan, kanınızın dolaştığı yerde dolaşır."
Câbir radıyallahu anh. Tirmizî.

490. Kadının, kocasının erkek akrabalarıyla ıssız yerde beraber bulunmaları soruldu.
Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem: "Onlarla yalnız kalması, ölümdür!" buyurdu.
Ukbe radıyallahu anh. Buhârî.

491. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Yanında uygun bir yakını olmaksızın, hiçbiriniz bir kadınla sakın başbaşa kalmasın."
İbn Abbas radıyallahu anh. Buhârî.

492. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Ey Ali! Bakışına bakış ekleme! Zira, ilk bakış sanadır, ama ikinci bakış zararınadır."
Büreyde radıyallahu anh. Tirmizî.

493. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Birbirini sevenler için nikâh kadar güzel bir şey görülmemiştir!"
İbn Abbas radıyallahu anh. İbn Mâce.
Ekleme Tarihi: 25.02.2004 - 22:43
asil_kalp_4 üyenin diğer mesajları asil_kalp_4`in Profili asil_kalp_4 Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: BUNLARI BILIYOMUYDUNUZ!!!
asil_kalp_4 su an offline asil_kalp_4  
BUNLARI BILIYOMUYDUNUZ!!!
160 Mesaj -
cocuklar baharda daha fazla buyuyor.

odemeli telefon konusmalarinin cogu babalar gununde
ediliyor.

ortalama bir pire, kendi buyuklugunun 150
katiyukseklige ziplayabiliyor.bu orani tutturmak icin
bir insanin yaklasik 30 metre ziplamasi gerekli.

eger barbie gercekten yasasaydi vucut olculeri 97-72
82 cm olacakti.


ınsanlar vucutlarinda 300 adet kemikle doguyorlar ama
yetiskin olduklarinda bu sayi 206 ya dusuyor.

her dort amerikalidan biri mutlaka televizyonda
gorunuyor.

uyurken, televizyon seyrederken yaktigimizdan daha
fazla kalori harciyoruz.

kelebekler ayaklariyla tat alirlar.

sarişinlarin esmerlere gore daha fazla saci vardir.

yillara gore ortalama alindiginda , her sene esekler
tarafindan oldurulen insan sayisi ucak kazalarinda
olenlerin sayisindan dahafazla.

kadinlar erkeklere oranla iki kat fazla goz kirpar.

ınsan vucudundaki en guclu kas dildir.

gozleri acik tutarak hapsirmak imkansizdir.

ınsanlar beyinlerinin sadece %10`unu kullanirlar.

filler ziplayamayan tek memelidir.

elektrikli sandalye bir disci tarafindan icat
edilmistir.

bir karincanin koku alma yetenegi en az bir kopeginki
kadar gelismistir.

amerikan havayollari, ucuslarda yolculara sundugu
kahvaltilarda hertepsiden bir zeytini kaldirarak 1987
yilinda 40 bin dolar kar etmistir.

yetiskin bir ayi, bir at kadar hizli kosabilir.

atlarin insanlardan 18 tane fazla kemigi vardir.

fareler kusamaz.

hapsirdiginiz zaman, kalbiniz de dahil olmak uzere
butun vucut fonksiyonlariniz bir an icin durur.

tom sawyer daktiloda yazilan ilk romandir.

hamambocekleri yaklasik olarak 250 milyon yildir
yasadiklari halde hicbir degisime ugramamislardir.

gozlerimiz hicbir zaman buyumez. ama burnumuz ve
kulaklarimizin buyumesi asla sona ermez.

kediler ultrason seslerini duyarlar.

zurafalarin ses telleri yoktur.

bir hamambocegi kafasi koptuktan sonra acliktan
olmeden dokuz gun yasayabiliyor.

ıngiltere`deki butun kugular kralicenin malidir.

kutup ayilari solaktir.

amerika`da satisa sunulan ilk cd, bruce springsteen`in
"born in theusa" albumudur.

bir karinca kendi agirliginin elli kati agirligi
kaldirabilir.

timsahlar dillerini disari cikaramazlar.

zurafa 35 cm uzunlukta siyah bir dile sahiptir.

yunuslar bir gozleri acik uyurlar.

kangurular geri geri yuruyemezler.

zebralar beyaz uzerine siyah cizgilidir.

dunyanin bir numarali domuz ureticisi ve tuketicisi
cinliler.

mexico city her sene 25 cm kadar batiyor.

buckingham sarayi`nda 602 oda bulunuyor.

yeni zelanda, dunyadaki her turlu iklimin yasandigi
tek ulke.

peru `da hic umumi tuvalet yoktur.

newton, yer cekimi kanununu fark ettigi zaman 23
yasindaydi.

dunyada insan basina dusen karinca sayisi bir milyon.

sag elini kullanan insanlar sol elini kullananlara
gore ortalama dokuzyil daha fazla yasiyorlar.

bir big mac hamburgerin ekmeginde ortalama 178 adet
susam bulunuyor.

bir insan yasami boyunca iki yuzme havuzunu dolduracak
kadar tukuruk salgilar.

bugune kadar bilinen en agir bobrek tasi 1.36 kg.

dunyanin en hizli buyuyen bitkisi bambu, bir gunde 90
cm kadar uzuyor=.

18 subat 1979 yilinda sahra colune kar yagmisti.

insanlar yasamlari boyunca alti filin agirligina esit
miktarda yiyecek tuketiyorlar.

dunyanin en buyuk seker ihracatcisi kuba`dir.

eskimo dilinde kar yagislarinin farklarini tarif etmek
icin kullanilan yirmiden fazla sozcuk vardir.

en yakin olduklari noktada, rusya ve amerika`nin
birbirlerine uzakliklari dort km `den daha azdir.

central park`ta yuzmek yasalara aykiridir.

kirli kar, temiz kardan daha kolay erir.

pablo picasso, parasizlik cektigi genclik gunlerinde
yaptigi resimleri yakarak isinirdi.

suudi arabistan`da hic irmak yoktur.

monakonun ulusal orkestrasi ordusundan daha genis bir
kadroya sahiptir.

zurafalar yuzemez.

ortalama olarak, amerika`da gunde uc adet cinsiyet
degistirme operasyonu gerceklesmektedir.

insan beyninin % 80`i sudur.

amerika`da her saat 40 kisi kanserden hayatini
kaybediyor.

bir kromozom bir genden daha buyuktur.

ıleri dogru bir adim atildiginda, insan vucudundaki 54
kas calisir.

ınsan beyninin ortalama agirligi 1.3kg`dir.

birinin yuzunu hatirlamak icin beynin sag tarafi
kullanilir.

yetiskin bir insan gunde ortalama olarak 23 bin kez
nefes alir.

kaslari yukari kaldirmak icin 30 kasi harekete
gecirmek gerekiyor.

erkekler kadinlara gore on kat daha fazla renk koru
oluyorlar.

sadece bir tane kovboy filmi kadin yonetmen tarafindan
cekilmistir

amerikan havayollari, ucuslarda yolculara sundugu
kahvaltilarda her tepsiden bir zeytini kaldirarak 1987
yilinda 40 bin dolar kar etmistir.

penguen yuzebilen ama ucamayan tek kustur.

sineklerin bes gozu vardir.

baykus mavi rengi gorebilen tek kustur

bugune kadar bilinen en agir bobrek tasi 1.36 kg.

ortalama bir insan hayati boyunca iki yilini telefonda
konusarak harciyor.

ortalama bir buzdaginin agirligi 20 milyon ton.

new york bir zamanlar amsterdam`di.

virginia woolf kitaplarinin cogunu ayakta yazmistir.

pablo picasso, parasizlik cektigi genclik gunlerinde
yaptigi resimler yakarak isinirdi.

sigirlarin dort tane midesi vardir.

zurafalar yuzemez.yüzse bile kesin boğulur

sadece bir tane kovboy filmi kadin yonetmen tarafindan
cekilmistir.

döllenmeden sonra çocuğun boyu 5 milyon kat büyür...
Ekleme Tarihi: 18.02.2004 - 23:08
asil_kalp_4 üyenin diğer mesajları asil_kalp_4`in Profili asil_kalp_4 Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Konu: EBU HUREYRE (r.a.)
asil_kalp_4 su an offline asil_kalp_4  
EBU HUREYRE (r.a.)
160 Mesaj -
Doğumu ve Yetişmesi:


İsmi: Abdurrahman b. Sahr ed-Dûsi.


Yetim olarak büyüdü ve Besra bt. Gazvan'ın yanında gündelikçi olarak çalışıyordu.


Yemen'de doğdu, fakir bir ailenin çocuğu idi ve annesinden başka kimsesi yoktu.


Cahiliye dönemindeki ismi "Güneşin kulu" anlamına gelen Abdu'ş-Şems idi.


Müslüman Oluşu:


Ebu Hureyre (r.a), Tufeyl b. Amr ed-Dûsi'nin vesilesi ile Müslüman oldu. Hicretten altı sene sonraya kadar Medine'ye Resulüllah (s.a.v)'ın yanına hicret etmeyip kavmi Dûs arasında kaldı.


Resulüllah (s.a.v), Abdurrahman olarak isimlendirdi ve çoğunlukla ey Eba Hir diye nida ederdi.


Ebu Hureyre olarak isimlendirilmesi ise, çocukluğunda küçük kedisi ile çok oynamasından dolayı yaşıtlarının Ebu Hureyre diye çağırmalarındandır.


Resulüllah (s.a.v)'a Hizmet ile Şereflenmesi:


Ebu Hureyre, Müslüman olduktan sonra kendini Resulüllah (s.a.v)'ın sohbetlerine ve hizmetine adadı.


Annesinin Müslüman olması için dua etti ve annesi Resulüllah (s.a.v)'ın duası sonucu Müslüman oldu. Annesine iyilikte hiç kusur etmiyordu.


Ebu Hureyre, Suffe'de (Mesci-i Nebevi'de fakir sahabelerin kaldığı bölüm) ikamet ediyordu. Böylece Resulüllah (s.a.v)'ın tüm hareketlerini takip ediyor ve O'ndan hiç ayrılmıyordu. Özellikle Resulüllah (s.a.v)'ın ilmi unutmaması için dua etmesinden sonra birçok hadis ezberlemiştir.


Ebu Hureyre, Resulüllah (s.a.v)'tan 1600'den fazla hadis ezberlemiştir. Ebu Hureyre: Muhacir kardeşlerim ticaretle, Ensar kardeşlerim ziraat ile uğraşıyorlar ben ise hadis ezberliyorum, diyordu.


İlim Sevgisi:



Ebu Hureyre (r.a) ilmi çok seven bir şahsiyet idi. Medine'de pazara gidip; siz burada oturuyorsunuz ve Mescit'te Resulüllah (s.a.v)'ın mirası dağıtılıyor. Sizi bundan alıkoyan nedir? diyordu. İnsanlar Mescit'e gittiklerinde namaz kılan veya Kur'an okuyan ya da ilim halkalarından başka bir şey bulamadıklarını söylemeleri üzerine Ebu Hureyre: İşte bunlar Resulüllah (s.a.v)'ın mirasıdır, diyordu.


Fetihlerden alınan ganimetler ve bolluk arttığında Ebu Hureyre'nin de evi, eşi ve çocukları oldu. Fakat bunlar onun ilme olan sevgisinden, tevazusundan, ibadetinden, cihadından ve itaatinden hiçbir şey eksilttirmedi.


Takvası:


Muaviye b. Ebu Süfyan döneminde Medine valisi oldu. Bu durum takvasından hiçbir şey kaybettirmemiş olup gündüz oruç tutar gece namaz kılardı.


Ebu Hureyre (r.a) şu sözü hiç dilinden düşürmezdi: Yetim yetiştim, fakir hicret ettim, Besra bt. Gazvan'ın yanında karın tokluğuna gündelikçi olarak çalıştım, hayvanlara binerken ve inerken insanlara yardım ettim. Allah Teala beni (Besra bt. Gazvan ile) evlendirdi. Dinini yücelten ve Ebu Hureyre'yi imam kılan Allah Teala'ya hamd olsun.




allah bizide inş böyle buyukler gibi takva yapsın dua ve slm ile...


Bu mesaj 1 kez ve en son endulus tarafından 13.02.2004 - 00:21 tarihinde değiştirilmiştir.
Ekleme Tarihi: 13.02.2004 - 00:06
asil_kalp_4 üyenin diğer mesajları asil_kalp_4`in Profili asil_kalp_4 Özel Mesaj Gönder Sayfanın başına dön
Sayfa (1): (1)
İmzalar göster - Konuları göster

Kategori Seç:  
Sitemizde şu an Yok üye ve 578 Misafir mevcut. En son üyemiz: Didem_


Admin   Moderator   Vip   Üye ]

Hayırlı ömürler dileriz.    Bu üyelerimizin doğum günlerini tebrik eder, sıhhat ve afiyet dolu bir ömür dileriz:
ayhan demirhan (42), milli (55), Faruk85 (39), buyukdere (50), akgulhassan (56), resulkol (42), aldirma_reis (45), cengiz__11 (45), musabbinumeyr (46), _rAbia_ (35), HACIBUBA (38), ergunoynamaz (67), emisya (43), cavittacir (47), arslanmurat1 (46), Ben_Neyim (45), hatipoglu (45), PinarKecik (46), Ugur_K (44), hami_74 (37), ust_mimar (41), Muhlise (43), lifos (49), osmanli (41), @tuba@ (39), oguzada (47), tolga67 (49), zoris (45), aydinhasan (45), ilkay turan (53), Muhammedbilal (35), burhann1 (41), esmafeyzaunal (43), havzanur (36)
24 Saatin Aktif Konuları
0

Copyright © ((( RAVDA.net )))  *  İrtibat   *   RAVDA Reklam Servisi   *   Tüm hakları saklıdır, izinsiz alıntı yapılamaz.
Sitemizde yayınlanan imzalı yazıların içeriğinden yazarları, forum ve yorumlardan ekleyen şahıslar sorumlu olup, kesinlikle sitemiz sorumlu değildir.
© by ((( RAVDA.net )))

Sayfa 0.56428 saniyede açıldı